Bütün itirazlara ve ayak diremelere rağmen, Türkiye yeni bir sayfa açma yolundadır.Eskiden milletin adı vardı iradesi yoktu; oysa şimdi bu iradenin gücü, kendini kabul ettirdi. Bazı kesimlerimiz istemese de, Türkiye değişiyor.Bir kere, bundan sonra dış müdahalelerle ve darbelerle iktidar tepe taklak olmayacak.Askeri oligarşi dönemi de geride kaldı; bundan böyle asker, korkulası insanlar değil; diğer memurlarımız gibi işini yapan birer görevli…Patron ve Batı kâbusuyla lobileşme ve çökertme operasyonları da tarih oldu. Çünkü yakın geçmişimizde, “Batı istemezse, işiniz bitiktir” denildiğinde, gerçekten el kol bağlı kalır, hareket edilemezdi. Batı istemiyor; beyazlarımız nefret ediyor ancak halk seçiyor ve halkın iradesi etkin oluyor. Şaka değil, bu bir milat ülkemizde.Bütün bu olanlarla birlikte yeni bir dönüşümün daha kavşağındayız. Atatürk başta olmak üzere şimdilerde Erdoğan birer lider olarak, Weber’in “karizmatik otorite” dediği yetke konumundaydılar. Halkın gözünde bu tip liderler, isterse her şeyi yapabilirler; zira onların mucizevi güçleri olduğuna inanırlar. Elbette bu otoritelerin varlık sahnesi olan toplumlar da, nispeten göçebe toplumlardır daha tam olarak kentli kimliğine kavuşamamışlardır. Oysa şimdi bu otoriteler de geride kalmıştır. Elbette toplum da değişmiştir ve son seçimlerdeki algı daha demokratik olma talebini ortaya koymuştur. Yeni dönemlerde, otoriteleri de “demokratik lider” olacaktır.Böylece halkın “aptallığı” ve “cahilliği” söylemlerini de düşünmeye, dahası terk etmeye mecburuz gibi. Çünkü bu kadar cahil ve aptal halkla seçilmek kolaysa, herkesten daha akıllı olan kesimlerin bunlardan oy alması çok daha kolay olmalıydı…Başkasını karalayarak, kendimizi büyük gösterme dönemleriyle de vedalaşıyoruz. Hakikaten büyüksek, neden başkalarının cahilliği ve aptallığıyla uğraşırız ki… Bunu, köylü kurnazlığı bile yapmaz. Yiğitsek, rakibimizi karalamadan, dürüstçe yarışarak üstünlüğümüzü göstermeliyizBir başka şeyi daha kabul etmeye hazırlanıyoruz; sadece aklı değil; basireti, sağduyuyu ya da feraseti de önemli bir boyutumuz olarak tanımamıza az kaldı. Çünkü küçümsediğimiz dahası tepeden baktığımız halk, basiretle harekete geçti.Başka neleri kabul etmeye mecbur değiliz ki… Yasaklarla bir yere varamayacağımızı acı da olsa görür gibiyiz. Çünkü yasaklayarak, sevmediğimiz dalı daha da güçlendirdik. Başörtüsü yasağı koyduk, sayı ve talep arttı; dine ipotek koyduk, muhafazakârlık canlanıyor mu telaşına kapıldık. Oysa ektiğimizi biçiyoruz; bu kadar baskılamasaydık, su akacak mecrasını bulup gidecekti.Yasakçılık konusunda, unuttuğumuz bir şeyler var sanki… Toplumsal hafıza asla affetmez, onu görüyoruz şimdilerde. Toplumun büyük çoğunluğu, Menderes’i kurban verişini unutmadı. Sadakati ve ihaneti birlikte tarttı 30 Mart; sadakat ağır bastı.Sonra bu yasakçı zihniyet, bir ufuk daralması yaşattı. Halk, bu tünel bakışına mahkûm edilişin hesabını da soruyor gizlice. Rövanş demeyelim, intikam ve hınç da demeyelim; ancak ezme ve sindirme politikalarının yarattığı örselenmenin öcünü alma isteği, insan ve toplum psikolojisinin doğasında vardır. Toplumsal bakımdan ötelenme, ötekileştirilme de er geç hesap soracaktı ve sordu. Bırakalım insan psikolojisini, doğa bile haksızlığa meydan okuyor. Ekolojik dengeyi bozduk, mevsimler değişti; sular çekildi; kimbilir çoğu yerde toprak suya hasret kalacak; elbette bizim yüzümüzden. Biz katlettik, faturayı biz ödeyeceğiz.Küçük bir örnek, belki özetler meramımızı; sularla çevrili Hollanda hikâyesinden bir kesit: Küçücük kara parçasına inat, çalışkan Hollanda halkı -elbette işi bilenler- okyanustan aritmetik hesaplarla kara, yani toprak çalarlar. Kısacası bildiğiniz denizi doldurma işlemine sıvanırlar.Ancak öyle gelişi güzel değil elbette. Matematiksel yetilerine hidroloji bilgilerini de eklerler, kılı kırk yararak yaparlar bu işleri. Olası bir felakete karşı, dayanıklı dahası ince mühendislik hesaplarıyla setler kurarlar; doldurdukları/aldıkları toprak ve deniz arasındaki gerilimi azaltmak için de, denge unsuru göller/göletler oluştururlar; esasında bu, aldıklarını iade etmeye başlamaktır…. Rüzgârın yardımını unutmayıp, yel değirmenlerini bu akıntıları kontrol etmek için seferber ederler. Ancak deniz, hatta okyanus bu… Yıllar önce kendinden çalınan toprağın intikamını almış ve Hollandalıların unutmayacağı bir afet yaşatmıştır.Bütün bu değişimler olurken, bizim en çok müracaat ettiğimiz taktik, savunmaya geçmektir. Oysa savunma mekanizması, çaresizliğe kılıf uydurmanın ya da aklı rahatlatmanın diğer adıdır. Biz gerçek nedenleri kabul edemediğimiz için, sürekli savunma üretiyoruz… “Yok canım… Olmaz böyle bir şey, olsa olsa seçmenin aptallığındadır ve cahilliğindendir” deyip geçiyoruz.Esasında bu cahillik suçlamaları bizim uyanmamıza da vesile olacak. Haşmet Babaoğlu’nun dediği gibi, “Bizim Kemalist taifenin ya da Beyazlarımızın cahilliği sadece eğitimle mümkün olur”. Bu durumda sorumuz çok açık: Kim cahil?Kültürlü görünmenin ABC’sini okuyarak, salt görünümle ve davranış kontrolüyle dahası tornadan çıkmışlığın verdiği güvenle kazanacaksak, robotlar bunu çok iyi yaptığından, daha fazla seri üretim siparişi verebiliriz.İlber Ortaylı da bizim kafalarımızdaki klişeleşmiş şablonları yıktıktan sonra, bilgiye açık hale gelineceğini söylerken, aklımızı örten demir kafesleri veya deli gömleğini çıkarmanın çok zor olduğunu söylüyor. Bu durumda, hiç eğitim kurumlarına bulaşmayan birinin, -yetenekliyse- bilgi ve görgü kanalları daha açıktır. Kimbilir…Sanki işin aslı, “topuzuyla oynadığımız kantar, gün geldi bizi tarttı”. Günlerdir yaptığımız kavga, bu tartıyı kabullenememe kavgasıdır.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik