Bizim gösterişe önem verişimiz, makam ve mevki için can atışımız, üst seviyedekilerle aramızdaki mesafeyi açma ve derinleştirme temayülümüz sıradan ve basit özellikler değildir. Sanki sözünü ettiğimiz “güç mesafeleri” toplumsal örüntümüzü çözümlemek için önemli bir ayraçtır.
Hollandalı sosyal psikolog Geert Hofstede’e göre, insanların kendilerinden daha üst seviyedekilerle ilişkilerini nasıl kurdukları toplumsal yapıyı anlamak için önemli bir kıstastır. Zira bir toplumda bireyin kendisinden bir üst seviyedekilerle ilişkisi, o topluma özgü bir şekil alır. Sosyal statüsü daha düşük olanların kendilerinden daha yukarıda olanlara nasıl davrandıkları her kültürde farklıdır. Hofstede, bu kültürel özelliği “güç mesafesi” olarak adlandırıyor.
Hollanda başbakanının ofisine bisikletle gitmesi oldukça olağan bir durum iken; bizim devlet erkanımızın makam araçları, karşılama komiteleri ve protokol ayrıcalıkları fazlasıyla “güç mesafesini” anlatan örneklerden bazılarıdır.
Elbette bu tablo bir başka gerçeğe daha dikkat çekmektedir: Devlet erkanın korumaya ihtiyaç duyup duymamas, meselesi de, bizi ve diğer toplumları birbirinden ayıran bir başka ayraçtır. Bizdeki ciddi güvenlik şeritleri, birbirimize karşı güvensizliğimizin, gizliden gizliye kini ve öfkeyi bileyen yapılarımızın olduğunu gösterir. Çünkü aşırı uçlarda, “ötekini” yoksayan algımız, ciddi bir problemdir. Bu durum da, bir tehdit olarak her daim bizi beklerken, başarılı korumalar ve güvenlik şeritleri kaçınılmazdır bir yapılanma biçimidir.
Gösterişli masalar, heybetli koltuklar, çekince uyandıracak kürsüler, sadece bize has bir tür geri kalmışlık gösterisi izlenimi uyandırmaktadır. Gelişmiş ülkelere baktığımızda, sıradan görünmek büyüklük işaretidir. Daha doğrusu makam ve unvan basit etiketlerdir; önemli olan etki gücü ve verimlilik derecesidir.
Oysa bizdeki etiket ve gösteriş tutkusu, kendimizi büyütmek için paravanlar kullanmaktan başka bir şey değildir. Bu durum bize John Steinbeck’in Cennet’in Doğusu romanındaki karakterlerden birinin cümlesini anımsatır: “Şık giyinmek zorundayım, çünkü alâlade biriyim. Sıradan olan kişi, eksikliklerini güzel giyinerek ve modaya uyarak kapatmaya çalışır”.
Belki de bürokrasimizin pek çok uygulamasında bu güç mesafeleri kendini en iyi şekilde dışa vurur. Sanki 'Ak Sarayı' da bu bağlamda okumamız mümkündür. Hükümetin 'Ak sarayı' inşa edişi, elbette köşkten saraya geçişi, sembolize etmektedir: Bu bakımdan siyasi bir kırılma ve yenilenmenin işaretidir. Ancak bürokrasinin en üst merci olarak, diğer kurumlarla arayı açması aynı zamanda güç mesafesinde pergelin daha da genişlemesi anlamına geliyordu.
Her halükarda, devlet erkanı olarak tefriş edilen makamlara konuk olduğunuzda, cüsseniz hayli küçük kalmakta, bir yandan büyük dağların yaratıcısıyla! temasa geçmenin imkânsızlığını ve ayrıcalığını yaşarken; öte yandan, dağı yakından görmenin şerefine nail olmanın gururunu ve ezikliğini de birlikte yaşıyoruz.
Eski Türkiye’de bu güç mesafelerini bir tür elitist sınıf oluşturmanın aracı olarak gören Beyazlarımız iken, şimdilerde bunu muhafazakarlar kendi lehlerine çevirmektedirler. Sonuçta biz, bize benzeriz. Çünkü bu kodlar, kültürel genlerimizde mevcuttur.
Kısacası Türk toplumunda bu güç mesafesi çok keskindir. Dolayısıyla da belirsizlikleri sevmeyen bir toplumsal algı biçimimiz var. Yücelttiğimiz kişiler, adeta boy sırasına göre belirsizliğin önüne geçer; her bir rütbe veya sınıf, kalın hatlar ve sınır çizer.
Bahsettiğim “güç mesafeleri” toplumsal yapımızda bazı sorunları da beslemektedir. Bir kere, bizim gizli marazi yönlerimizden biri olan “ben sorunu”nu perçinlemektedir. Âmir pozisyonundakiler, sanki her şeyi yapabilirim gibi bir hava estirirken, gerçekte biri olmuşluğun ve bir yere yerleştirilmişliğin kölesi olmaktadırlar. Çünkü kendisinden beklenen davranış modelleri vardır; söz konusu kişi artık kostümünü zorlansa da, kendine oturmasa da taşımak zorundadır. Kısacası başarılı ya da başarısız bir “oyuncu”dur bundan böyle.
Öte yandan ikiyüzlülüğü de beslemektedir. Gerçekçi olmamaya zorlamaktadır insanları. Mesela bir kurumda çalışanlar sadece işlerini iyi yapmaktan sorumlu değiller; aynı zamanda âmirlerini saymak zorundalar. Böylece sadece iyi yaptığımız rollere (!) ve yüceltme tavırlarımıza geçer not verilip, onlar sayılacaktır. Oysa asıl saygı ve sayılma liyakate ve başarıya verilse, işte o zaman çağ atlamış oluruz.