İktisat, sosyal bilimler içindeki en matematiksel, objektif bilim dalı.
O yüzden objektif ve matematiksel iktisadi gerçeklerle sübjektif siyasi, sosyal, dini, ideolojik gerçekler sık sık çatışma içine girebiliyor.
Türkiye tarihine baktığımızda bu çatışmaları; kriz, iflas, yokluk, yoksulluk kendini dayatmadıkça iktisadi gerçeklerin kazandığı pek vaki değil.
Zaten kısayolunu bulma, yırtma merakı yüzünden de iktisat gibi sabır, emek isteyen işler Türkiye’de çok popüler olamadı.
Yurtdışına giden Yeni Osmanlılar, Jön Türkler siyaset, hukuk, felsefe, edebiyat ile ilgilendiler, hatta bazıları Paris Komünü’nde bariyerlerde bile görüldü ama iktisat, maliye merak eden, eğitimini alan pek çıkmadı.
O yüzden de 1908’den sonra ekonomi, maliye deyince değişen iktidarlara rağmen herkesin aklına gelen tek isim Cavid Bey oldu.
İktisadi meseleler üzerine kafa yormuş, dergi çıkarmış, makaleler yazmış, Osmanlı maliyesini modernleştirmiş, bütçesini yapmış, devrin diğer ülkelerdeki Maliye bakanlarından daha ileri fikirlere sahip bir serbest piyasacı olan Cavid Bey’in hayallerine önce savaşlar ket vurdu, sonra da muhalefet korkusu.
İdamı büyük bir aile trajedisine dönmüş, haberi olan eşi akıl sağlığını kaybetmiş, iki yaşındaki evlatları evlatlık verilmişti.
Savaş şartlarındaki Birinci Meclis’te Maliye Vekaleti Hasan Saka’ya emanet edilmişti.
Cavid Bey’in Paris’e iktisat eğitimine gönderdiği, sonra birlikte bütçe yaptığı, Darülfünun’da iktisat hocalığı yapan Trabzon mebusu Saka, savaşa para bulmak için çıkarmak istediği yeni vergi kanunu Meclis’ten dönünce istifa etti.
Dönemin hatıratlarına bakılırsa savaş şartlarında bütçe harcamalarında bir “maliyeci” freni istemeyen Mustafa Kemal Paşa’nın yeni maliye bakanında aradığı tek bir kriter vardı: ‘Maliyeden anlamayan bir Maliye Bakanı istiyorum.’
Gümüşhane mebusu Hasan Fehmi (Ataç) Bey’in “Paşam, ben maliyeden anlamam’ diyerek bu makama geldiği söylenir.
Bu kısmı yine anılardaki bir tevatür olsa da Cumhuriyet’in ilk maliye bakanı bırakın ekonomi eğitimini, düzenli olarak okula bile gitmemişti.
İktisadi gerçeklerle, ülkenin yerli gerçekleri arasındaki büyük çatışmalar 1929 Ekonomi Buhranı zamanlarında tekrar arttı.
Aslında çatışmalar Buhran’dan önce başlamıştı.
Ankara’da iktisadi gerçeklerin bayraktarlığını yapan İş Bankası’nın kurucusu ve genel müdürü Celal Bayar’ın davetiyle 1927’de Türkiye’ye gelen Hollanda Merkez Bankası Meclis Üyesi Dr. G. Vissering, şirket statüsünde, devletten bağımsız bir Merkez Bankası önermiş, Bayar’ın da desteklediği bu FED tarzı tam bağımsız Merkez Bankası fikri önce Ankara bürokrasisinin tüylerini diken diken etmiş, sonra öneri benzer korumacı reflekslere sahip Başbakan İnönü’den dönmüştü.
Ancak iki yıl sonra 29 Buhranı dünyayı sarsınca, Türk lirası hızla değer kaybetmeye başlayınca bir Merkez Bankası’na yeniden ihtiyaç duyuldu.
Bu kez Alman Merkez Bankası (Reichsbank) Başkanı Hjalmar Schacht’ten yardım istendi. O da yerine yardımcısı Doktor Karl Müller’i Ankara’ya gönderdi. Müller, üç ay boyunca Türkiye’yi gezdi, rakamları inceledi.
