ABD Aralık 1941’de İkinci Dünya Savaşına girdiğinde, Washington yönetiminin Sovyetler Birliği’ne yönelik tavrında bir yumuşama yaşanmış; yakın zamana kadar ezeli rakip olarak görülen SSCB, savaş sonrası dönemde barış ve istikrarı korunması namına işbirliği yapılabilecek bir partner olarak görülmüştü. O dönem yayınlanan gazete ve dergilerde, “her ne kadar Rusya halkı farklı bir ekonomik sisteme sahip olsa da, her iki ülke de istikrarlı bir dünya yaratmak adına barışa ve demokratik değerlere saygılıdır” tezi işleniyordu. Bu dostluk teması savaş ve savaş sonrası düzen üzerine atılan nutuklarla sınırlı kalmamış, Hollywood filmlerine de yansımıştı.
Soğuk Savaşa doğru
1942 ve 1945 yılları arasında sürdürülen bu dostane hava, savaş biter bitmez solup gitti. Kim bilir, belki de her iki taraf sırf Hitler belâsından kurtulmak ve savaş cephelerindeki askerlerine moral verip destek sağlamak amacıyla bu siyaseti benimsemiş veya böyle bir “rol yapma” ihtiyacını duymuştu. Savaş sonrası düzenin nasıl sağlanacağı konusunda Yalta ve Potsdam konferansları düzenlenmiş; Naziler Doğu Avrupa’dan atıldıktan sonra bu ülkelerdeki yönetimlerin demokratik seçimlerle oluşturulması yönünde ilkesel bir karar alınmıştı.
25 Temmuz 1945’te Potsdam’ da bir araya gelen Winston Churchill, Josef Stalin ve (12 Nisan’da ölen Roosevelt’in yerine) Harry Truman, Almanya’nın kaderini konuşmaya başladılar. Doğrusu asıl mesele, 1919-20 Versailles barış görüşmelerinde olduğu gibi savaş tazminatıydı. Sonunda Müttefikler Almanya’yı kendi aralarında dörde bölmekte anlaştılar. ABD, Britanya ve Fransa, ülkenin batı kısmını işgal ederken, Sovyetler doğu kısmını elinde tutu. Böylece Sovyetler Birliği sanayisini geliştirme imkânını da elde etmiş olacaktı.
Savaş sırasındaki ittifak, çok geçmeden yerini iki farklı sistem arasındaki rekabete bıraktı. Aslında Naziler Doğu Avrupa’dan çıkartıldıktan hemen sonra, Sovyetler Birliği bu ülkelerde kendisine bağlı komünist yönetimler oluşturmak amacıyla kolları sıvamıştı bile. 1947 yılına gelindiğinde, Polonya, Macaristan, Bulgaristan ve Romanya’da Moskova’ya bağlı yönetimler artık iş başındaydı. 1948’de komünist bir darbe ile Çekoslovakya’daki demokratik rejim de iktidardan düşürülünce, Sovyetler Birliği Orta Avrupa’da da önemli bir tutunma noktası elde etmiş oldu.
George Kennan’ın telgrafı
1946 yılında George Kennan, Moskova’dan Washington’a gönderdiği 8000 kelimelik “uzun telgraf”ta, Sovyetlerin kendi sistemlerini her tarafa yaymak için çalıştıklarını, bu nedenle hiçbir şekilde uyum ve işbirliğine açık olmadıklarını anlattı. Kennan’a göre Sovyetler bu amaca ulaşmak için Batılı güçleri de birbirlerine karşı kışkırtacak ve giderek kendisine bağlı kukla yönetimler meydana getirecekti.
