Donald Trump’ın ilk yurt dışı gezisini Suudi Arabistan’a yaptığı sıralarda İran’da başkanlık seçimleri gerçekleşti ve nedense dünyaya “ılımlı” lider olarak sunulmuş olan Hasan Ruhani, geçerli oyların yüzde 57’sini alarak tekrar cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu.
Trump’un gezisinin İran seçimlerine denk gelmesi bir tesadüf bile olsa, Suudi Arabistan açısından sembolik bir anlam ifade edecektir. Başkan Trump’ın İran’a yönelik mesajları, ABD ile Suudi Arabistan arasında 110 milyar dolarlık bir silah satışı anlaşmasının imzalanması ve son olarak Suudi yetkililerle yan yana yapılan kılıç dansı, iki ülke arasındaki buzları eritmişe benziyor. Oysa daha birkaç ay öncesinden, Trump’ın seçilmesiyle 11 Eylül dosyasının tekrar açılacağı ve Washington’un, Suudi hava korsanları üzerinden Riyad’ı ciddi anlamda sıkıntıya sokacağı, ABD basınında işlenmekteydi.
Yeni dönem Ortadoğu politikaları
Başkan Trump’ın hem Suudi Arabistan ve hem de İsrail’de İran’a yüklenmesi, yeni dönemde Ortadoğu’daki kriz merkezlerinin nereler olacağı konusunda ipuçları veriyor. Ancak bu kriz merkezleri üzerinde durmadan önce, Trump’ın İran’a yönelik sözlerini hatırlatmakta yarar var. Trump İran’ın Ortadoğu’da terörü açıkça desteklediğinin, Amerika için ölüm sloganları atıp toplu ölümlerden söz ettiğinin, “İsrail’in ortadan kaldırılması gerekir” diyecek kadar ileri gittiğinin altını çizmekte. Öte yandan Trump, Obama yönetiminin de İran ile nükleer silah antlaşması yapmak suretiyle bu ülkeye gereğinden fazla yüz verdiğini, buna rağmen İran’ın ABD’ye düşmanlık gütmekten vaz geçmediğini dile getiriyor. Obama yönetimi döneminde İran’ın bölgesel egemenlik çabalarında çok önemli mesafe katettiği; İran Devrim Muhafızları’nın Suriye’de Beşar Esat yönetimine arka çıktığı; yine İran’ın Irak’ta Haşdi Şaabi, Lübnan’da Hizbullah ve Yemen’de Hutileri desteklediği, Trump’ın ve şimdiki ABD yönetiminin gözünden kaçan durumlar değil. Tabii Tahran’ın Körfez bölgesindeki Sünni yönetimlere kendisine boyun eğmeleri için baskı uyguladığı, bu ülkelerdeki Şii örgütler eliyle istikrarsızlık oluşturmaya çalıştığı da bilinmekte. İşte bu manzara karşısında Trump’ın Suudi yönetimine, kendi döneminde İran yayılmacılığına müsaade edilmeyeceğini gayet sarih bir dil ile anlattığı söylenebilir.
Obama yönetiminin Ortadoğu politikalarında oldukça yumuşak bir tutum sergilediği, İran’ı âdetâ şımartırken, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki İsrail’i bile gücendirdiği çok konuşuldu. Doğrusu, başta İsrail yönetimi olmak üzere ABD’deki Yahudi lobisi de Obama’dan pek memnun değildi. Ancak Trump, gerek Netanyahu’yu ABD’de misafir ederken, gerekse de İsrail ziyaretinde çok sıcak davrandı ve İsrailliler, son yıllarda ilk defa bir ABD başkanından duymak istediklerinden çok fazlasını işittiler. Trump başkanlık kampanyası sırasında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını dile getirmiş ve başkan seçildikten sonra da bir İsrail haber kaynağına “ben sözümden dönecek kişi değilim” demişti. Trump’ın İsrail’e büyükelçi olarak atadığı David Friedman da, “ABD büyükelçiliğini İsrail’in ebedi başkenti Kudüs’e taşımak için çalışacağım” beyanında bulunmuştu. Gerçi bunun bu dönemde pek de kolay olmadığı açık olsa gerek. Nitekim ABD Kongresi daha 22 yıl önce böyle bir yasa çıkartmış ama uygulamaya koyamamıştı (The Wall Street Journal, 22 Mayıs 2017).