Ve nihayetinde “Türkiye’de Nakit İstikrarı ve Bir Merkezî İhraç Bankasının Tesisi Hakkında Mütaleaname” adlı raporunu yazdı.
Rapor, Türkiye ekonomisinin o ana kadar çekilmiş en dürüst fotoğrafıydı.
Türkiye, ihracından fazla ithalat yapıyordu. Uzun vadeli ve dalgalı borçlara girilmişti. İktisaden dönüşü zor yatırımlar bütçe dengelerini bozmuştu.
Yüzde 90’ı tarım ürünleri olan ihracat sürekli düşüşteydi. Bütçenin yüzde 45’i savunma harcamalarına gidiyordu. Krizle dövize ihtiyaç artacaktı. Ama TL’nin değeri İngiliz Sterlin’i karşısında her yıl yüzde 3.7 değer kaybediyordu. 1 İngiliz Sterlini’nin değeri 816 TL’den 943 TL’ye çıkmıştı.
Rapordaki en sert eleştiri ise Müller’in kendisine verilen resmi rakamlar ile ilgili söylediğiydi: “Bu rakamların mutlak sıhhatine itimat edilemez.”
Müller, bir Merkez Bankası için sağlam bir devlet maliyesi, ödemeler dengesi, dış ticaret fazlası, zengin bir üretim şartı olması gerektiğini yazmış ve hüküm cümlesinde de şöyle demişti: “Yukarıdaki izahata nazaran hüküm, bu iptidaî ve zarurî şartların Türkiye’de henüz mevcut olmadığı merkezindedir.”
Yani ülkedeki ekonominin hali bir Merkez Bankası kurulmasını kaldıracak durumda değildi.
“Peki ne yapılmalı” sorusuna da cevapları vardı Müller’in: Zaruri olmayan masraflardan kaçınılmalıydı. Bütçe iktisadi olmayan sanayi tesislerine ve savunmaya değil, sağlık, eğitim, ziraate gitmeliydi. Kamu yönetiminde reform yapılmalı, memur sayısı azaltılmalı, Kurumlar uzmanlaşmalı, tarım sektöründe ihracatın artırılması hedefine yoğunlaşmalı.
Hükümetin pek hoşuna gitmeyen rapor gazetelere sızdı. Üzerinde büyük bir tartışma koptu.
O tartışmalardan biri Türk lirasının değer kaybı üzerine Haziran 1930’da Meclis’teki bir müzakerede yaşandı.
O oturumun başında Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu, Türk lirasındaki değer kaybı için çok tanıdık bir açıklama yapmıştı:
“Memleketin iktisadi istiklaline hasım olan düşmanların kulaktan kulağa fısıldadıkları zehirli propagandalardır.”
Sonra kürsüye yeni kurulan liberal Serbest Cumhuriyet Fırkanı’nın lideri Fethi Okyar çıktı.
Konuyu hükümete yazılan ama Meclis’le paylaşılmayan kamuoyunun gazetelerden okuduğu Müller raporuna getirdi:
“…Efendiler, bu rapor bütün iktisadi bünyemizi tamamile tetkik etmiş, tahlil etmiş, hastalığımızı meydana koymuş ve bu hastalığın tedavi çarelerini ileri sürmüştür. Bu raporun dikkatle ve ehemmiyetle bütün arkadaşlar tarafından okunması pek istifadeli olur mutaleasındayım. Müsyü Müllerin raporu bu suretle hasır altı edildikten sonra bazı arkadaşlar – meclis müzakeratından hasıl ettiğim intıba üzerine söylüyorum – Hükümete vaziyetin vehametini söylemekte, Hükümeti ikaz etmekte kusur etmemişlerdir. Fakat o zaman Hükümetçe bütün bu mutaleat reddedilmiş, paramız gayet sağlamdır. Siz bir takım ecnebilerin, haricin propağandasına kapılıyorsunuz. Bunlar hükümsüzdür paramız böyle kuvvetli, şöyle kuvvetli yolunda beyanatla bütün bu endişeler izale edilmek istenilmiştir”
Fethi Bey’in konuşmasından sonra Bakan Saracoğlu tekrar kürsüye çıktı:
“Müller’in raporuna gelince arkadaşlar; Devlet idaresinde zaman zaman birçok adamlar birçok kıymetli sözler söylerler. Her söylenen sözü hakikati mutlaka ve mahza telakki ederek derhal tatbika geçmek bir az ihtiyatsız adamların, bir az kendi kafasından ziyade başkalarının fikirlerine tevdii nefseden kimselerin karıdır… Bizce herhangi bir rapor üzerinde uzun tahkikat yapmadan, onun hakkında şahsi vicdanî kanaatlerimiz tebellür etmeden onun icra safhasına konulmasında hayırdan ziyade tehlike olur kanaati vardır.”
