Batılı demokrasilerde sivil-asker ilişkileri en temelde şöyle bir ilkeye göre düzenlenmiştir: Ordular toplumlarını düşmanlara karşı koruyacak kadar güçlü olmalı; ancak bu güçlü örgütlenme kendi toplumu için bir tehdit oluşturamamalıdır. Güçlü ordu kavramı ise silah, teçhizat gibi maddi bileşenlerle birlikte emir-komuta birliği ve disiplin gibi soyut askerî normları içerir.
Kenan Evren’in anıları 1990 yılında Milliyet Yayınları tarafından iki cilt olarak yayınlandı. “Etliye sütlüye karışmayan bir öğrenci olduğu için Harp Okulu’ndaki lakabının ‘Zottirik’ olduğunu” söylediği gibi ilginç yerler de var gerçi, ama anılarını esas önemli kılan elbette 12 Eylül askeri darbesiyle ilgili yazdıkları. Öncesini, sırasını ve sonrasını gayet ayrıntılı kayda geçtiği bu hatıratta 11 Eylül 1980 akşamını, yani darbenin başlamasına saatler kalasını anlattığı kısımlar birinci cildin sonlarında yer alıyor ve bir darbenin “nasıl bir şey olduğunu” anlamak açısından da epey yararlılar. Aşağıdaki alıntı o akşamdan:
“O akşam Genelkurmay’da ve Kuvvet Komutanlıklarında mesaiye kalacak personel tespit edilmişti. Caddeye bakan pencerelerin karartma perdelerinin kapatılmasını ve mecbur olmadıkça bu odaların kullanılmamasını, iç bahçeye bakan odaların kullanılmasını emretmiştim.
Saat 16.00’dan itibaren Ordu ve Kolordu Komutanlıklarından harekata hazır oldukları mesajları gelmeye başlamıştı.
Ankara Garnizonunu asker bakımından takviye etmek gerekiyordu. Daha evvel yapılan plan gereği Polatlı Topçu Okulu’ndan bir tabur saat 19.00’da Ankara’ya hareket ettirildi.
Harekatın aynı saatte radyodan verilebilmesi için bütün radyo verici istasyonlarının o saatte işler durumda olması gerekiyordu. Bunu ancak TRT yapabilirdi. TRT Genel Müdürü Genelkurmay MEBS başkanı tarafından telefonla aranarak 18.30 civarında Genelkurmay’a getirildi ve bu gece yapılacak harekât izah edilerek gece yarısından sonra istasyonların çalışır durumda olmasının sağlanması istendi.
Saat 20.00’de verilen brifingden sonra Kuvvet Komutanları karargâhlarına döndüler.
Bu saate kadar Türkiye’nin hiçbir tarafından çatlak ses gelmemişti.
Akşam saatlerinde Jandarma Genel Komutanı’nın tekrar Genelkurmay’a gelmek istediğini ilettiler. İzin verdim.
Jandarma Genel Komutanı, bu geceki harekâtla ilgili bazı general ve subaylara görevler verdiğini, hepsinin seve seve bu görevleri kabul ettiğini, ancak bir generalin bu görevi yapmayacağını ifade ettiğini söylüyordu.
“O general şu an nerede?” diye sordum. Karargâhta gözetim altında olduğu cevabını aldım.
“Onu al gel, ben bir görüşeyim” dedim. “Gerekirse burada alıkoyar, yarın da emekli ederiz.”
15 dakika sonra geldiler. Kendisine verilen görevi niye kabul etmediğini sorduğumda, “Komutanım bu harekâtın başında sizin olduğunuzu bilmiyordum. Daha doğrusu inanmadım. Ama şimdi anladım ki başta siz varsınız, inandım. Verilecek her vazifeyi seve seve yerine getiririm” dedi.
İlk okunduğunda 15 Temmuz’daki olaylar zinciri ile benzerliği dikkatinizi çekmiş olabilecek bu satırları bana şimdi hatırlatansa, son günlerde bazı yorumcular tarafından Türkiye’de bir darbe tehlikesinin olup olmadığının gündeme getirilmesi ve böyle bir olasılık düşünülecekse olası liderlerin kim olabileceğine dair akıl yürütmelerdi. Adı geçenlerden biri TSK’nın diğeri de iç güvenlik teşkilatının başındaki isimlerdi. Bu akıl yürütmelere dayanak yapılan şeyse, her iki ismin emrinin altında silahlı güçlerin bulunmasıydı.
Ben bu akıl yürütmelerin büyük ölçüde ezberlere dayandığını ve gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedenlerini aşağıda açıklamaya çalışacağım.
Kenan Evren’in darbeyi aslında 1979 için planladıkları ancak “şartların olgunlaşmasını bekledikleri” şeklindeki sözleri, genellikle toplumsal ve siyasal koşulların bir askeri darbeyi meşrulaştıracak düzeye erişmesi bağlamında anlaşılagelmiştir, ki doğrudur da.
Ancak burada gözlerden kaçan önemli bir nüans var. Zira Evren’in olgunlaşmasını beklediği koşulların bir tarafını da TSK oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, Evren darbe fikrinin bizatihi TSK içinde de olgunlaşmasını beklemiştir.
Nitekim Evren’in endişesi yerindedir: Silahlı güçlerin askeri darbelerde emir verildiğinde her zaman ve kolaylıkla yekvücut hareket ettiği varsayılır. Oysa başarısız olması halinde sonu idam sehpasına kadar gidebilecek bir macera olan askeri darbelerde en önemli faktörlerden biri, ordunun kendi kuvvetlerine ne oranda güvenebileceği meselesidir. Emir-komuta birliği ve disiplin verili değildir ve her an yeniden üretilmelidir.
