[4-7 Ocak 2022] Yemin ederim uydurmuyorum. BBC web sitesinde 31 Aralık 2021’de Waiyee Yip imzasıyla yayınlanan “Çin’de bazıları niçin ‘küçük göz’lerin güzel olmadığı kanısında” (China: Why some think ‘small eyes’ are not beautiful) yazısından aktarıyorum. Yukarıdaki fotoğraf Çinli model Cay Niyangniyang’a ait. Çin’de Üç Sincap diye bir çerez markası varmış. Cay bundan üç yıl önce bu çerez markası için bir dizi reklam fotoğrafında yer almış.
“Doğduğum günden beri Çin’e hakaret mi ediyorum?”
Görünüşte tamamen yerli ve millî bir olay. O sırada hiçbir şey olmamış. Derken, Batı medyasında, özellikle reklamlarda Çinlilerin nasıl gösterildiği konusu, yeni ve tırmanan millî hassasiyetlere malzeme yapılmış. Kasım ayında ünlü bir Çin moda fotoğrafçısı (kadın), Dior için çektiği fotoğraflarda dar gözlü bir model kullandı diye hücuma uğramış; “cehaleti” için özür dilemek zorunda kalmış. Ardından tepkiler, Mercedes-Benz ve Gucci’nin gene dar gözlü Çinli kadınların yer aldığı reklam çekimlerine yönelmiş. İşte, denmiş, Batı ırkçılığının klişeleri. Buradan giderek hepsi, yükselen bir Batı düşmanlığı çerçevesine oturmuş.
Ve kabak sonunda, Cay Niyangniyang’ın da başına patlamış. Birileri gidip çıkarmış, 2019’daki fotoğraflarını. Kıyamet kopmuş. Efendim, neden bu reklamlarda kullanılan modeller Çin reklamlarında daha sık rastlandığı gibi açık tenli ve büyük yuvarlak gözlü değilmiş (tersi de sorulamaz mı acaba). Neden, Çin’de bugün kabul edilen ideal güzellik ölçütlerine (yani işte açık renkliliğe ve büyük, yuvarlak gözlülüğe) uymuyormuş (asıl soru o ideal güzellik anlayışına nasıl gelindiği olamaz mı). Bu bağlamda Cay “yurtsever olmamak” ve halkın duygularına karşı “kasten mütecaviz” bir tavır almakla suçlanmış. Yurtsever olmamak — inanabiliyor musunuz, çekik gözlü olduğunuz ve öyle fotoğraf çektirdiğiniz için bu şekilde karalanmaya! Sosyal medyadaki cazgırlık, şirkete pes ettirmiş. Çevrimiçi reklamları kaldırmış ve halkı “rahatsız” hissettirdikleri için özür dilemişler (nedir, birilerinin rahatsız olması/olmamasının sınırı?). Ama Cay Niyangniyang’ın kendisi boyun eğmemiş. Çin’in twitter-benzeri Weibo platformunda, insanların farklı gördükleri kişilere daha “anlayışlı” davranması umudunu dile getirmiş. Benim nasıl göründüğümden hoşlanmasanız bile, bana saldırmanıza ne gerek var demiş. “Benim gözlerim işte tam böyle; hattâ aslında, [reklam fotoğraflarındaki hallerinden bile] daha küçük.” Devamında sert bazı sorular sormuş: “Sırf gözlerim küçük diye Çinli sayılmamayı mı hak ediyorum? Çehrem bana annemden babamdan geçen bir şey. Nasıl göründüğümden ötürü mü, daha doğduğum günden beri Çin’e hakaret etmiş oluyorum?”
Cinsiyetçiliklerini zerrece algılamıyorlar
Helâl olsun. Vermiş ağızlarının payını. Fakat burada çok daha derin sorunlar var tabii, Cay Niyangniyang’ın kişisel mağduriyetinin ötesinde. Bu da en çok rejimin sesine yansıyor. Evet, parti ve devlet de devreye girmiş, Üç Sincap reklamları tartışmasında. Ve tabii milliyetçiliğin ve illâ Batı düşmanlığının, mutlaka Batı düşmanlığının, her durumda Batı düşmanlığının yanında yer almış. Milliyetçilik, elde var bir. Çünkü anti-emperyalizm, elde var bir. Resmî mecralardan China Daily’de yayınlanan bir başmakalede, “estetiğe aşırı uzun bir süredir Batı güzellik ölçütlerinin, Batılı zevklerin, beğenilerin ve beğenmezliklerin egemen olduğu” kaydedilmiş. Reklamlarda Asyalı kadınların dar gözlü gösterilmesi de bunun bir parçasıymış. Neyse ki “Artık Batı her konuda mutlak söz sahibi değil”miş. Dolayısıyla “Çin halkının neyin güzel olduğu ve hangi kadınların güzel sayılabileceği konusunda onların standartlarına uyması gerekmiyor”muş. Üç Sincap, bir Çin markası olduğuna göre, “Çinli tüketicilerin reklamlarda nasıl resmedildiklerine ilişkin hassasiyetlerinin farkında olması beklenir”miş.
Yani ilk okuduğumda, bizim İletişim Başkanlığı’nda mı yazıldı diye de düşündüm doğrusu. Zira hem (başta millî ve milliyetçi homojenizasyon) aynı düşünce kalıpları, hem hepsinin bağrında çok büyük, çok tipik bazı çelişki ve ironiler saklı. Bir kere şunu söyleyeyim: olayın tamamı son derece cinsiyetçi. Nasıl desem? Ataerkil. Patriyarkal. Erkek-egemen. İşte hepsi ve her biri. Bizatihî güzellik (fiziksel güzellik) alanı ve tartışması böyle bir şey. İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ. Kölecilik. Feodalizm. Kapitalizm. Ve buyurun size sosyalizm. Hepsinde kadınlar birer cinsel obje. Onlara, erkeklere güzel ve çekici gözükmeleri dayatılıyor. Erkekler, kadın güzelliği ve çekiciliğinin ne olabileceği, nasıl olması gerektiği konusunu tartışıyor ve norm getiriyor. Reklamlar hep şu veya bu markanın kadın cinselliği üzerinden, kadın bedeni kullanılarak çekici gösterilmesine dayandırılıyor. — Bu eleştirel bakışı, son otuz kırk yılın feminist yazar ve düşünürleri sayesinde kazandık. Fakat hiçbiri Çin Komünist Partisi’nin zerrece umurunda değil. Zaten kendisi alabildiğine ataerkil bir örgüt. 2017’deki son (19.) parti kongresindeki 938 delegeden sadece 83’ü kadın (yüzde 8.8). 25 kişilik politbüroda tek bir kadın var. Asıl bütün Çin’i yöneten politbüro daimî komitesinde ise, takım elbiseleri, çok ciddî ifadeleri ve otoriter beden dilleri ile hepsi Men in Black filminden fırlamış Şi Cinping klonlarını andıran yedi erkek oturmakta. Ve işte bu yedi erkek, Çin’in resmî ideolojisini üretiyor. O resmî ideoloji de genel cinsiyetçilik çerçevesini hiç sorgulamaksızın, çıkışı sadece Batıya karşı Çin normlarında (cinsiyetçi estetiğinde) arıyor.
Irkçılığa tepkiden yola çıkıyor; dönüp dolaşıp ırkçılığa geliyor
Bu da bizi iki büyük garabete daha getiriyor. İllâ bu terimler ve alternatiflerle konuşacaksak, acaba hangisi Batı estetiğine daha fazla boyun eğmek: küçük ve çekik gözlülüğü benimsemek mi, büyük ve yuvarlak gözlü gözükmek mi? Anlıyoruz tabii, ilkini sindirememe veya kabullenememe reaksiyonunun nereden geldiğini. Ardında gerçekten Batının 19. yüzyılda şekillenen “çekik gözlü Asyalılar” kalıpyargısı var. Hollywood filmlerinde Asyalı kötü adamlar hep böyle resmediliyor. “Sarı tehlike”yi, Batı toplumunu tehdit eden Uzak Asya kültürleri umacısını temsil ediyorlar.
Öte yandan — belki birçok tarihsel klişede olduğu gibi bunda da hiç mi gerçek payı yok? Batı, kendi Avrupa-merkezci “nazar”ını (gaze) sıfırdan mı icat ediyor? Modernite öncesinin uzun yüzyılları boyunca, Çin’in geleneksel güzellik ölçütlerinde dar ve çekik gözler (ve çocukluktan sımsıkı bağlanıp küçücük bırakılmış ayaklar) çok önemli bir yer tutmuyor mu? Çin ve Japon resmi, dar ve çekik gözlü çehrelerle dolu değil mi? İnternette bir dolaşın isterseniz, örneğin Tang Hanedanı (618-907) minyatür ve heykelcikleri arasında; hepsi çekik gözlü, hattâ tersi yok diyebiliriz. Buna karşılık, ilginçtir, güzellik (kadın güzelliği) ölçütlerinde son büyük değişim 1970’li yılların sonlarında başlamışa benziyor. Mao öldükten ve Büyük Proleter Kültür Devrimi (1966-1976) apar topar sona erdirildikten sonra, Çin dünyaya açılmaya başladı. Yabancı şirketler, filmler, müzik, reklamlar, moda defileleri girdi. Genel olarak sanat ve kültür ortamı değişti. Konservatuarlar, senfoni orkestraları kuruldu. Çin büyük piyanistler, kemancılar yetiştirir oldu. İşte bu andan itibaren, Batılı kadın güzelliği Çin’de de benimsenmeye başladı. China Daily toptan atlamışa benziyor bu çelişkiyi. Kırk yıl sonra bugün, Çin medyasındaki güzel kadın imajlarına hemen tamamen Batı estetiği hâkim. Aynen, 2019’daki Üç Sincap çekimleri nedeniyle Cay Niyangniyang’a yönelik saldırılarda belirtildiği gibi (bkz yukarıda). Çin kadını budur, bizim estetiğimiz budur diyorlar: açık tenli, büyük ve yuvarlak gözlü. Büyük kentlerin tırmanan, hali vakti yerinde genç Çinli kadınları da bunu benimsemiş, içselleştirmiş durumda. Sürekli kozmetik cerrahiden geçip gözlerini büyütmeye, açtırmaya çalışıyorlar.
Yapsınlar; yerden göğe kadar hakları. Bedenleri ve yüzlerine ilişkin bütün kararları kendileri versin. Fakat burada işin kâh komik, kâh acı yanı, bunun Batının çekik gözlülük klişesine karşı Çin’in kendi estetiği olarak lânse edilmesi. Hattâ biricik estetik değer konumuna yükseltilmek istenmesi. Bu da, (en temeldeki, tümüyle gözardı edilen cinsiyetçilikten sonra) değinmek istediğim ikinci büyük garabet: çeşitliliğin yitirilmesi, yokedilmesi. Gerçekte Çin, çok büyük bir ülke. 1.4 milyarın içinde çeşit çeşit insan var: uzun boylular ve kısa boylular, zayıflar ve şişmanlar, bu arada çekik gözlüler ve yuvarlak gözlüler. Hepsi Çinli ama gelin görün ki bazı Çinliler satır aralarında bunu kabul ermek istemiyor artık. Çekik gözlülüğü reddederken, aslında fizyolojik ve estetik çoğulculuğu reddetmiş oluyorlar.
Oryantalizme tepkiden yola çıkıyor; çareyi Oksidantalizmde arıyor
Enteresan bir paradoks beliriyor. Batı dünyası çeşitlilik (diversity) yönünde gidiyor. ABD’de, Trumpçılık kaba ırkçı bir Çin düşmanlığını köpürttü. Bu yüzden birçok Asyalı Amerikalı saldırıya uğradı. Karşıtında, çoğulcu demokratik bir reaksiyon da yükseldi. Buradan giderek çeşitliliğin kapsamını daha da genişletmek; Batı medyasında (olanca farklılıkları içinde) bütün Asyalı çehrelerin daha fazla temsil edilmesine çalışmak mümkün. Ama Çin’in tavrı tam ters yönde. “Çekik gözlüler” ve “sarı tehlike” klişelerinin içerdiği ırkçılığa reaksiyon içinde, dönüp dolaşıp bir başka tür, hem de Batı estetiğinden özgürleşme diye takdim edilen ırkçılığa (büyük ve yuvarlak göz ırkçılığına) geliyor.
