Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITürklüğe İhtida- 1 / Hasta bir devletin hekimleri

Türklüğe İhtida- 1 / Hasta bir devletin hekimleri

Osmanlı elitleri, 1860’lı yıllardan itibaren İsviçre’yi mesken tutmaya başlarlar. Bir şekilde yolu İsviçre’den geçen bu elitler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözüldüğü ve yeni bir Türkiye’nin kurulduğu günlerde belirleyici bir rol oynarlar. Hans-Lukas Kieser “Türklüğe İhtida”* adlı eserinde, yakın dönem Osmanlı-Türkiye tarihine bir şekilde damgasını vuran bu elitlerin İsviçre’deki ayak izlerini sürer.

İsviçre, 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar, dünyanın farklı bölgelerinden siyasi sığınmacıların ve öğrencilerin yoğun olarak rağbet ettikleri bir yerdir. 1892 yaz yarıyıl döneminde Cenevre Üniversitesi’nde okuyan toplam 684 öğrencinin 439’u yabancı kökenlidir. Kozmopolit bir diaspora vardır bu küçük ve liberal Kıta Avrupası ülkesinde.

Birinci Dünya Savaşı’nın elinin kulağında olduğu bir dönemde Doğu Avrupa sosyalizminin, Siyonizmin ve Türk milliyetçiliğinin gelecekteki öncüleri, İsviçre’de aynı mekânları paylaşırlar. Nitekim savaşın ertesinde de bütün bir Doğu Avrupa ve Yakın Doğu’yu biçimlendirecek olan üç ideoloji de (Siyonizm, etnik milliyetçilik ve Siyasal İslam), farklı diyarlardan gelen bu gençlerin birlikte öğrenim gördükleri sıralarda mayalanır:

Osmanlı elitleri, 1860’lı yıllardan itibaren İsviçre’yi mesken tutmaya başlarlar. İsviçre, hem iktidarın baskılarından görece uzak siyasi faaliyetler yürütmek hem de Almanca ve Fransızca eğitim almak için uygundur. Aydınlar ve talebeler, burada hem ideolojik olarak sosyalleşirler hem de politik ve kültürel iddialarını gerçekleştirmek için ilerleyebilecekleri bir zemin bulurlar. Bir şekilde yolu İsviçre’den geçen bu elitler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözüldüğü ve yeni bir Türkiye’nin kurulduğu günlerde belirleyici bir rol oynarlar.

Hans-Lukas Kieser “Türklüğe İhtida”* adlı eserinde, yakın dönem Osmanlı-Türkiye tarihine bir şekilde damgasını vuran bu elitlerin İsviçre’deki ayak izlerini sürer. Farklı zamanlarda İsviçre’de sahneye çıkan elit kuşaklardaki fikri dönüşümleri tahlil eder ve bu dönüşümlerin yarattığı siyasi-içtimai tabloyu resmeder.

“Müslüman demokratların yayın organı”

Ziya Paşa, Namık Kemal, Hüseyin Avni Paşa ve Ali Suavi gibi tanınmış Yeni Osmanlılar, iktidarın zorlamasından kurtulmak ve rahat bir nefes almak için zaman zaman yollarını İsviçre’ye düşürürler. 1870’te Yeni Osmanlıların “İnkılâb” dergisinin beş sayısı Cenevre’de yayınlanır. Kendini “Müslüman demokratların yayın organı” olarak niteleyen bu dergi, maddi sıkıntılardan ötürü yayın hayatını noktalamak zorunda kalır.    

İnkılâb’ın mevcut iktidara muhalefeti serttir; kötü idareden, berbat işleyen hukuk sisteminden, rüşvetçi yöneticilerden, yaygın işkenceden, eşitsiz vergilerden şikâyetini yüksek sesle dışa vurur. Milletin adalete ve özgürlüğe kavuşması için acil bir devrime ihtiyaç vardır. İmparatorlukçu bir bakışı savunduğundan İnkılâb’ın yayınlarında etnik bir vurgu bulunmaz, aksine etnik ve dinsel vurgulardan arındırılmış bir vatan kavramının altı çizilir.

Elbette derginin yazarları, Müslümanlar ile diğer etnik-dinsel gruplar (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler) arasındaki bazı sorunların farkındadırlar. Ancak güçlü bir birliktelik duygusuyla bunun aşılabileceğini düşünürler. Dergi Şark’ta bütün halklara kaderlerinin birbirlerine bağlı olduğunu anlamalarını ve aralarına nifak tohumları ekmeye çalışan -Rusya gibi- güçlerin oyunlarına kapılmamalarını tavsiye eder.

1870’te Cenevre’de Hürriyet gazetesinin 89-100. sayılarını yayınlayan Ziya Paşa’nın meşhur şiiri, Yeni Osmanlıların siyasetini özetler gibidir: “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün vîrâneler gördüm…/Hükûmet derler anda bir nice sal-hâneler gördüm.”

“Bu dizeler, Osmanlı muhalefetinin genel kabul gören iki ana konusunu içerir: Kendi baskıcı hükümetlerine karşı yıkıcı eleştiri ve Avrupa’ya kıyasla İslam imparatorluğunun içinde bulunduğu sefalet karşısında duyulan acı. Ziya Paşa da, sürgündeki muhaliflerin birçoğu gibi, bir süre sonra devletle barıştı ve yüksek makamlara getirildi.” (s. 48)

“Hasta bir toplumun hekimleri”

Yeni Osmanlılarda içselleşmeyen “ulusal devrimci” düşünce, Jön Türklerde kendini gösterir. Jön Türkler kavramı birçok manada kullanılır. Genel olarak, 1876-1909 arasında padişahlık koltuğunda oturan II. Abdülhamit’e karşı muhalefetin tümünü temsil eder. Daha dar olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri, yani İttihatçılar için kullanılır. Mamafih, Jön Türklerin, Yeni Osmanlıları da içine alacak şekilde daha geniş şekilde yorumlandığı da olur.

1880’lerin sonlarında Jön Türklerin kutup yıldızı, İsviçre’deki bir başka muhalif Ali Şefkati’dir. Onun çıkardığı İstikbâl gazetesinin; Abdülhamit’ten ve saray yönetimden nefreti, siyasi-dini çöküşten duyulan korkuyu ve özgürlük çağrısını içeren heyecanlı yayın çizgisi vardır.  İstikbâl’in İstanbul’da yüksek okullarda ve bilhassa Askeri Tıbbiye’de okuyan öğrenciler arasındaki itibarı muazzamdır.

“Askeri Tıbbiye 20. Yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçe konuşan Müslümanların eğitimi için en önemli siyasi merkeze dönüşmüştü. Okul, Batı bilimine duyulan inancın, siyasi komploculuğun ve askeri kurum olmanın kesişme noktasında bulunuyordu: Bu üç unsur, müteakip on yıllar zarfında, Türk milli hareketinin güç temelini, örgütlenme ilkesini ve ideolojik yönelimini belirleyecekti.” (s. 53)

1880’lerde Tıbbiye’ye girenlerin travmaları ağırdır. Yüzbinlerce Müslümanın Balkanlardan sürüldüğüne, imparatorluğun uçurumun kenarına geldiğine tanık olurlar. Bütün bir hayatlarını devletle bağlantılı olarak düşündüklerinden, imparatorluğun kurtarılmasını asıl vazifeleri olarak bellerler. Kendilerini hasta bir devletin, hasta bir milletin hekimleri olarak görürler.

“Hepsi Avrupa’nın küçültücü ‘Boğaziçi’nin hasta adamı’ mecazını içselleştirmişti. Adamı değil ancak imparatorluğu kurtarmak göreviyle karşı karşıya bulunduklarını düşünüyorlardı. Artık sultanı ‘Darül İslam’ın Tanrı tarafından atanan efendisi, hekimi ve selamete kavuşturucusu olarak görmüyor, kendilerini kader tarafından Yakın Doğu’nun teceddüdü (yenilenmesi) için görevlendirilmiş siyasi hekimler ve kurtarıcılar sayıyorlardı.” (s. 39)   

1889’da bu gençlerden beşi, başta İttihad-i Osmani Cemiyeti dedikleri ama kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını verecekleri bir örgüt kurarlar. Gençlerden ikisi Kürt (Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbekirli İshak Sukuti), biri Türk (Konyalı Hikmet Emin), biri Çerkes (Kafkaslardan Mehmet Reşit) ve biri de Makedon’dur (Manastırlı İbrahim Edhem). Kurucular içindeki yıldız isim olarak öne çıkan ve 1896’da Trablus’a sürülen Abdullah Cevdet, Schiller’in Willhem Tell adlı eserini Osmanlıcaya çevirir. Esere çarpıcı bir önsöz yazar; Jön Türkleri özgürlükle, erdemle ve despotizme karşı savaşla özdeşleştirir.

İmparatorluğun çöküşünden sorumlu tuttukları padişaha sadakatten vazgeçen Jön Türkler, başkentteki öğrenciler için bir çekim merkezi olurlar. Örgüte katılanların sayısı artıkça, devletin de örgüt üzerindeki baskısı artar; polis 1895’te İstanbul’daki komiteyi dağıtır. Siyasi baskıya iktisadi güçlükler de eklenince genç muhalifler çareyi yurt dışına kaçmakta bulurlar. Cenevre, 1800’lerin sonunda Jön Türklerin en önemli sürgün adreslerinden biri olur.   

“Osmanoğlu Osmanlı değil Türkoğlu Türk”

Kasım 1896’da İTC’nin Cenevre Şubesi kurulur. İsviçre’deki Osmanlı muhalefeti yekpare değildir; Mizancı Murad gibi ılımlı ve Yeni Osmanlılara yakın duran ya da Ahmed Rıza gibi devrimci şiddete şüpheyle bakanlar olduğu gibi İshak Sukuti ve Tunalı Hilmi gibi hürriyetin kandan geçtiğini savunanlar da bulunur. Keza Osmanlı muhalefetinin, muhalif diğer etnik gruplarla (Ermeniler, Yunanlılar) görüş ayrılıkları da keskindir. Hepsi padişaha karşıdır ama izlenecek yol ve varılacak durak hakkında mutabakata varmaları çok zordur.   

İstanbul da, İsviçre’deki bu muhalefeti başıboş bırakmış değildir. II. Abdülhamit, devletin otoritesi hakkında kuşku uyandıracak yayınların ve faaliyetlerin önüne geçmek için çeşitli araçları devreye sokar. İsviçre üzerinde diplomatik baskı uygular. Muhaliflerin bozguncu, ahlaksız, ilkesiz, şantajcı ve anarşist olduklarına dair propagandaya hız verir. Sopanın kâr etmediği yerde ise havucu uzatır. İTC ile müzakere eder, mensuplarına makam ve mali destek sözü vererek kendi yanına çekmeye çalışır.  Sarayın aldığı bu tedbirler meyvesini verir; yüzyıl biterken padişaha karşı Jön Türklerin muhalefeti sönümlenir.

“Ağustos 1899 ortalarında saray temsilcisi, bir kez daha İTC Cenevre ile bir karşılıklı ateşkes antlaşması imzaladı. Buna göre liderler aylık burs, geri kalan üyeler ise daha küçük meblağlarda tazminat alacaklardı. İshak Sukuti ve Abdullah Cevdet sonbaharda Roma’daki Osmanlı sefaretinde hekim, Tunalı Hilmi ise Madrid sefaretinde kâtip kadrosuna atandı. Böylece 1899 sonlarında Sultan, Cenevre ve Avrupa’daki genç hasımlarını bertaraf etmiş oluyordu.” (s. 86)

1890’lardaki Jön Türk muhalefetinin fikriyatında kritik bir değişim olur; İTC çevrelerinde ilk Türk milliyetçisi düşünceler meydana çıkar. 1898’de soylu bir Kürt ailesinden gelen Abdurrahman Bedirhan tarafından çıkarılan, Abdullah Cevdet ve İshak Sukuti gibi İTC mensuplarının da makale verdikleri Kürdistan dergisinin yayınlanmaya başlaması, yalnızca Babıali’deki kaşları kaldırtmaz, İTC’yi de rahatsız eder. Böylece İTC, en büyük düşmanı saydığı II. Abdülhamit ile aynı noktada buluşmuş olur.

“İshak Sukuti, 1 Ocak 1900 tarihinde Osmanlı’da çok ilgi gören bir makalesinde, Arnavutlara ve Kürtlere, Ermenilerden ve Balkan Hristiyanlarından kaynaklanan ‘tehdit’e karşı Türklerle İslami bir birliktelik içinde olmaları çağrısında bulunuyordu. Entelektüeller de artık kendilerini giderek artan bir oranda Osmanoğlu Osmanlı diye değil de Türkoğlu Türk diye tanımlamaya başlamışlardı.” (s. 78)  

“Türkiye Türklerindir”

Liderlerinin İstanbul’la anlaşmasıyla beraber İTC’nin Avrupa’daki harareti düşer. Ama II. Abdülhamit’in damadı Mahmud Paşa’nın, biri Prens Sabahaddin olan iki oğluyla Cenevre’ye kaçmış olması, İTC’yi yeniden ivmelendirir. Fakat şartlar eskisi gibi iyi değildir; Osmanlı diplomasisinin baskısıyla İsviçre hükümeti, İTC’ye 1890’lardaki kadar geniş bir hareket alanı tanımaz.

Ancak İTC, kısa bir süre sonra padişahı devirir ve iktidarı ele alır. Kieser, İTC’nin iktidara gelmesi ve 1918’e kadar iktidarda kalmasının ardında yatan gücün, oradan oraya savrulan Jön Türkler veya Prens Sabahaddin ve Abdullah Cevdet gibi liberaller değil “Talat gibi memurlar ve Enver gibi genç subaylarla birlikte Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım gibi Türk iktidar pragmatistleri” olduğunu yazar.

Askeri hekimler Şakir ve Nazım, İTC’nin “eylem” ve “kan dökmek” yerine muhalefetini “kelimeler” üzerinden sürdürmesini büyük bir başarısızlık olarak değerlendirirler. Onlar, Bulgar ve Ermenilerden ölümüne nefret ederler ama onların hareketliliklerine ve fedakârlıklarına da hayranlık duyarlar. Türklerin de kendilerini gözü kara bir biçimde eyleme yönlendirecek bir “siyasi terbiye”ye ihtiyaçları vardır, bu da Türkçülüktür. 1905’te Paris’e gelen Dr. Şakir, bu nedenle “saf bir Türk komite” oluşturmayı hedef olarak önüne koyar.

“Hanioğlu’nun dikkate değer tezine uygun olarak -1912-1913 Balkan Savaşları’ndan on yıl önce- Türkçülük, merkez komite üyeleri için ‘gerçek gücü’ oluşturuyordu; monolitik olarak kavranan Avrupa’ya ve bilhassa nefret edilen Rusya’yla ittifak içinde görülen Ermenilere yönelik bir kıskançlık ve nefretle birleşmiş bir Türk etnik milliyetçiliğiydi bu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında milli hareket tarafından ortaya atılan ‘Türkiye Türklerindir’ sloganı, aslında daha onbeş yıl öncesinde İT propagandasının önemli unsuruydu.” (s. 95) 

1911’e gelindiğinde İTC “etnik milliyetçi bir harekete” dönüşür. Ziya Gökalp, bu dönüşümü anlamak için iyi bir örnektir. Daha 1909’da Osmanlı için ABD modeli öneren; birliğin kan bağı üzerinden değil siyasi kanaatler üzerinden inşa edilmesi gerektiğini savunan Gökalp, çok geçmeden etnik Türk milliyetçiliğinin önde gelen kalemlerinden biri olur.

“Kanı henüz bozulmamış Türk oğulları”

Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde İsviçre, yeniden Avrupa’daki Osmanlı diasporasının merkezi olma vasfını edinir. İsviçre’deki Türk öğrenciler yönlerini tayin etmiş olmanın verdiği bir özgüvenle kendilerini artık “biçare Osmanlı eliti” olarak değil “mağrur Türk milleti” olarak görürler.

1911’de önce Lozan ve Cenevre’de, daha sonra da Avrupa’nın diğer üniversite şehirlerinde Türk Yurdu cemiyetleri kurulur ve bu yurtlar etnik bir milliyetçilik güderler. Dolayısıyla, Cumhuriyet’in resmi ideolojisi olan seküler milliyetçiliğin temelleri, Cumhuriyet’in kurulmasından yıllar önce Türk Yurdu’nda atılır.

Kieser, Türkçe konuşan Osmanlı Müslümanlarının etnik milliyetçi bir Türk’e dönüşmesinde, dikkatleri Rusya’dan gelen Müslüman entelektüellere çeker. Hüseyinzâde Ali, Ahmed Ağaoğlu, Gaspıralı İsmail ve Yusuf Akçura gibi isimler, 1911 sonrası Türkçü dönüşüm için gereken zemini hazırlarlar. Kieser’e göre, eğer bu entelektüellerin etkisi olmasaydı, “Türkçe konuşan Osmanlı Müslümanlarının Türkçülüğe dönüşü söz konusu bile olmazdı.”  