Ve yine nitekim siyasi tarihimiz bunun kanıtlarıyla doludur: 27 Mayıs ve 12 Mart’ta ordu içinde çeşitli bölünmeler apaçık belirmiştir. 27 Mayıs’ta darbeyi gerçekleştiren albay/yarbaylar cuntası, 15’i hariç TSK’daki tüm general ve amiralleri ve ayrıca beş bini aşkın subayı emekli etmekle kalmamış (EMİNSU’lar); bir süre sonra da cuntanın bir kanadı, diğer kanadını tasfiye ederek sürgüne göndermişti (14’ler). 12 Mart’ta ise sol bir darbeyi gerçekleştirmek üzere olan kanat 9 Mart’ta tasfiye ve hapis edilmiştir. Çoğu zaman sadece “Tensikat” kısmıyla bilinen 1909’daki “Tensikat ve Tasfiye-i Rüteb-i Askeriye Kanunu”nu da (askeri rütbelerin geri alınması) buraya ekleyebiliriz. CHP tarafından “kontrollü” bir darbe girişimi olarak tanımlanan 15 Temmuz olayında da, söz konusu “kontrolün” temelde ordu içinde var olduğu bilinen bölünmelerden yararlanılarak sağlandığı çok açıktır.
Evren’in 11 Eylül gecesine dair hikâyesinden bugüne ilişkin türetilecek güncel soru ise şudur: Evren’in “çatlak” olarak isimlendirdiği şeyin bugünkü TSK’daki büyüklüğü nedir?
Orduya ilişkin akademik çalışmaların bir türlü aşılamayan sınırlılığı nedeniyle, bu çatlağın büyüklüğü hakkında elimizde somut veriler değil, ancak bazı karineler bulunuyor.
Bu karinelerin ilki şu:
15 Temmuz sonrasında askeri liselerin ve harp okullarının kapatılmasıyla yaşanan personel problemleri nedeniyle, çok sayıda sivil üniversite mezunu, muharip subay olarak TSK’ya alınmıştı. Geçtiğimiz haftalarda, subay ve askeri öğrenci alımlarında resmî süreçlere paralel bir dizi müdahalenin söz konusu olduğu ortaya çıkmıştı. İddialara göre SADAT, TÜGVA ve AKP teşkilatlarından edinilen referanslar TSK’ya girmede yararlı olabiliyordu. Konuyla ilgili tartışmaların devamında, referansların sadece bu kurumlar aracılığıyla gerçekleşmediği, kendilerine güven duyulan bazı emekli subay ve generallerin de bir süre bu alım süreçlerinde etkili olduğu açıklanmıştı.
Anlaşılan o ki TSK bugün liyakate dayalı süreçler yerine çeşitli kayırmacılık biçimleri üzerinden orduya duhul ettirilmiş, oranını kesin olarak bilemediğimiz ancak homojen olmadığı belli olan bir personel yapısına sahip.
Bilemediğimiz başka şeyler de var: Bu kişilerin, geldikleri toplumsal/siyasal kökenin referans çerçevelerinden ne ölçüde bağlantısızlaşarak TSK’nın kurumsal çerçevesinin içine girdiği; hiyerarşik emir-komuta bağlantılarını mı yoksa kendilerini refere eden merkezleri mi öncelemeye hazır oldukları konusunda da elimizde somut veriler bulunmuyor.
“Sarıklı amiral” mevzuu ise söz konusu heterojen yapının sadece genç subaylar düzeyinde değil, daha yukarılarda, komuta kademesi düzeyinde de geçerli olduğunu gösteriyor.
Bu parçalı yapıya, yeni politik-kültürel uyarlanmaları benimsemek durumunda kalan eski personeli de dahil edebiliriz.
Tüm bu manzara, Kenan Evren’in karşısına çıkan o tek jandarma generaline karşılık, bugün herhangi bir kanadın teşebbüs edilebileceği bir askeri darbe girişimini, o girişim henüz fısıltı aşamasındayken sönümlendirebilecek on binlerce uzman çavuşun, binlerce subayın, onlarca generalin varlığı anlamına geliyor.
İşte ordunun iç yapısına ilişkin bu kaotik durum, bugün nihai kertede Türkiye’de bir askeri darbenin önündeki en etkili bariyer olarak duruyor. Diğer bir deyişle Türkiye’de bugün bir askeri darbenin önündeki birincil engel, TSK üzerinde sivil/demokratik kontrolün kurumsallaşmış olması yahut TSK’nın demokrasiye bağlılığı değil, ciddi çatlakların sınırlarını çizdiği bir “patchwork” yapının pratik sorunları.
Ordudaki “çatlaklar”a işaret eden bu karinelerin birinciyle doğrudan ilişkili olan ikincisi ve bence daha ilginç olanı ise, 2018’de Cumhurbaşkanı’nın çeşitli sanatçılarla birlikte katıldığı bir hudut karakolu ziyaretinde, dönemin Genelkurmay Başkanı’nın oturduğu verzalit yemekhane sandalyesinin hemen arkasında selfie çeken askerin cüretkârlığını gördüğümüz yukarıdaki fotoğraf.
Askerlikte “disiplinsizlik” olarak nitelenen kuraldan sapmalar genellikle emir-komuta ilişkilerinin sorunlu olduğu ve flulaştığı yerlerde yoğunlaşır. Asker bireyler, adeta insiyaki olarak, bu flulukları çabucak saptarlar. Sertliğinden generallerin bile ürktüğü bir genelkurmay başkanının arkasında, elinde telefonu, fazlasıyla geniş ve asimetrik açılmış kollarıyla, rahat tavırlar sergileyen o asker, karşısında gördüğü manzaranın çok süratli bir okumasını yapmış ve kaotik dediğim halin “kokusunu” herkesten önce almış olmalı.