Oryantalizmin (Şark geri ve kötüdür, bütün sorun Şarkın kendi özündedir) karşılığı ve antitezi Oksidantalizmde aranıyor (Garp geri ve kötüdür, bütün sorun Garbın kendi özündedir). Çıkmaz sokak. Çünkü Oksidantalizmin kendi sakat, ucuz, çürütücü ve ifsâd edici yanları var. Geçmişin emperyalist-kolonyalist travmatizasyonu ne olursa olsun, eziklik iyi bir şey değil. Eziklik, son tahlilde kendine acımak demek, sürekli ötekini suçlamak demek, hep günah keçileri aramak demek. Milliyetçi ezikliğin emperyalizme karşı yerli ve millî vurgusu çok naif, çok çocuksu çözümlere kaçabiliyor. Kendi kültürel gerilik ve ilkelliklerini doğuruyor. Bu da bizi, dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanırken, kendimizle baş başa bırakıyor.
Sanat ve edebiyatı propagandaya indirgiyor, özerkliğini yokediyorlar
Gerçekten de son zamanlarda hayli tuhaf şeyler yaşamakta Türkiye, kültür alanında. Belki her alanda, ama sanki en fazla kültür alanında. Bir kere, gerçek dünya ile sanat ve edebiyat arasındaki ayırım kaybolmuş gibi. Diziler, filmler, romanlar — ister tarih ister bugün olsun, realiteden ayrı ve özerk bir kerte, farklı bir anlam dünyası olarak algılanmıyor. Bunda, medyanın son yıllarda sürekli günceli kurmacalaştırmalarının; Kurtlar Vâdisi ve benzeri mafyatik dizilerde çok az maskelenmiş siyasî kişiliklerin de yer almasının; II. Abdülhamid diye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sahnelenmesinin; kısacası, sanat ve edebiyatın politikanın hizmetine koşulup sürekli alegorileştirilmesinin de büyük payı var. (Bir adım daha gideyim; Diriliş, Kuruluş, Uyanış, Payitaht – Çin’de 1966-1976 Büyük Proleter Kültür Devrimi yıllarının binlerce defa sahnelenen ve başkasına izin verilmeyen, o alabildiğine basmakalıplaşmış, hep aynı formülleree göre üretilen “sekiz örnek devrimci opera”sına karşılık geliyor.)
Sonuçta, toplumun bir kesimi için ikisi farksız hale geldi ve geliyor. İnsanlar âdetâ bir takım kitsch tarih dizilerinde yaşıyor; ya buradan gerçekliğe, ya da gerçeklikten başka sanat ve edebiyat eserlerine geçiş yapamıyor bir türlü. Öyle veya böyle; Don Kişot misali (ama çok daha kötü ve kirli biçimde) kendi fantazmagoryalarının yeldeğirmenleriyle dövüşüyor. 13 Şubat 2014’te Muhteşem Süleyman’ın 123. bölümünde Şehzade Mustafa’nın katli izleniyor. Al Jazeera Turk’un 14 Şubat 2014 tarihli haberine göre, o gece (herhalde Türkiye’nin Osmanlı karşıtı mahallesinden) Osmanlı hanedanının burada yaşayan üyelerine telefonlar yağıyor, mesajlar geliyor; “Hürrem’in tohumundan geliyorsunuz, soyunuz ortada” veya “Hiç mi acımadınız? Saltanat sürseniz kim bilir kaç oğlunuzu öldürürdünüz” diye hakaretler ediliyor. Orhan Osmanoğlu şaşkınlığını “500 yıl önce yaşanan bir olay nasıl olur da bugün böylesine bir patlamaya yol açar, anlamış değilim” diye ifade ediyor.
