Nisan ayı, Ortadoğu’nun kaderinin belirlendiği çok kritik bir ay olacak. Çünkü o tarihten sonra Amerika Suriye'den çekilmeye başlayacak. Türkiye ile Amerika arasında sürdürülen Kuzey Suriye’nin şekillendirilmesi müzakereleri de tamamlanmış olacak.
Müzakere masasında iki tez var.
Amerika, Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygılarının da, IŞİD’le mücadele eden Kürtlerin de (YPG) zarar görmeyeceği bir uzlaşma arayışı için çalışıyor. Bu kapsamda PYD-YPG temsiliyetini (meselâ Roj peşmergeleri ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi-ENKS gibi) diğer Kürt öğelerine de açarak, BM gözetiminde bir Kuzey Suriye statüsü oluşturmak istiyor.
Türkiye, ABD’nin bu tekliflerine şiddetle karşı çıkıyor. YPG yerine Roj peşmergelerinin geçirileceği, Kürtlerin sadece demografik olarak yoğun oldukları yerlerle sınırlı kalacağı ve Kuzey Suriye’nin belirleyici ana aktörü olamayacağı yeni bir yapılanma öneriyor. YPG’nin yerini alacak yeni gücü ise “istikrar gücü” (Erdoğan’ın ifadesi) olarak görüyor.
Müzakereler güvenli bölge oluşturulması ve YPG’ye mensup silâhlı unsurların akibetinin ne olacağı konularında “tıkanmış” görünüyor. Türkiye, 32 kilometrelik güvenli bölgede YPG unsurlarına yer verilmemesini, bu unsurların 32 kilometrelik alının dışına (meselâ daha güneye) kaydırılmasını isterken, Amerika bu fikre karşı çıkıyor.
Trump, Türkiye gözetimi ve denetiminde bir güvenli bölge fikrine karşı değil. Ancak bu bölgede Türk askeri ile YPG’nin birlikte yer almasını istiyor. Son attığı tweette de görüldüğü gibi, bunu sadece istemiyor; elindeki ekonomi sopası ile dayatıyor.
Güvenli bölge tartışması sadece Türkiye ile Amerika arasında sürmüyor. PYD-YPG cephesi de, Türkiye liderliğinde bir güvenli bölge fikrine itiraz ediyor. Güvenli bölge fikrine ancak uluslararası güvence karşılığı evet diyebileceklerini söylüyor. Suriye ve Rusya da güvenli bölge fikrine karşı. Her iki ülke, bölgenin rejime teslim edilmesi gerektiğini vurguluyor.
En rasyonel kararı aramak
Tabloyu yukarıda özetledim. Fazla zamanımız yok. Nisan ayı yaklaşıyor ve dananın kuyruğu kopacak. O yüzden bu sürece dahil olmamız, bir strateji belirlememiz gerekir.
Bizim için en doğru karar hangisi? Amerika’nın masaya getirdiği, YPG’ye dokunmadan 32 kilometrelik bir güvenli bölge inşa etmek mi, yoksa 32 kilometrelik bir bölgede YPG unsurları yerine diğer Kürt bileşenlere yer verecek bir kombinasyon yaratmak mı?
Süreci götürürken bize üç ilke kılavuzluk ederse, en doğrusunu bulma imkânımız olur.
(1) Gücümüz, istediğimiz her şeyi yapmaya yetiyor mu?
(2) Kabul edeceğimiz veya uğrunda direteceğimiz şey, en fazla yarar getirecek olan şey midir? Örneğin elde edeceğimiz şey bir mevzinin ele geçirilmesi midir, yoksa savaşın kazanılması mıdır?
(3) Süreci nasıl götürüyoruz? Devlet aklı üzerinden mi, yoksa siyasal yarar üzerinden mi?
Önce şu sorunun yanıtından başlayayım. Amerika’nın planına evet dersek ne olur? Şu olur: Asıl hamisi Türkiye’de silâhlı mücadele yürütürken, Suriye şubesine askeri ve siyasi bir teritoryal egemenlik alanı sunmuş oluruz. Bu durumda, Cumhurbaşkanlığı iletişim birimine atandıktan sonra farkını hissettirip başarılı çalışmalar çıkartan Fahrettin Altun’un ifadesiyle, ulusal güvenlik müzakere konusu yapılmış olur.
Bir de tersinden bakalım. Türkiye ile YPG’nin güvenli bölgede birlikte yaşamayı kabul etmesi veya bu konuda anlaşması, PKK’nin Türkiye’deki eylemlerinin siyasi meşruiyetini daha da bitirmiş olmaz mı? PKK hangi ahlâkî ve siyasi saiklerle, hemen burnunun dibinde Suriye kolu ile anlaşmış bir Türkiye’ye yönelik eylemlerde bulunabilir? Bulunması halk nezdinde meşruiyetinin daha da bitmesi anlamına gelmez mi?
Bu tezde doğrular olduğuna katılıyorum. Böyle bir uzlaşmanın PKK’nin marjinalleşmesine katkı sunacağı, hattâ bu süreci hızlandıracağı âşikârdır.
Ancak yine de Türkiye için en doğru seçenek, Amerikan’ın önüne getirdiği öneriye hiçbir koşul ileri sürmeden evet demek olamaz.
Türkiye ne yapabilir?
Türkiye önce ne yapmak istediğine, son direnç noktasının neresi olacağına karar vermeli. Güvenli bölge kuşağında YPG’nin barındırılmaması tezinde diretebilir. Hattâ bu talebini masada kabul de ettirebilir.