“Üzerinde egemenlik iddiası bulundukları alanda, eşit haklı birlikte yaşam ve azınlık haklarını Türkçüler için konu bile edilemezken, İstanbul’daki Türkçü basın, Rusya’daki Müslümanlar için aynı hakları yüksek sesle talep edebiliyordu. Azınlıklar deyince Türkçülerin aklına Avrupa müdahalesi ve kararlı bir milliyetçilikle ‘üstesinden gelmeye niyetlendikleri çok kültürlü bir Osmanlı mirası’ geliyordu.”  (s. 105)

Milliyetçiliğin yükselmesi Osmanlı’daki etnik gruplar arasındaki sürdürülebilir ilişkileri giderek azaltır. Lozan Türk Yurdu, Şubat 1912’de Türk öğrencilere üye olma çağrısında bulunur. Yurt, bu çağrıyı dramatik bir ifadeyle yapar: “Bir uçuruma doğru yuvarlanan Türklüğün, koca bir milliyetin imdat isteyen feryadından başka bir şey değil…”  Derneğin amacının Türklüğün kültürel ve toplumsal gelişimini sağlamak olduğu belirtilir; müstakbel üyelerin Türklük için çalışacaklarına, derneğe ve Türk liderlere itaat edeceklerine ve yalnızca Türklerle evleneceklerine dair yemin etmeleri zorunlu kılınır.

“1912-13 yıllarında Cenevre’de öğrenim görmeye davet eden Cenevre Türk Yurdu, okurlarına şu sözlerle sesleniyordu: ‘Kanı henüz bozulmamış Türk oğulları, o halde sizi takdis ediyoruz. Geliniz buraya, Avrupa’ya koşunuz!’” (s. 107)    

Trablus Savaşı, Balkan Savaşları, Türk olmayan Osmanlıların kendi devletlerini kurma çabaları ve 1908 Devriminin imparatorluğu bir arada tutmayı başaramaması nedeniyle diasporadaki talebelerin Türklüğe tutunmalarını, Cenevre Türk Yurdu Başkanı Cevdet Nasuhoğlu “ihtida” kavramı ile açıklar:

“İsviçre’de tahsil hayatını yaşayan bir avuç Türk genci Avrupa’nın irfanla dolu koynuna sığınmış diğer bütün genç soy kardeşlerinin de hissetmeleri pek tabiî olan ihtiyaca hep aynı harici tesirlerin sevkiyle Türklüğe ihtida etti.” (s. 110)

Türklüğe ihtida edenlerin hedefi büyüktür.  Gaye, artık Osmanlı’yı güçlü bir devlet yapmak değildir; gaye “sosyal bir devrim” yardımıyla Türklük temelinde yeni bir toplum inşa etmektir. Bunun için üç adım atılması lazım gelir: Kadın ve erkeklerin eğitimini sağlamak, kadın ve erkekleri hukuken eşit kılmak, ilerlemenin karşısında duran geleneklerle savaşmak. Milli bir inşa projesidir bu ve gerçekleşmesi için herkes kendini sorumlu görmelidir. Türkçü bir vatansever, hem bir kurtarıcı hem de bir uygarlaştırıcı olduğunu asla aklından çıkarmamalıdır.

Şükrü Saracoğlu’nun Cenevre, Mahmut Esat Bozkurt’un Lozan Türk Yurdu’nun başkanlığını yaptığı dönemde Türkçülük daha radikal bir ton alır. Lozan Türk Yurdu, Avrupa’daki Türk gençliğini Türkçülüğe kazandırmada üstüne düşeni başarıyla yerine getirdiği kanısındadır; “ihtida” oranının yüksekliğin büyük bir memnuniyet sebebidir:

“Kardeşler bu derin mülahazattan anlaşılıyor ki Yurdçuluk günden güne tesirini icra etmekten geri kalmıyor. Günden güne Türk âlemini sarıyor. Dün ‘milletin?’ denildiği zaman ‘Müslümanım’ cevabını veren Türk, bugün göğsü kabararak ‘Türk’üm’ demekte tereddüt etmiyor.” (s. 118)

* Hans-Lukas Kieser; Türklüğe İhtida: 1870-1939 İsviçre’sinde Yeni Türkiye’nin Öncüleri, Çeviri: Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.

Perspektif, 16.01.2022

https://www.perspektif.online/turkluge-ihtida-i-hasta-bir-devletin-hekimleri/

- Advertisment -