Tersi de varit. Yani manevî tecavüz Osmanlıcı-muhafazakâr mahalleden diğerine de yönelebiliyor. Gazeteci Oktay Candemir, Diriliş Ertuğrul dizisi hakkında sosyal medyada bir espri yapacak oluyor. Birileri, “Ertuğrul Gazi’ye hakaret” diye ihbarda bulunuyor. Van savcılığı bu kadarıyla gözaltına alınmasına karar veriyor. 7 Eylül 2020 öğleden sonra öğrenip evine geldiğinde, onlarca polisin ve zırhlı aracın kuşatmasıyla karşılaşıyor. Savcılığın ifade almaya dâveti filân da yok. Doğrudan, büyük bir operasyonla baskına geliyorlar. O geceyi nezarette geçiriyor. Ertesi sabah çıkarıldığı mahkemede, kaçma şüphesi gerekçesiyle adlî kontrol koşuluyla serbest bırakılıyor. Salt hukukî açıdan, bu işlemlerin hiçbir temeli yok. Çünkü TCK’nın 130. maddesine göre “kişinin hâtırasına hakaret” ancak şikâyet halinde koğuşturulabiliyor ve bir sonraki 131. maddeye göre de bu şikâyetin, “ölenin ikinci dereceye kadar altsoyu ve üstsoyu, eş ve kardeşleri” tarafından yapılması gerekiyor. Ama savcı da, mahkeme de, sadece kültürün ve kültür eleştirisinin ne olup ne olmadığından değil, bizatihi yazılı kanun metninden de habersiz gözüküyor.
Nihayet önümüzde bir de Orhan Pamuk örneği var. Tarcan Ülük diye bir avukat tutturmuş; Veba Geceleri romanındaki Kolağası Kâmil’in aslında Mustafa Kemal olduğunu, dolayısıyla Kâmil’e ilişkin anlatımın Atatürk’e hakaret içerdiğini iddia ediyor. Savcılıklar ve mahkemeler de bir türlü dur diyemiyor bu çılgınlığa. Bir kişi de çıkıp romandır, bir edebiyat eseridir, parti programı değildir, siyasî bir metin, makale, broşür vb değildir, amacı kendi kendisiyle sınırlıdır, isteyen istediği sübjektif yorumu yapabilir, Kâmil = Kemal yorumu da şikâyetçinin kendi sübjektif görüşüdür, yazar açıkça Mustafa Kemal demediğine ve Mustafa Kemal’a yönelik bir görüş dile getirmediğine göre, bundan ötesi öküz altında buzağı aramaktır, dolayısıyla burada herhangi bir soruşturmanın hukukî zemini bulunmamaktadır diyemiyor kestirmeden. Çünkü yargının milliyetçi tonlamalar içeren suçlamalara, ne kadar saçma olursa olsun, daha baştan dur diyecek basireti, dirayeti, özgüveni kalmamış. Kültürü de kalmamış; hem genel kültürü, hem hukuk kültürü. (Hangisinin, 19. ve 20. yüzyıl tarihinin büyük sansür, bilim özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, sanat ve edebiyat özgürlüğü dâvâlarından ne kadar haberi olmuş acaba, eğitim-öğretim süreçlerinde?) Bu yüzden, benden gitsin de nasıl giderse gitsin dercesine çağırıyorlar Orhan Pamuk’u ifade vermeye; o da usulen bir şeyler söylüyor, benim hiç öyle bir niyetim yoktu diye. Bu utanç verici haller, ancak Adalet Bakanlığı’nın müdahalesiyle son buluyor.
Bu darlık, bu kabalık, bu hoyratlık, kültür diye ne varsa dümdüz ediyor
Kültür ve sanata ilişkin son iki vukuattan birini daha önce yazmıştım: Hindi üzerinden, AKP’nin ulusalcılaşma öyküsü (18.12.2021). Özetle, bir türlü bitmiyor bu kuş meselesi. İster geçmişte bazı Atatürkçüler, ister şimdi AK Parti ve hükümet liderliği, sürekli bize gülündüğü saplantısı içinde. Neymiş; turkey hindi demekmiş, dolayısıyla ülkemize bu kümes hayvanının ismini seçip almış olmamız bizi dünya karşısında küçük düşürüyormuş. En küçük bir tarih bilgisi ve kültürü yok bunu savunanların. Ülkenin adı 12.-13. yüzyıllarda yerleşti. Kuşun keşfi ve adının ülkenin adından türetilmesi, 16. yüzyıl ve sonrası. Buradan nem kapmak, ancak büyük, derin, sürekli bir aşağılık kompleksiyle mümkün. Ayrıca, nasıl önüne geçeceksiniz bütün dünyanın ve basının ve kitapların ve televizyonların ve haritaların ve okul müfredatının ve internet sitelerinin sürekli Turkey demesinin?
Son olay tabii çok yakınlarda, Sakarya’daki Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi’nde, 21 Aralık Dünya Roman Kahramanları Günü sebebiyle organize edilen Roman Kahramanları Festivali. (Bakın, altını çizeyim: Roman Kahramanları günü ve Roman Kahramanları festivali.) Okudukları romanların farklı karakterlerine bürünen öğrencilerin bir yığın etkinlikteki görüntüsü, olması gerektiği gibi cıvıl cıvıl bir gençlik yaşantısını kamuoyuna yansıttı. Ama bu çoğulculuk, bu renklilik, bu yumuşaklık anlaşılan fazla geldi bir MHP MYK üyesine. Bir skandaldır ve soruşturma açılmalıdır dedi. İki açıdan çullandı (ben kendime göre ayrıştırıyor ve tırnak içindeki alıntılara kendi yorumlarımı katarak açımlıyorum). Bir, fazla parlak, fazla çeşitli, fazla orijinal demeye getirdi. Bu, başlı başına bir problemdi. Çizgi dışına çıkılıyordu. Oysa “Millî Eğitimin amacı ortalama TC vatandaşı yetiştirmek”ti. Disiplin, standardizasyon, hizaya girmek, çıkıntılık yapmamak… ne olmuştu bu gibi değerlerimize? Herkes haddini ve yerini bilmeliydi. İki, muhteva olarak da, Türk gencinin ne işi vardı Batı romanlarıyla? Batı bir ahlâksızlık ummanı değil miydi? “Olimpos Dağı çocukları” düşmanlarımız değil miydi? Ne demek oluyordu, “Türk çocuklarını onlara benzetme kavgası”? Sonra (burası, ekonomik felâket ile kültürel felâketin harman edildiği tam bir konjonktürel lâf salatası) “millî eğitimin bu defolu ürünleri” bize “döviz aracı ve döviz silâhı ile saldıranlar”a dönüşecekti. Bundan kaçınmak için, Batı taklitçiliği yerine, bu liseli gençlere tamamen bir Tanrı Dağı – Hira Dağı (Türk-İslâm) kültürü verilmeliydi.
Örtüşmeler, kilit sözcükler
Uzunca bir özet oldu, farkındayım. Çin’den tek bir olay aldım; bir güzellik ve çekik gözlülük tartışması. Türkiye’den ise beş ayrı olay: Şehzade Mustafa’nın katli, Ertuğrul Gazi’ye hakaret, Atatürk’e hakaret, hindi meselesi ve Roman Kahramanları Festivali. Ama burada kim daha fazla gerilik sergileyecek yarışması yapmıyor, taraflara puan vermiyoruz. Benim için, hepsini yan yana koyduğumuzda, asıl benzerlikler büyük önem taşıyor.
Hepsini hangi kilit sözcüklerle kucaklayabiliriz? Birkaçını baştan ve yeri geldikçe söyledim gerçi. Milliyetçilik ve aşırı milliyetçilik. Anti-emperyalizm — spesifik olaylarla, gerçek uluslararası haksızlıklarla ilgilenmeyen, jenerik, cihanşumül, alabildiğine genelleştirilmiş, toptan dış korkusu ve dış düşmanlığı kılığına bürünmüş bir anti-emperyalizm. Eziklik. Şişinmenin ardında saklanan özgüvensizlik. Aşağılık kompleksi. Bize gülüyor, bizimle alay ediyor, bize bir şeyler empoze etmeye çalışıyorlar. Buna karşı: toptan Batı düşmanlığı. Garbiyatçılık (Oksidantalizm). Farklı olanı (her türlü farklılığı) kaldıramamak, hazmedememek. Önüne geleni millî olmamakla, yurtsever olmamakla suçlamak. Dolayısıyla otoritarizm. Konformizm. Herkes hizaya girecek, haddini bilecek. “Ortalama”nın dışına çıkılmayacak. “Hassasiyet”lere uyulacak. Toplum “rahatsız” edilmeyecek. Yabancı kültürlere yer verilmeyecek.
Sonuçta, ister Çin ister Türkiye… Son tahlilde ezik milliyetçiliklerden kaynaklanan bu tür anlayış ve politikalar, uygulanabildikleri her yerde kültürel gerilik ve ilkelliği körüklüyor. Kültür alanını kelleşme, bozlaşma, çölleşme, çoraklaşma ile tehdit ediyor.