“Yalnız çok tetkikli, çok kıymetli diye ballandırdıkları bu rapor maliyeci arkadaşların ifadelerine bakılırsa o kadar kıymetli değildir…”
Daha sonra Serbest Fırka’nın iki numaralı ismi Ahmet Ağaoğlu söz aldı ve raporda devletin rakamlarının güvenilmez olduğuyla ilgili eleştiriye ne cevap verildiğini sordu:
“Müller raporunda bütçe muvazenesinin hakiki olmadığını ve bütçeye ait Maliye vekâletinin verdiği rakamların muhtelif olduğunu ve verilen rakamlar arasında münasebet olmadığını binaenaleyh bu memleketin bütçesi hakkında sarih ve muayyen bir fikir edinmeğe imkân olmadığını sarahaten yazıyor, bu tekzip edildi mi, edilmedi mi. Maliye vekâletinden soruyorum? Bunlar çok büyük ithamlardır ve bir Hükümet için, bilhassa maliye için muhtelif rakamlar verilmişse ve o muhtelif rakamlar arasında nisbet yoksa , ( – ki bunu alemşumul bir mahiyeti haiz olan bir âlim yazıyor) ve bu tekzip edilmemişse cidden şayanı dikkattır.”
Maliye Bakanı Saracoğlu tekrar kürsüye çıktı:
“Ağaoğlu Ahmet Bey, Müller denilen adamın, Rist denilen adamın veya herhangi bir hariçteki adamın kanaatlerini bilâkaydüşart buraya gelip müdafaa etmekle kendisini mükellef mi addediyor, orada gördükleri tamamen kendi kanaatine mutabık ise bu noktayı izah etsinler.”
Ve cevap için Ağaoğlu tekrar kürsüde:
“Efendiler, Müller’i ve Risti ne Fethi Bey ne de muhalefet fırkası davet etti. Hükümet davet etmiştir. İlmi salahiyeti haizdir diye buraya davet etmişlerdir. Hakikaten bu adamlar alemşumul bir şöhreti haizdirler. Bütün dünya bunların Türkiye’ye geldiğini biliyorlar. Bizim maliyemizi tetkik ettiklerini medeni dünya öğrendi. Bu mütehassısları kadar salahiyeti ilmiyeyi haizdirler ki; bütün cihanda dikkatla dinlenen fikir ve mutalealarını Maliye vekil Beyefendi gibi istihfaf etmek doğru olamaz. Bunların bu raporunu hiç şüphe yoktur ki; Avrupa’nın muhtelif aksamı okumuştur. Türkiye ile alakadar her memleket okuyacaktır. Efendiler! Bu raporlardan alınan intiba (impresyon), Türkiye’nin yolunda olmadığı merkezindedir.”
Müller’den istediği cevabı alamayan hükümet bu kez Faşist İtalya’dan Maliye eski Bakanı Kont Volpi’yi davet etti.
O hemen milli bir banka kurulmasını önerdi. Ama onun önerisi de tutulmadı.
1930’da Şükrü Saracoglu bu kez para basma yetkisine sahip Osmanlı Bankası’ndan görüş istedi. Osmanlı Bankası devrin ünlü iktisatçılarından Prof. Charles Rist’e öneriler hazırlattı. O öneriler de Ankara’dan olur almadı.
1930’da bu kez eski Ziraat Bankası Umum Müdürü Lozan Üniversitesi’nden iktisat profesörü Léon Morf bir Merkez Bankası kanun taslağı hazırladı.
