The Guardian’ın eski editörlerinden David Hearst’in Orta Doğu’nun en büyük haber portalı olma iddiasıyla çıkardığı iki dilli (İngilizce ve Fransızca) Middle East Eye, Batı medyasında takip ettiğim yayınlar arasında. Portalda 13 Ocak’ta Simon A. Waldman ve Emre Çalışkan imzasıyla “Türkiye’nin ikiyüzlülük politikası” (Turkey’s politics of hypocrisy) başlıklı bir yazı yayımlandı. Bir gün önce de Suraj Sharma, aynı konuda İstanbul’dan “Türkiye’nin geleceği: Erdoğan 2034’e kadar başkan kalacak mı? (Turkey's future: Will Erdogan be president until 2034?) diye yazmıştı.
Tahmin olunacağı gibi, söz ettiğim bu iki yazı da anayasa değişikliği paketiyle ilgili. Hintli genç aktör Suraj Sharma’nın imzasını kanımca mahlas olarak kullanan yazar, Le Monde’dan Marie Jégo, Allan Kaval ve El País ve diğer gazetelerden yazılarını bu köşeden aktardığım diğer isimlerle birlikte, Erdoğan karşıtlığı üzerinden bizleri bıktıran, içeriği aynı, argümanları ortak, yalan ve yanıltıcı haberlerle Türkiye’yi sürekli karalayan bir isim. Hatta hepsini bu yolda yaya bırakacak kadar maharetli olduğu da atıfta bulunduğum yazısının ilk cümlesinden anlaşılıyor. Sharma ’ya göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu değişiklik sayesinde “Beyaz Ev ve Kremlin’i dahi kıskandıracak kadar geniş yetkiler yelpazesine” kavuşacakmış. Dilin kemiği yok amaç ciddi bir bilgilendirme ve mantıklı bir değerlendirme yapmak olmadıktan sonra. (http://www.middleeasteye.net/news/turkeys-future-will-recep-tayyip-erdogan-be-president-until-2034-22175937)
Sharma, sözünü ettiğim diğer yazarlar gibi, Türkiye’deki anayasa değişikliğine karşı görüş bildirmekle kalmıyor, arkasında beşte üç çoğunluğa sahip iki partinin oylarının bulunduğuna aldırmadan değişiklik paketinin “az halk desteğine sahip olduğunu” öne sürüyor. Yapılanın “iktidarı halktan alıp Saray’a devrederek tarihin akışını değiştirmek” olduğunu CHP’li Bülent Tezcan’a atfen vurguluyor. Eğer öyleyse bu kadar gürültüye ve telaşa da gerek yok; referanduma sunulacak anayasa metni halkoyuyla reddedilir ve mesele de biter.
Ama Sharma, mantığı değil dezenformasyonu tercih ediyor. Sanki metin Cumhurbaşkanı’nın üç kez ardı ardına seçilmesini öngörüyormuş gibi bir hesap yapıyor ve Erdoğan’ın 2019’dan 2034’e kadar Cumhurbaşkanlığı makamında kalacağı iddiasında bulunuyor. 2003’ten 2014’e kadar da başbakan olarak iktidarda olduğunu hatırlatıyor. Yazdıklarından, parlamenter sistem devam ediyor olsa, seçim kazandığı sürece iktidarda kalmasına bugün herhangi bir anayasal engel varmış da bu engel anayasa değişikliğiyle kaldırılıyormuş izlenimi ediniliyor.
Bununla birlikte, Sharma’ya CHP’lilerin neden olduğu Meclis’teki kavgalara değinmediği için teşekkür etmemiz gerekiyor belki de. Olasılıkla pozisyonunu savunduğu CHP’yi koruma ya da daha doğrusu AK Parti ve özellikle Erdoğan’a yüklenme içgüdüsüyle yapıyor ama bu kavgalar sonuç itibariyle hangi parti neden olursa olsun Türkiye’nin imajı bakımından iç açıcı değil. O bakımdan uluslararası kamuoyuna yansıtılmamasını olumlu karşılıyorum.
Yanlış başlık
King’s College’dan Waldman ile Oxford’da doktora yapan Çalışkan’ın imzasını taşıyan “Türkiye’nin ikiyüzlülük politikası” başlıklı yazıya bakıldığında, bu başlıkla metnin içeriği arasında bir illiyet bağı olmadığı görülüyor. Yazı, Türkiye’deki siyasi partilerin ilkeli tutum izlemediklerini, söylediklerinin tersini yaptıklarını tek, tek örneklerle anlatıyor. Bunun aslında her ülkede görüldüğü ama Türkiye’de çok daha keskin olduğu ve bu nedenle bugün “ülkede olağanüstü halin yaşandığı” ve “zaten otoriter olan Cumhurbaşkanı’na genişletilmiş yetkiler veren bir anayasa değişikliği yapıldığı” dile getiriliyor. Bu durumda şu iki soru geliyor akla: eğer siyasi partiler ilkeli politikalar izleselerdi a) olağanüstü hal olmaz mıydı? b) başkanlık sistemi öngören bir anayasa değişikliği yapılmaz mıydı?
Defalarca okumama karşın bu iki sorunun yanıtını yazıda bulabilmiş değilim. Siyasi partilerin kimi doğru, çoğu yanlış çelişkili tutumlarını aktaran bu yazı aslında darbe girişimini de siyasi parti/şiddet ilişkisini de doğru değerlendirmiyor. Ayrıca Batı kamuoyunun Türkiye hakkında algısını olumsuz yönde etkileyen başlığının da yazının içeriğiyle pek ilgisi bulunmuyor. (http://www.middleeasteye.net/columns/turkey-s-politics-hypocrisy-746950881)
Yazıda AK Parti’nin iki hatası zikrediliyor. İlki, 2008’de haksız biçimde kapatılmanın eşiğine geldiği belirtilen AK Parti’nin sadece HDP’li milletvekillerine yönelikmiş gibi takdim edilen dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili girişimi. AK Parti’nin 2008’de “halkın oy verdiği siyasi partilerin kapatılmaması gerektiğini” savunduğuna, ama HDP’lilerle ilgili olarak böyle bir kararın alınmasına ön ayak olduğuna dikkat çekiliyor. Milletvekillerinin terörle bağlantısı hususunda ise, kendilerine yöneltilen suçlamaların iyi tanımlanmamış olduğu öne sürülüyor.
AK Parti’nin ikinci hatası olarak FETÖ ile ilişkileri zikrediliyor. AK Parti’nin Gülen’le iyi ilişkilerinin 2011’de bozulduğu ve o zamana kadar örgütün devlete sızmasına göz yumduğu belirtilerek, 15 Temmuz kalkışmasındaki rolü nedeniyle sırf FETÖ’ye gerçek veya varsayılan bağlılıkları nedeniyle devletteki on binlerce asker, polis ve öğretmenin görevden alınmaları eleştiriliyor. Hatta Erdoğan’ın bu darbe girişimi sayesinde “devlet kurumları içindeki siyasi muhaliflerini ayıklama” fırsatı bulduğu öne sürülüyor ki demokrasilerde böyle bir yaklaşımın kabulü mümkün değil. Demokrasilerde “devlet kurumları içindeki siyasi muhalifler” diye bir kavram olabilir mi?
Yazıda CHP’nin hatası olarak dokunulmazlıkların kaldırılmasına verdiği destek zikrediliyor. Kılıçdaroğlu’nun HDP eş başkanlarının tutuklanmasına karşı çıkmasının yerinde bir tepki olduğu ama bu duruma partisinin tutumunun yol açmış bulunduğu vurgulanıyor. Bu nedenle anayasa değişikliği paketiyle ilgili görüşmelerde HDP’lilerin desteğinden yoksun kaldığı öne sürülüyor. CHP’nin bu konuda çelişkili davrandığı doğru ama bu anlatım birçok yanlışı da içeriyor. İlki CHP’nin öteden beri dokunulmazlıkların kaldırılmasından yana tutum izliyor olması. İkincisi CHP içinde ve daha da önemlisi tabanında partinin “HDP’lileşmesinden” kaygı duyanların bulunması. Üçüncüsü, AK Parti ile MHP’nin anayasa değişikliği konusunda uzlaşmış olmaları nedeniyle “hayır” cephesinin HDP ile ya da HDP’siz TBMM’de herhangi bir şekilde etkili olmasının beklenmemesi gerektiği.
Yazıda MHP de eleştirilerden nasibini alıyor. Bahçeli’ye yöneltilen temel eleştiri, 7 Haziran 2015’te “Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını tanımadığına ilişkin açıklamalarını” ve başkanlık sistemine karşı tutumunu değiştirerek AK Parti ile anlaşması. O tarihten sonra PKK’nın tekrar teröre dönmesi, hatta terörü tırmandırması, ayrıca kanlı bir darbe girişimi yaşanması gibi olağanüstü gelişmeler yok sayılabilir mi? Olağanüstü koşullarda bir siyasi partinin tutumunu değiştirmesi mi “ikiyüzlülük” olarak değerlendirilebilir, yoksa darbe girişiminde bulunanlarla aynı paraleldeki bu tür eleştiriler mi?
Kabul etmek gerekir ki Batı medyasının Türkiye’de sonuç itibariyle halkoyuna sunulacak bir anayasa değişikliği konusunda dezenformasyon da yapmak suretiyle bu kadar taraf olması hiç normal değil. Bu, üç-dört yıldır devam eden Türkiye hakkındaki algı operasyonunun, darbe girişimine ve artan terör eylemlerine karşın sürdüğünü gösterdiği gibi, arkasındaki niyetin ne olduğu hususunda da hepimizi kaygılandırıyor. Kaygılandırıyor çünkü eleştirdiğimiz bu tür taraflı değerlendirmelerin hedef kitlesi biz değiliz; Batı ülkeleri kamuoyları. Batı dünyasında gözümüzün önünde Türkiye aleyhinde bir kamuoyu oluşturulmasına görüş farklılıklarımızı bir tarafa bırakarak birlikte karşı çıkmak da o bakımdan önem taşıyor.