Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITürklüğe ihtida-2 / Mazlum Türkün hukukunu gözetmek

Türklüğe ihtida-2 / Mazlum Türkün hukukunu gözetmek

Batı ile olan aşk ve nefret ilişkisi yalnızca Türk milliyetçilerinde değil, Doğulu elitlerin hemen hepsinde hissedilir. Tahkir edildiklerini, haksızlığa uğradıklarını ve yanlış anlaşıldıklarını düşünen bu elitler, Batı karşıtı bir siyasi pozisyon alırlar. Batı’ya güvenmezler ve Batı’ya meydan okurlar. Fakat medeni milletler arasına girmenin, saygı görmenin ve arzuladıkları uygarlık düzeyine çıkmanın kestirme yolunun da Batı’dan geçtiğini görürler. Bu da Batı’ya imrenmelerine, hayranlık duymalarına neden olur.

Birinci Dünya Savaşı esnasında İsviçre’de yine heterojen bir Osmanlı diasporası bulunur. İsviçre’deki Osmanlılar arasındaki temel ayrım, savaşa ve İTC’ye karşı nasıl bir tavır takınılacağıdır. Prens Sabahaddin ve çevresindeki liberaller, savaşa kesinkes muhaliftirler ve açıktan İtilaf Devletlerini desteklerler. Türk Yurdu cemiyetleri ise İTC’ye tam bir sadakatle hareket ederler, savaşın ve Almanya’nın yanında dururlar. Tüzükleri gereği siyaset yapmadıklarını söylerler ama İTC’nin bütün yaptıklarını kararlılıkla savunur ve İTC’ye yönelen her türlü eleştiriyi de bastırmaya çalışırlar.

Savaş, Türkçe konuşan Osmanlı Müslümanlarında “Hristiyan düşmanlığı” temelinde bir Türkçülüğü tahkim eder. Yerli ve yabancı Hristiyanların ekonomideki etkileri sınırlandırılmalı, Türk ekonomisi Hristiyan sömürüsünden kurtarılmalı ve hatta Hristiyan Rumlar ortadan kaldırılmalıdır. Diasporadaki gençler bu milliyetçi mutabakatın temelini oluşturur. Salt Türklerin siyasi geleceğiyle ilgilenen ve gayri-Türklerin bütün taleplerine cephe alan bu gençler, içteki ve dıştaki zorbalık politikasına destek verdikleri İTC’nin savaş suçlarını da halının altına süpürürler.

Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı için bir felaketle sonuçlanması, ülkeyi savaşa sokan İTC’nin popülarite ve güç kaybetmesine neden olur. İTC muhalifi liberaller kısa bir süre ön plana çıksa da sonrasında özellikle İzmir’in İtilaf Devletlerinin desteğiyle Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, tüm milliyetçi güçleri seferber eder.

“İzmir’in işgali, önderleri Mustafa Kemal gibi çoğu İT üyesi olan ya da olmuş olan İtilaf devletleri karşıtı milliyetçileri güçlendirmişti; ayrıca İslâm’ın ve anayurdun büyük bir tehlike içinde bulunduğu savıyla, Türk Müslümanlara dönük silaha sarılma çağrılarını da meşrulaştırıyordu.” (s. 147)

 “Bir şaka”

Savaşın ardından Mustafa Kemal’in önderliğindeki Milli Mücadele, eski dönemlerdeki “vatanı kurtarmak” çabalarından ciddi bir farklılık taşır. Geçmişten gelen mirası yüklenerek bu dönemde vatanı kurtarmaya soyunanlara dört ilkenin rehberlik ettiği söylenebilir:

İlki, Türkçülüktür. Yeni kurtarıcılar artık imparatorluğun ihyasının ve pan-Türkist idealleri gerçekleştirmenin mümkün olmadığını kabullenirler. Enver Paşa’nın pan-Türkist irredantizminin sözünü bile etmezler. Mücadelelerini Anadolu ile sınırlarlar ve etnik milliyetçi düşüncelerini burada hayata geçirmeye odaklanırlar. Mahmut Esat, Şükrü Saracoğlu ve Vasıf Çınar gibi inançlı Türkçüler, Atatürk’ün en yakınındaki isimler olurlar. “Artık her şeyden evvel Mazlum Türkün hukuku gözetilmeli” idi.