Ama kanun Meclis’te görüşülürken Türkiye’de bulunan Fransız iktisatçısı Profesör Charles Rist kanunun bazı maddelerine itiraz etti. Kanun çekilip, yeniden düzeltildi.
Nihayet Merkez Bankası, ilk önerilmesinden üç yıl sonra 11 Haziran 1930’da kurulabildi.
Ama tam Merkez Bankası da kurulmuşken 1930’larda CHP liberal ekonomi tezlerden, mutedil devletçiliğe doğru kaymaya başladı.
Yakup Kadri’nin sahibi olduğu Kadro dergisi etrafında toplanan sosyalistler, CHP’ye Türkiye’ye özgü bir sosyalist devletçi ekonomik model önerirken önce desteklendi.
İnönü derginin ilk sayısına yazı yazdı, Atatürk “Kadro intişar ederken maksadının Türk milletine hâs meslek ve metodun millet ve memlekette teessüs ve inkişafına hizmet olduğunu yazmıştı. Kadro’ya bu maksadında geniş muvaffakıyet temenni ederim” diye tebrik gönderdi.
Ama dergi ikinci sayısının başyazısında yayınlandığı “Üç Yüzük Hikayesi” ile önce Recep Peker’in düşmanlığını kazandı.
36 sayı devam eden iktisadi üçüncü yolculuk, Atatürk’ün sofralarında “iktisadi siyasetimizi baltalayan ve rejimin temellerini sarsan neşriyat” olarak şikayet edilmeye başlanınca son buldu.
Atatürk’ün talimatıyla derginin sahibi Yakup Kadri, Tiran’a zoraki diplomat olarak tayin edildi.
1947’de savaşın ardından ekonomiyi toparlamak için iktidar tekrar iktisatçılara bir plan hazırlattı.
İktisat Vekaleti Başmüşaviri Süleyman Vaner başkanlığındaki bürokratların hazırladığı, Vaner Planı olarak bilinen “Türkiye İktisadi Kalkınma Planı”nda yatırımların yüzde 60’nın altyapı, yüzde 16’sının tarım ve yüzde 8’inin sanayiye yapılması öngörülüyordu.
Ama o planın kapağı bile açılmadı. Savaş sonrası ekonomisi Truman Doktrini çerçevesindeki Marshall Yardımları ile toparlanmaya, gün kurtarılmaya çalışıldı.
Hatta Marshall yardımları ile ilgili Amerikalılarla yapılan uluslararası bir toplantıda Türk heyeti Vaner Planı’ndaki verilerle Türk ekonomisinin ne kadar güçlü olduğunu anlatmaya başlayınca, toplantının başkanlığını yapan İngiliz Sir Oliver, Türk heyetinin başkanını bir kenara çekip “Böyle konuşmaya devam ederseniz, bu adamlar size neden yardım yapsın” diye uyarmıştı.
1950’de DP’nin iktidara gelmesinden sonra da iktisatçıların kaderi değişmedi.
Ülkenin ekonomik durumu hakkında rapor yazdırılan isimlerden biri Harvard Üniversitesi’nin ünlü ekonomi profesörü ve Amerikan yardım kuruluşu USAİD’in başkan yardımcısı Hollis Chenery’di.
Chenery, hükümete bir program teklif etmiş, önlem alınmazsa ekonominin devalüasyona doğru gittiği uyarısı yapmıştı.
Ama Menderes fazla Sovyetik bulduğu raporu tozlu raflara kaldırtmıştı.
Chenery’nin uyardığı kriz 1954’de geldi. Türk lirasının değeri hızla düştü. Acil krediye ihtiyaç vardı.
Acil kredi bulmak için ABD’ye giden Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Dünya Bankası’yla yaptığı görüşme ise yeni bir krize neden oldu.
İstenilen kredi rakamını yüksek bulduğunu söylemek isteyen Dünya Bankası başkan yardımcısının “But this is beyond Turkey’s credit worthiness” sözlerini çevirmen “Ama Türkiye’nin itibarı yok ki” diye çevirince Bayar küpleri binmiş, derhal yanındakilere bir talimat vererek Dünya Bankası’nın Türkiye temsilcisi “persona non grata” yani istenmeyen adam ilan edilmişti.