Ancak bu çözüm mü?
Bizim meseleyi kendi özgüllüğü ve tekilliği içinde gören yaklaşıma değil de daha genel Kürt resmi içinde, çok katmanlı ve çok yönlü bir şekilde gören bakış açısına, Rojava modellemelerine ihtiyacımız var.
2015 sonrası gelişmelere baktığımızda, evet, Türkiye Kürt sorununda siyasi ve askeri açıdan psikolojik üstünlüğü ele geçirdi. Ancak bu üstünlüğü projelendiremedi. Şimdi bu üstünlüğü projelendirme zamanı. Ayrıca sadece etkili güvenliğe dayalı üstünlüğü de sürdürülebilir bir şey olarak görmemek lazım.
O yüzden, bizim temel demokrasi meselelerini sadece güvenlikle eşitlemeyen alternatif yaklaşımlara; Rojava'da güvenliği önemseyen, ancak güvenliği sosyo-psikolojik perspektifle de dengeleyen yaklaşımlara; Rojava meselesini çözerken içerdeki Kürtlerin devlet ile bağlarını kuvvetlendirmeye, aidiyet duygusunu geliştirmeye de ekmek ve su kadar ihtiyacımız var.
Bu mantık silsilesi doğrultusunda, Rojava sorununun PKK’nin silâhsızlandırılmasına yönelik bir stratejiye dönüştürülmesi, silâhsızlandırıldıktan sonra PKK’nin çıkış kapısı olarak Kuzey Suriye’ye entegre ettirilmesi, alternatif arayışlarının ağırlık merkezi olarak düşünülebilir.
Ancak bu arayışlar ne rijit hareket eden bir HDP ile; ne vizyonsuz, kitabi konuşan liberallerle; ne ulus-devleti esnetmeyerek kırılması sonucunu doğuracak dogmatik ulusal çevrelerle; ne de kanatları olmadan uçmak isteyen yerli-milli kanadın şahinleriyle sürdürülebilir.
Türkiye yukarıda yürüttüğüm tartışmalar bağlamında dört şey yapabilir.
(1) PKK’yi silâhsızlandırmadan, bu konuda bağlayıcı taahhütlere uluşmadan Rojava statüsünü meşrulaştıracak girişimlerde bulunamaz. Bunun için YPG’nin güvenli bölge dışında konuşlandırılmasını istemeli; ancak bu seçeneği, yani YPG'nin Rojava'ya dönmesini, PKK'nin silâhsızlandırılmasına bağlı olarak müzakere edebileceğini de hissettirmelidir.
(2) Türkiye Rojava’nın statüsünü başkalarının tarifi üzerinden değil, ancak kendi tarifi üzerinden tanıyabilir. Bu da Rojava’nın sınırlandırılmasını… yerleşim bölgeleri arasında tampon bölgeler oluşturulmasını, kantonlar arası bütünlüğün kopartılmasını… Rojava’ya apayrı bir statü yerine Arap coğrafyalarıyla birlikte düşünülmesini… YPG’nin Rojava bölgesinde ağır silâhlarla donatılmış bir milli ordu yerine hafif silahlarla donatılmış bir polis gücü olarak konuşlandırılmasını… bu kapsamda elindeki ağır silahların toplanmasını… bölgenin ancak tüm bu süreçler tamamlandıktan sonra rejime devredilmesini gerekli kılar.
(3) PKK’nin silâhsızlandırılmasına kafa yorulurken çözüm süreci yeniden canlandırılarak “nerede kalmıştık” denilemez. Türkiye o süreçten yeterince ders çıkardı. Sürecin o şekilde gitmeyeceğini, o türden bir sürecin örgütü güçlendirdiğini gördü. Klasik, kamuoyuna açık, Öcalan merkezli bir çözüm süreci yerine arka oda diplomasisine dayalı, yine Öcalan merkezli ama bu kez sadece gelinen son durumun ve varılan anlaşmanın kamuoyuna açıklanacağı daha gizli bir süreç düşünülebilir. Hattâ bu amaca yönelik olarak örgüt ile İmralı arasında güvenilir bir dolaylı kanal da oluşturulabilir. Ama bu kez Türk devlet aklı, İmralı ile görüşmelerin örgütü güçlendirmeyecek şekilde hayata geçmesi için daha dikkatli davranacaktır.
(4) Çözüm sürecinde, bölgesel ve uluslararası düzlemin sürece katkı sunmamasının müzakereler üzerinde ne kadar etkili olduğu anlaşılmıştı. O yüzden sürece diğer aktörler de dahil edilebilir. Ama bunun için ABD'nin yanı sıra Rusya, İran, Irak, Barzani ve Suriye rejiminin de çözümü satın alması, Türkiye’nin bu yönde geliştireceği oyun planına destek vermeleri gerekir. Bu da her aktörü ayrı ayrı değerlendirmeyi, her aktör için ayrı bir strateji belirlemeyi gerektirir. Bu kapsamda özellikle Rusya, İran ve Suriye rejiminin kuşku ve kaygılarını giderecek yaklaşımlar geliştirilmelidir. Bu minvalde Türkiye, kendi projesine destek karşılığı rejimle daha yakın ilişkilere kapıyı açık bırakabileceğinin muhataplarca düşünülmesini sağlayabilir.
Devam edecek ve bir sonraki yazımda PKK silâhsızlanmaya evet der mi konusunu tartışacağım.