SSCB kendi egemenlik alanlarını genişletmeye çalışırken, ABD Başkanı Harry Truman Avrupalıların uzun yıllar Hitler’e karşı uyguladığı oyalama veya yatıştırma tavrından farklı bir siyaseti benimsedi. Kuşatma ve adım attırmama (containment) politikasını hayata geçirmek için kolları sıvadı. Bu politikayla Sovyetlerin ideolojisini ihraç etmesi ve bu temelde nüfuz alanını geniişletmesinin önüne geçilecek; çook gerektiği takdirde askeri yollara başvurulacaktı. Truman doktriniyle ABD, dünyanın neresinde olursa olsun “özgür halkları” savunma, onlara ekonomik ve askeri destek sağlama sözü verdi. Böylece Marshall Planı kapsamında milyarlarca dolar Batı Avrupa’nın harap olmuş ekonomilerinin düzlüğe çıkarılması için harcandı. NATO’nun da kurulmasıyla, ABD Moskova’ya Batı Avrupa’yı savunmak için savaşa hazır olduğu mesajını verdi.
1947’de Soğuk Savaş artık resmen başlamıştı. Hem ABD hem Sovyetler Birliği, etki alanlarını korumak ve genişletmek için kıyasıya bir mücadele içine girdiler. Soğuk Savaş iki blok arasında askeri, siyasi, ekonomik ve ideolojik alanları içeren bir güç mücadelesiydi. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından, 1991’de Sovyet Birliği’nin dağılmasıyla son buldu.
Bugün Soğuk Savaş dendiğinde, hemen hepimizin aklına 1947-1991 yıllarında ABD ile SSCB arasındaki güç ve etkinlik mücadelesi geliyor. Bu çekişmeyi “Soğuk Savaş” diye tanımlamamızın sebebi, iki blok arasında sıcak bir çatışmanın yaşanmamış olmasıdır.
Geniş anlamıyla “soğuk savaş” hep vardı
Bana göre “soğuk savaş” kavramı, sadece tarihin bu dar dönemine sıkıştırılacak kadar kısır bir kavram değil. Soğuk savaşı biri dar biri de geniş olmak üzere iki anlamda kullanmak gerekir. Dar anlamıyla Soğuk Savaş 1947-1991 yılları arasında yaşandı. Ancak geniş anlamıyla “soğuk savaş” ilk medeniyetlerin ortaya çıkmasından bu yana var ve halen de sürmekte.
Bir kere, tarihin farklı dönemlerinde yaşanmış oldukça farklı “soğuk savaş” türleri var. Bunlardan en yaygın olanı, bir devlet veya imparatorluğun, sınırları dışındaki bir kesim ile etnik anlamda akraba olan ve/ya aynı dini (ya da aynı dinin farklı mezheplerini) paylaşan kendi tebasından (modern dönemde vatandaşlarından) unsurlarla arasındaki gerilim veya çatışma. Örneğin Osmanlı devleti Balkanlar ve Avrupa’da Hıristiyan devletler ile savaşırken, kendi içindeki Hıristiyan unsurlarla da bir soğuk savaş halindeydi. Anadolu’daki Rumların sayıca Yunanistan’daki Yunanlılardan fazla olduğu bir durumda, gene Osmanlı devleti Yunanistan ile çarpışırken, kendi içindeki Rumlarla da bir soğuk savaş içindeydi. Osmanlı- İran savaşlarında, Osmanlı devleti kendi tebaası olan Aleviler ile bir soğuk savaş yaşarken, İran da kendi içindeki Sünniler ile bir soğuk savaş yaşamaktaydı.
En yıkıcı “soğuk savaş” bir devletin kendi vatandaşlarıyla yaşadığıdır
Kuşkusuz hiçbir savaş, bir ülkenin kendi içindeki vatandaşlarıyla yaşadığı soğuk savaşlar kadar yıkıcı ve bölücü olmamıştır. Bir devlet kendi içinde bir soğuk savaş halinde değilse, kimi zaman dış savaşlar o devletin birliğini pekiştirir, gücünü ve etkinlik alanını artırabilir. Ancak içeride yaşanan soğuk savaşlar yıkıma sebep olabilir. Osmanlı devletinin sonunu getiren en önemli sebeplerden biri, devletin kendi tebasının farklı kesimleriyle yaşamak durumunda kaldığı soğuk savaşlardır.
