Sabah erken saatlerde yaşlı bir adam Barcelona kulübünün kapısından içeri girdi. Onu görenler hemen ayağa kalktılar. Kulüp başkanı sekreterinin odasına yöneldi. Bir şey içip içmeyeceğini soran sekretere dönerek elini pardösüsünün cebine attı, cebinden çıkardığı anahtarı masaya bıraktı ve şöyle dedi: “Benim Barcelonalı olup olmamamı başkanlar da, anahtar da belirleyemez.” Bunları söyleyen dün hayata gözlerini yumup, yeşil sahalarda attığı çalımı bize atarak giden Johan Cruyff’tu. Futbolu yeniden keşfeden zekasının yanında sivridiliyle bilinirdi büyük usta. Barcelona yönetimine getirdiği eleştirilerden sonra dönemin başkanının “Onun elinden onursal başkanlığı alırız” sözünü söylemesi üzerine kendisine verilen “sembolik” anahtarı iade ederken yukarıdaki sözü söylemişti.
Cruyff’un birkaç yıl önce bu sözü söylediğini duyduğumda çocukluk kahramanım beni yanıltmadı diye kendimle gurur duymuştum. Oysa ne çok kahramanımız kalbimizi kırıp gitti yürekte acı bırakarak…
Futbol topu ayaklarım yere bastığından itibaren ilgi alanıma girdi. Bunun için de ortada topun olması gerekmiyordu, bazen bir gazoz kapağı, bir teneke, yün yumağı… Hareket edebilme kapasitesi olan nesleler toptu benim için. Günün ilk ışığından hava kararana dek hatta ay ışığında bile topun peşinden koşturduğum çocukluk yıllarımda büyüklerimizden Pele’yi Yaşi’i, Didi’yi, Lefter’i, Metin Oktay’ı… duymuştum. Cruyff ise altın sarısı saçlarıyla yeşil sahalarda attığı çalımlarla dünyayı sallıyordu. Televizyonlarda izlemesek de radyodan duyuyor, büyüklerin eve getirdiği gazetelerden, mecmualardan okuyorduk onu… Köyde bir abimiz vardı Hayat Spor mecmuası alırdı sürekli. Bir de meşin topu vardı ki o zaman plastik top sahibi olmak bile önemliydi. Bizi peşine takar, dağ bayır demeden küçük bir yeşil alanda top oynardık. Mecmuasını da paylaşırdı bizimle. Genç yaşta ölen Nevzat, mahallenin çocuklarının en sevdiği ağabeyiydi bu yüzden…
İlkokulda bir arkadaşım vardı Sedri. Dedesiyle yaşıyordu, babası Almanya’daydı. Sedri, ufak bedenine karşın çok iyi çalım atardı, insanın içini delip geçerdi çalım atarken. Bir gün babası BMW marka arabayla geldi köye. Sedri, o gece soğuk suyun olduğu yerde top oynarken buldu bizi. Önce elindeki çikolataları paylaştı, afiyetle yedik. Sonra topa daldık, dolunaylı gecede. Beşte devre on’da biter yapmıyorduk o zamanlar maçları. Dizlerimizde derman kalmayana kadar, yorgunluktan bayılana kadar oynuyorduk. Tek bir kuralımız vardı, topu dikenliklere, dereye atan alırdı. Sedri’yi o geceden sonra bir daha görmedim. Babası alıp götürdü. Sevindik aslında Almanya gelişmiş memleket, futbolda çok ileri. Sedri oraya gidince büyük futbolcu olacaktı. Özendiği, onun gibi en iyi çalımı attığı sarı fare Cruyff gibi… Ama büyük bir futbolcu olamadı. Çok fazla haberde alamadık ondan. Bir daha doğduğu köye de gelmedi. Sedri, giderken bizim hayallerimizi de götürdü kendisiyle birlikte.
1978 yılının yaz başlarıydı. Arjantin’de oynanacak Dünya Kupası’nı bekliyoruz heyecanla. İlk kez bir dünya kupası izleyeceğim televizyonda. Ortaokul 2. sınıftayım, sürekli haberleri okuyor takip ediyorum. Cruff’un Hollanda milli takımıyla Arjantin’e gitmeyeceğini öğrenince büyük hayal kırıklığı yaşadığımı hatırlıyorum. Öyle ya; dört yıl önce avuçlarından kaçırdıkları kupayı kaldırabilirdi Cruyff ve arkadaşları…
Okuduğum okulla köyümüz arasında beş kilometre mesafe vardı. Biz dere kenarında bulduğumuz her boşlukta top oynayarak 4-5 saate varırdık eve. Askoros deresi deli akar, sürekli top oynadığın yerin yeri değişir bir gecede. O yüzden yeni yerler keşfetmek önemliydi. Derenin top oynayacak yer bırakmadığı ve deli gibi aktığı bir gündü. Yolda top oynuyorduk, top dere kenarında koyunların olduğu alana yuvarlandı. Koyunların başında iki kocaman çoban köpeği vardı. Bir de kadın. Topu aşağıya atan arkadaşım onu gidip almak istemedi. Köpeklerden korktu. Top benimdi ben alacaktım. Kadın bana seslendi, “Köpekleri tuttum, gel topunu al” diye. Kızılağaçlara tutunarak aşağıya inmeye başladım. Tam düzlüğe varmıştım ki iki köpek kadının elinden kurtuldu. O an ağzını olabildiğince açmış iki köpek gördüm üzerime gelen. Kızılağacın bedenine sarıldım. Sağımdan solumdan gelen iki köpeğe hayatımın çalımını atarak, ısırık dahi almadan kadına koştum. Kadın köpekleri önce sopayla kovaladı sonra sakinleştirdi. Topumu alarak çıktım oradan…
Dün, Johan Cruyff’un öldüğünü öğrendiğimde o anlar yeniden gözümün önüne geldi. Futbolda hiçbir zaman özel bir yeteneğim olmadı. Kendi bildiğim kadar oynadım bu oyunu. Ama hayatımın en iyi, en özel çalımını zaten atmıştım ihtiyacım olduğu anda. Gerisi ne gam… Bana bu çalımı atmayı öğreten adam gitti dün. Çok şey yazılacak hakkında. Dünya futboluna kattıkları tekrar tekrar söylenecek. Ben de yeniden okuyacağım tekrar tekrar. O benim kahramanımdı, bana hayatımın en büyük çalımını atmayı öğreten. Minnettarım…