İstenmeyen adam ilan edilen Dünya Bankası Türkiye temsilcisi Piet Lieftinck, Hollanda ekonomisini savaşın sonunda ayağa kaldıran eski Maliye Bakanı’ydı.
Türkiye’den kovulduktan sonra Dünya Bankası’nda uzun yıllar yöneticilik yaptı, bu muamele yüzünden en yakın kredi kaynağı olan Dünya Bankası’nın kapıları DP iktidarına kapanmıştı.
O kapılar ancak 1958’de IMF ile ilk Stand-by anlaşması imzalanarak açılabildi.
Ama program yine delindi, ekonomik sorunlar arttı.
1959 yılında artık tüm kredi kapıları üzerine kapanmış hükümet tavsiyeler üzerine Prof. Tinbergen’i bulmuştu.
Jan Tinbergen, Hollandalı Nobel ödüllü bir iktisatçıydı. Savaşta yıkılmış Hollanda’dan bir tarım mucizesi yaratan mimarlardan biriydi. Merkez bankalarının “bir enstrüman yalnız bir amaç için kullanılır” kuralı hâlâ Tinbergen Kuralı olarak anılıyor.
Sosyalist olan Tinbergen’in Türkiye gelirken para istememesi o günlerde hükümet çevrelerinde “herhalde işe yaramaz bir adam” dedikodularına neden olmuştu.
Tinbergen, önce ön çalışmaları yapması için yardımcısı Koopman’ı Türkiye’ye yolladı. Koopman, çuvallar içerisindeki belgeleri, rakamları, Başbakan’ın odasına kaldırılmış projeleri inceleyerek Türkiye’nin ekonomik tablosunu çıkarmaya çalıştı.
Hatta ona ayrılan bir bütçe olmadığı için bir keresinde Ankara’daki otelde rehin bile kalmıştı. O günlerin genç ve parlak bürokratları olan Özal ve Demirel ile yakın çalışmıştı.
Tinbergen ve ekibinin çalışmalarına önce anlam verilemedi, bürokrasi yine ayak sürttü. Ama onun 1959’da başlattığı çalışmalar sayesinde darbeden sonra DPT kuruldu.
1960’ların başlarında DP iktidarı, yeni bir Stand-by için tekrar IMF’nin kapısını çaldı.
Nazilerden kaçıp Amerika’ya göç etmiş bir Çekoslavak Yahudisi olan IMF Avrupa Direktörü Prof. Sturc, Türk dostu olarak biliniyordu.
Ama Türkiye’ye destek için ise bir şart koşmuştu: “Sizinle Stand-by anlaşması yapabilmemiz için kaypak zemini ortadan kaldırmalısınız, seçime gidin iktidarda kalıcı olduğunuzu gösterin.”
Öneri Türk heyetine de makul gelmişti. Maliye Bakanı Polatkan ve Dışişleri Bakanı Zorlu, Kütahya’da yakaladıkları Menderes’i erken seçime gitmeye ikna etmişlerdi. Ama sonra devreye İçişleri Bakanı Namık Gedik girdi, bu fikre karşı çıktı ve Menderes’i ikna etti.
Böylece Türkiye bir IMF ekonomistinin önerisini dinlemeyerek ekonomileri mahveden darbelerden ilkini engelleme fırsatını kaçırdı. Menderes, Zorlu, Polatkan, Gedik de darbeden sonra aynı acı kaderi paylaştı.
Daha sonra da Türkiye’de ekonomistlerin başına pek iyi şeyler gelmedi.
1971’de muhtıra sonrası kurulan hükümetin Dünya Bankası’ndan ekonomiyi kurtarması için göreve çağırdığı Atilla Karaosmanoğlu, darbecilerin teknokrat hükümetini bile ekonomik reformlara ikna edemeyince, bir yıl sonra epey de düşman kazanmış olarak ABD’ye geri dönmüştü.
Ankara’ya ilk geldiğinde kitap kutularını açan işçiler, bir yıl sonra kitapları tekrar kutulara doldururken aralarındaki konuşmaları duymuştu: “Ben geldiğinde söylemiştim, bu kadar kitabı olan adamı bu memlekette tutmazlar diye.”