1071’i sadece Türklerin Anadolu’ya açılışı şeklinde okumak eksiktir. 1071 tarihteki Kürt-Türk ittifakıyla Osmanlı gibi cihanşümul bir devletin ortaya çıkışını sağlayan ilk adımdır. O günden sonra bu ittifak hep devam etti. Osmanlı dağıldıktan sonra da Kürtler yine kanları ve canlarıyla Cumhuriyetin kuruluşunda Türk kardeşleriyle birlikte hareket etti. Türk kardeşiyle birlikte ölen ve Türk kardeşiyle bu ülkeyi birlikte kuran Kürdün, bu ülkeyi Türk ile bir arada yönetme hakkı vardır. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucu kadroları, “kendi kaderini tayin ilkesine” saygı duyduklarını belirtip, Kürtlerin de bu ülke toprakları üzerinde özerk bir yönetime sahip olacaklarını söylemişlerdi. Bütün bunlar Meclis tutanaklarında yer aldı. Ancak olmadı. Başta Sovyet devrimi olmak üzere, iç ve dış dengeler Kürtleri bu doğal haklarından mahrum bıraktı.
AK Parti, Kürt meselesinin çözümü açısından en önemli psikolojik bariyerleri aşmışken, PKK’nin Kemalist aklı (bu aklın kimi zaman Baasçı, kimi zaman İrancı olduğunu bugün daha net görüyoruz) doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarını hedef alınca, ülke tekrar bir şiddet iklimine döndü.
Türkiye’deki barış sürecini bozan akıl bir taşla iki kuş vurmak istedi: Hem Türkiye’de Kürt ve Türkleri birbirine düşürmek, hem de Türkiye’yi Suriye’deki Kürtlerle karşı karşıya getirip, ülkeyi bir soğuk savaşın ve oradan derin bir kaosun içine çekmek.
Türkiye, kendi vatandaşı Kürtlerle
soğuk savaşa girmemeli
Türkiye Suriye’deki Kürtlerle bir savaş içine girdiğinde, ister istemez kendi içinde içindeki Kürtlerle de bir soğuk savaş durumu yaratır. Oysa Suriye politikasında, daha önce Irak Kürtleri meselesinde olduğu gibi, daha kucaklayıcı bir siyaset benimsenebilir. Örneğin birkaç gün önce CHP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz Washington’da şu açıklamada bulundu: “Biz şunu diyoruz; PYD ‘Ben PKK’yı kınıyorum ve faaliyetlerini desteklemiyorum, kesinlikle bir bağım yok’ diyorsa bu bir yol olabilir. Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi PKK’yı reddettiği için onlarla ayrı bir kanal açtık. Aynı şey neden Suriye’de olmasın? Suriye halkı özerk bir yapı isterse bu, o bölgenin Türkiye ile ilişkilerini de kolaylaştırabilir ama tek bir şartla; PYD’nin PKK ile bağlarını kesmesi halinde. PYD’nin o bağı koparması mümkün. Hatırlayın, Talabani ve Barzani de ‘PKK’yı kabul etmiyoruz. İşbirliği yapmıyoruz ve ofisini kapatıyoruz’ noktasına bir süreçle geldi. Hâlbuki ilk önceleri PKK ile pêşmerge ayrımı pek yapılmazdı (Hürriyet, 28 Mayıs 2017).”
AK Parti’nin Kürt meselesinin çözümü noktasındaki en büyük handikaplarından biri, Türkiye’deki ana muhalefetin ulusalcı bir yaklaşımla iktidarı sürekli olarak engellemesiydi. Oysa ana muhalefet, henüz işin başında iken çözüm konusunda demokratik bir çizgiyi benimseyip teşvik edici bir rol üstlenebilseydi, Kürt meselesinin çözümü çok daha kolay olurdu. Kanımca AK Parti, CHP’den gelen bu demokratik öneriyi de esas alarak, Suriye Kürtleri politikasını bir daha gözden geçirmelidir. Dilerim Öztürk Yılmaz’ın düşünceleri öncelikle kendi partisi içinde destek bulur ve böylece bütün memleket için hayırlı olur.