Türkleri/Türklüğü en büyük kolektif kurban olarak gören genç kuşak, savaştaki yıkıma ve imha politikalarına dair ya tafsilatlı bir bilgiye sahip değildir ya da bunların sorumluluğunu başkalarına yükleme eğilimdedir. Kendi çektiği acıların başkalarıyla kıyaslanmayacak derecede ağır olduğuna inandığından, İTC’nin tehcir ve cinayetlerle yarattığı demografik gerçekliği “müstakbel düzenin sorgulanmayan temeli” olarak kabul eder.

“Çarlığın yayılmacı siyasetine başlamasından beri ve bilhassa 1912/13 yıllarındaki Balkan Savaşlarında çektiği acılarla mukayese edilince, Batılı kamuoyunun Ermeni katliamları bir şaka gibi kalıyordu.” (s.161)

Türkçülerin amacı, sadece düşmanlarından kurtulmak değildir; onlar aynı zamanda çok uluslu bir imparatorluktaki yakın geçmişlerinden de kurtulmak isterler. Bunun için kozmopolitizmi reddeder, bir grup aidiyeti için dinsel-etnik ölçütler koyar ve kendi etnisitelerini mutlaklaştırırlar. Cumhuriyet rejiminin Türkçülüğü, yine İsviçre’de alt yapısı hazırlanan “antropolojik Türkçülük” gibi bir aşırılığa vardırması, bu zihin dünyasının içinde daha iyi anlaşılır.

“Cenevre, yüzyıl dönümünde Jön Türk muhalefetine, kendisini ve ‘yaşam ıstırabını’ ifade etmek için ihtiyaç duyduğu kaçış yerini sağlamıştı. Otuz yıl sonra Cenevre Üniversitesi, Türklüğe dair abartılı bir inanışa dünya tarihinde temel bulmak isteyen bir tezin doğumuna katkıda bulunuyordu. Burada söz konusu olan, Türk milletinin nihai ırksal temellendirilişinin inşasıydı.” (s. 229)

“Siyasi bir silah ve ulusal aidiyet unsuru olarak İslam”

İkincisi, dinin araçsal kullanımıdır. Gerçekte Türk milliyetçilerinin kimi doğrudan dine karşıdır, kimi de dinin modernize edilmesi gerektiği kanısındadır. Mahmut Esat’ın, dinle ilişkinin nasıl olacağına dair cevabı basit ve radikaldir: “Rûhanî meseleye gelince, Türklük dine değil, din Türklüğe hadim kılınmalıdır.”

Ancak mücadeleden zaferle çıkmalarının halkı yanlarına çekmelerine bağlı olduğunu bildiklerinden, dine ilişkin gerçek görüşlerini “halkımıza” söylememeyi uygun bulurlar. Aksine “en başından beri İslam’ı bir siyasi silah ve ulusal aidiyet unsuru” olarak kullanan İTC geleneğinin sürdürücüleri olduklarından, halktaki güçlü dini duyguları ideolojik amaçlarının hizmetine koşarlar.

Eski bir cami hocası olan Harun Bey, bu yaklaşımı veciz bir dille ifade eder: “İcap ederse bu milli teşkilatımız dini bir kisve altında temin etmekten çekinmemeli. Dolayısıyla, aslında kendilerini hilafet geleneğine borçlu hissetmemelerine rağmen, 1919-1922 yılları arasında hilafet için mücadele ettiklerini söylemekten ve bunu bayraklarına işlemekten kaçınmazlar.

Türk milliyetçileri, işlevini yerine getirdikten sonra modernliğin önünde bir engel olarak gördükleri dinsel köklerinden kopmakta zorlanmazlar. İslam, antropolojik Türklük için tehlikeli bir rakiptir; bu nedenle ya ortadan kaldırılmalı ya da tesiri asgari düzeye çekilmelidir. Mahmut Esat’ın “Yeni Türkiye’yi kendi geleneklerinin pragmatik bir katkısıyla inşa etmenin mümkün olduğuna inanmıyorum” sözü, dönemin ruhunu çok iyi yansıtır.

Bu felsefe uyarınca milliyetçiler, “muasır medeniyete” ulaşmanın önünde bir bariyer olan dinin, devlet ile olan bütün bağlarını koparırlar. Dini devletten ayırıp sivil topluma bırakan ve dinin özgürce yaşanmasına olanak veren yumuşak bir kopuş değildir bu. Aksine benzerine ancak Jakobenlerin iktidarı esnasında Fransa’da rastlanan, keskin bir kopuştur. Devlete tâbi kılınan dinden beklenen, Sünni çoğunluk versiyonuyla Türk kültürünün bir parçası olarak hizmet etmesidir.

“Sizin medeniyetiniz bir zehir”

Üçüncüsü, Batı ile olan aşk ve nefret ilişkisidir. Doğrusu bu duygu, yalnızca Türk milliyetçilerinde değil, Doğulu elitlerin hemen hepsinde hissedilir. Tahkir edildiklerini, haksızlığa uğradıklarını ve yanlış anlaşıldıklarını düşünen bu elitler, Batı karşıtı bir siyasi pozisyon alırlar. Batı’ya güvenmezler ve Batı’ya meydan okurlar. Fakat medeni milletler arasına girmenin, saygı görmenin ve arzuladıkları uygarlık düzeyine çıkmanın kestirme yolunun da Batı’dan geçtiğini görürler. Bu da Batı’ya imrenmelerine, hayranlık duymalarına neden olur.

Elitlerin bu ikircikli ruh hali, en iyi, gittiği Berlin’den çokça etkilenen ve Batı’nın üstünlüğüne gıpta ile bakan Enver Paşa’nın kadın arkadaşına yazdığı mektubun satırlarında okunabilir:

“Sizin medeniyetiniz bir zehir, fakat uyandıran bir zehir, insan artık uyumak istemez ve istese de uyuyamaz. Gözlerinizi kapadığınız anda öleceğinizi hissedersiniz.” (s. 183)

Cumhuriyet’in banileri Türk milliyetçileri de Batı’ya karşı öfke, şüphe ve güvensizlik hisleriyle doludurlar; ancak yaşamak ve diğer devletlerle olan yarışta geri kalmamak için Batı medeniyetinin değerlerini topluma kabul ettirmeyi bir mecburiyet olarak algılarlar. 1926’da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildiğinde Mahmut Esat, “dünyanın en yeni ve en mükemmel kanunu” olarak takdim ettiği bu kanunun Türk milletine aykırı düşen herhangi bir tarafının bulunmadığını söyler. Toplumsal hayat, artık bu kanuna göre tanzim edilecek; Türk milleti uygarlığı kendine değil, kendini uygarlığa uyduracaktır. Zira yaşaması için başka bir şansı yoktur.

“Türk İhtilali’nin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız benimsemektir… Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle, ateşle, yok edilmeğe mahkûmdurlar… Böylesine Türk Ulusu’nun iradesine uygun harekette bulunmuş olacağız. Keyif ve isteklerimize göre değil.” (s.196)

Kadınlar, Batı medeniyetini benimsemenin simgesi olurlar. Gerçi rejim, kadınların bireysel özgürlüklerinden ziyade, onların kolektif kimlik içinde icra ettikleri role ehemmiyet verir; kadınları “mili kültürün etkili taşıyıcıları ve milli toplumun üretici üyeleri” oldukları için destekler. “Kadınların desteklenmesi modern Batı’dan geri kalmayan bir toplum görünümü sunmanın parçasıydı.”  Modernist yönelim, en parlak örneği Afet İnan’da görüldüğü üzere, rejimin kabullerine bağlı olmak şartıyla, kadınlara kamusal hayat içinde büyük fırsat kapıları açar.

“Asalaklar, kan emiciler ve zararlı mikroplar”

Dördüncüsü ise yok oluş korkusu ve sosyal-Darwinizmdir. Sosyal-Darwinizm, Jön Türklerin ileri gelenlerinden Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın genç üyelerine kadar binlerce Türk milliyetçisinin dünya görüşünü şekillendirir. Buna göre, hayatta kalmak ve hayatını sürdürmek için bireysel ve kolektif rakip olarak görülenlerle acımasızca mücadele edilmelidir. Dünyada güçlü olanlar ayakta kalır.

Bazı liberal ve muhafazakâr aydınlar, biyolojik bir teorinin sosyal hayata aktarılmasına karşı koysalar da, içinden geçilen savaş ve acı dönemlerinde pek etkili olmazlar. Savaşın yaşamın ta kendisi olduğu, barışın ise bir anomali sayılması gerektiğini öne süren görüşler yoğun taraftar bulur.

“Yüzyıl dönümünde tahsilli elitlerin büyük bir kısmı ölümcül bir beka savaşının, aynı zamanda bireyler, uluslar, ırklar veya sınıflar için de geçerliliği kanıtlanmış bir doğal zorunluluk olduğuna ikna olmuşlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda kendilerini tehdit altında ve -milliyetçilik açısından- ‘geç kalmış’ hissettikleri için Türk elitleri arasında bu dünya görüşü özellikle güçlüydü.” (s. 187)

“Yok olmamak” için mutlaka “yok etmek” gerektiği düşüncesine iman düzeyinde bağlılık, özellikle 1914-1918 arası dönemde büyük bir faciaya yol açar. İTC, Anadolu’nun nüfus yapısını, kan ve şiddetle büyük bir oranda değiştirir.

“Dr. Reşid ve pek çok partili arkadaşı, Osmanlı Devleti için kullanılan hastalık mecazının mantığından, devletin bünyesini içten tehdit ettiklerini düşündükleri etnik-dini azınlıkları asalaklar, kan emiciler ve zararlı mikroplar gibi öldürmek doğrultusunda dilsel ve siyasi sonuçlar çıkarmışlardı.” (s. 190, 27. Dipnot)

“Kendi tarihini devrimcileştiren bir Türk devrimi”

Anadolu’nun Türkleştirilmesi için gayrimüslimlerin Anadolu’dan çıkarılması ve Türk olmayan Müslümanların da asimile edilmeleri gerekir. İTC, beş yıllık iktidarında bu yolda önemli bir mesafe kat eder. Onların kaldığı yerden ise Kemalist yönetim devam eder. Kemalist rejim, Lozan’dan sonra içeriye döner ve içeriyi kendince düzeltmek için Kürtler, Ermeniler ve Rumlar başta olmak üzere bu topraklardaki diğer kimliklerin izlerini silmeye çalışır. 1926’da Türk Yurdu Dergisi’nde, Anadolu’nun nihayet “bize kaldığı” iftiharla duyurulur. Ancak içine girildikçe etnik ve dini çeşitliliğin düşünülenden de fazla olduğu görülür ve mücadele de süreklilik kazanır.

1870’ten 1930’lara kadar gelen bu serüvende İsviçre hep önemli bir merkez olur. Kuşkusuz, İsviçre’deki elitler ve talebeler arasında farklı düşünenler de vardır. Mesela Abdullah Cevdet, Said-i Nursi ve Prens Sabahattin gibi isimler, İsviçre’den esinlenerek, kendi ülkeleri için de anti-merkeziyetçi ve özgürlükçü bir toplum tasavvur ederler. Her ikisi de Kürt olan Cevdet ve Nursi, etnik kimliklere eşit hakların verilmesini savunurlar. Ancak bu isimler siyasi olarak bir araya gelemezler.

Galebe çalan merkeziyetçi ve tekçi bir yapının peşinde olan Türk milliyetçileri olur, hem Osmanlı’nın son dönemine hem Cumhuriyet’in kuruluşuna onların mührü vurulur.

“1870 yılında Cenevre’de İnkılâb gazetesiyle çok halklı Osmanlı Devleti’nde bir devrim çağrısı olarak atılan adım, elli yıl kadar bir süre sonra kendini tanımlayışının temeli olarak kendi tarihini devrimcileştiren bir Türk Devrimi’yle sonuçlanacaktı.” (s. 229-230)

Türklüğe İhtida, bir yandan dünün daha iyi kavranmasını sağlarken, diğer yandan bugüne ve yarına dair de mühim şeyler söylüyor.

* Hans-Lukas Kieser, Türklüğe İhtida: 1870-1939 İsviçre’sinde Yeni Türkiye’nin Öncüleri, Çeviri: Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.

Perspektif, 17.01.2022

https://www.perspektif.online/turkluge-ihtida-ii-mazlum-turkun-hukukunu-gozetmek/

- Advertisment -