1970’lerin başlarında gelmekte olan ekonomik krizi gören Hazine ve DPT’nin dünya görmüş bürokratları, hiçbir hükümeti acı reçete içmeye ikna edemeyince kriz 1970’lerin sonlarında patladı, buna rağmen ancak 1980’de 24 Ocak Kararları ilan edilebildi.
Daha sonra darbecilerin bu kararları uygulamak için yola Özal ile yola devam etmelerinin sebebi ise yine ekonominin aciliyetiydi.
Zaten kısa bir süre sonra darbeciler de iktisatçıların söylediklerinden hoşlanmamaya başladılar ve yollar ayrıldı.
Bu uzun tarihin en çarpıcı örneği şüphesiz bugün kimsenin adını fazla hatırlamadığı Kemal Derviş.
Kötü yönetimle batırılmış bir ekonomiyi toparlayan ve bu yüzden neredeyse “vatan haini”, “Amerika’nın adamı” ilan edilen Derviş, sonradan girdiği CHP’de başörtüsü yasağına karşı çıkmak gibi o günkü CHP’nin kaldıramayacağı liberal bir pozisyon takınınca da siyasette tutunamayıp ABD’ye dönmüştü.
AK Parti iktidarının ekonomide başarı yıllarının mimarlarından Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Erdem Başçı zaten gözlerimizin önünde “Faiz lobisinin adamları”, “Bilderbergçi” ilan edilip tasfiye edildiler.
Önceki günkü Karar’ın manşetinde toparlandığı gibi son beş yılda dört Merkez Bankası başkanı değiştirildi, son iki yılda değiştirilen Hazine ve Maliye Bakanı sayısı ise üç.
Ayrıca son iki yılda iki Borsa başkanı, iki TÜİK başkanı, üç Merkez Bankası başkan yardımcısı da görevden alındı.
Olan biteni yorumlamak için çok derin analizlere artık gerek yok.
İktisat ilminin gerçekleri ile iktidarın mutlak hakikatleri, önyargıları, bagajları ve siyasi ihtiyaçları çarpışıyor, bu çarpışmada şanslı olanlar görevden affını isteyip affedilirken, biraz direnenlerin üzerine ise “faiz lobisinin adamı”, “Bilderbergçi”, “finans çevrelerinin hizmetinde”, “zihnen yerli ve milli değil” yaftaları asılarak hedefe konuyor.
Yeni ekonomik modeli savunmamakta direnen Lütfi Elvan da az kalsın hedef menziline giriyordu.
AK Parti grubunda karşısında konuşan Cumhurbaşkanı’ndan “Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımızdan faizi savunanlar kusura bakmasın ben faizi savunanla beraber olmam, olamam” sözlerini bizzat işitmişti.
Neyse ki yardımcısının heveskarlığının da katkısıyla son anda yerli ve millilik dışına itilmekten kurtuldu.
Affının ardından İslami camianın Whatsapp gruplarından birinde hala şöyle mesajlar dolaşıyordu:
“Affını isteyen bakan DPT orjinli. Kısacası bizim mahallede yetişmiş birisi değildi. O da çabucak bizim mahalleden & 2023 diye bir derdi olmayan Ziya gibi su kaynattı. Seçim yaklaştıkça taarruzlar artarak sürecek. Bu da geçer yahu.”
120 yıl önce Maliye Bakanlığı koltuğunda Cavid Bey’in oturduğu bir ülkenin bugün geldiği yer artık Cübbeli Ahmet Hoca’ya bile irrasyonel geliyor.
Kendi ideolojik kalıplarını kırarak büyümüş yenilikçi bir hareket herkesin gözleri önünde kozasına doğru büzüşüp küçülüyor.
İktisatla savaş sürüyor, kaybedenin kim olduğu ise malum.
Kaynaklar:
Kaya Erdem, Demokrasinin ilk 50 Yılı, Doğan Kitap.
Aytekin Ersal, Karl Müller’in Türkiye’de bir Merkez Bankası Kurulmasına İlişkin Raporu’nun Siyasi Yansımaları
Günal Kansu, Planlı Yıllar, İş Bankası Yayınları.