İran yayılmacılığı Filistin sorununu ikinci sıraya feriletti
Bugün Arap ülkeleri, özellikle de Suudi Arabistan ve Ürdün açısından, İsrail- Filistin çatışması İran’ın bölgesel yayılmacılığı ve nükleer programı yanında ikinci sırada kalmakta. Çünkü İran’ın bölgede oluşturmak istediği hegemonik yapı bu ülkelerin bizatihî varlığı açısından bir tehdit oluşturuyor. Kaldı ki ABD, 19 Mayıs 2017’de yapılan İran başkanlık seçimlerini, yeni bir seçimden ziyade bir yeniden taç giy(dir)me töreni gibi görmekte. Zira İran’daki seçim konseyi, 1600 civarındaki aday adayı başvurusundan sadece altısını kabul edip diğerlerini elemişti. İran’da dini lider Ali Hamaney’in ve Devrim Muhafızlarının onaylamadığı kimse seçimlere katılamaz. Bu arada, içeride ne kadar baskıcı olduğunu neredeyse her gün 10-15 Kürdü vinçlere asıp idam etmek suretiyle sergileyen İran rejiminin, “ılımlı” diye sunulan liderlerle huyundan vazgeçmeyeceği açık olsa gerek.
Kabul etmek gerekir Ortadoğu’daki stratejik oyunda İran büyük oynuyor. Suriye krizinin patlak verdiği ilk günden itibaren Tahran – Lazkiye hattı üzerinden Akdeniz’e ulaşmaya çalışan İran, bu planı gerçekleştirme yolunda önemli mesafe katetti. 2014 yılında Irak Ulusal Kongre Partisi lideri Ahmed Çelebi’ye “bütün bu kaosu fırsata çevireceğiz; eğer Suriye’yi kaybedersek Tahran’ı da kaybederiz” diyen General Kasım Süleymani, kendince hiç de haksız değildi. İran’ın bu planı hayata geçirmesinde Devrim Muhafızlarının ülke dışı uzantısı şeklinde hareket eden (Kasım Süleymani’nin denetimindeki) Kudüs Gücü ve (Hadi el-Amiri’nin kontrolündeki) Haşdi Şaabi’nin çok iyi bir “iş” çıkarttığını itiraf etmeliyiz.
İran’ın oyununu Türk-Kürt ittifakı bozar
İran’ın Akdeniz’e açılacak Tahran – Lazkiye hattı, Irak Kürdistanı üzerinden geçip Rojava’daki Kamışlo ve Kobani’yi de içine alacak şekilde planlandı. Bu planı hayata geçirmenin bir parçası olarak, Tahran’ı demiryoluyla İran Kürdistanı’nın başkenti olarak bilinen Senendaj’a bağlama çalışmaları da başlatıldı. Mart ayında Senendaj’ı ziyaret eden Hasan Ruhani bu demiryolu hattı için “en önemli altyapı projesi” ifadesini kullandı. PKK’nin Şengal’i Irak Kürdistanı’ndan koparıp Irak’a bağlamaya çalışması bu plandan bağımsız değildi.
Şüphesiz Türkiye de bu plandan bihaber değil. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 Nisan’da El Cezire TV’ye verdiği demeçte, Haşdi Şaabi’nin “Pers yayılmacılığı politikası” doğrultusunda hareket eden bir örgüt olduğunu söyledi. Gene Cumhurbaşkanı Erdoğan, 16 Mayıs’taki Washington ziyareti sırasında Başkan Trump’la birlikte iki kürsüde yanyana durarak yaptıkları resmî açıklamalar sırasında, imâlı bir şekilde “bölgenin mezhep bileşimini değiştirmeye çalışanlar”a vurdu.İran’ın ise ABD ve Türkiye ile çatışmamak için Tahran – Lazkiye hattını 225 km güneye çekme kararı aldığından söz ediliyor.
Türkiye dış politikada milliyetçi söyleme ağırlık verdikçe Ortadoğu politikalarında zarara uğrar. Oysa bölgedeki tüm temel dinamikler, Türkiye’nin Kürt karşıtı milliyetçi söylemi bir tarafa bırakarak, Kürt-Türk ittifakı ekseninde Ortadoğu’daki stratejik oyunda yer almasının daha kazançlı olacağını göstermekte. Önümüzdeki dönemde Ortadoğu’daki gerginlik merkezi Basra Körfezine doğru kayabilir. İran olası bir kriz veya hattâ çatışma döneminde Basra Körfezi’ni tamamen kapatıp bu bölgedeki petrol ve doğal gazın dış pazarlara ulaşmasını engelleyebilir. İşte bu noktada Kürt petrol ve doğal gazının güvenli bir şekilde Akdeniz’e ulaşması, ABD ve Batı politikalarının merkezine oturacaktır.