Yazı dizime mevzu olan müzikte, hatta hayatta “aranjman” ve fiil hâli “aranje etmek”, bizde sözlük anlamını, müzikal terimini epey esneten bir kelime. Bilhassa “cover”ın henüz dili kaplamadığı 60-70’li yıllarda “şey etmek” gibi geniş bir kullanıma sahip.
Ülkemiz müziğinde her şey, her şeyden, her şekilde aranje edilebildiği için “iş, oluş, durum” olarak ayrılan fiillerin her hâline uygun. Bu nedenle bizde hem anlamı, hem de kullanımını biraz keyfe göre. Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler meselesi…
Zaten “aranjman” yapılır, “aranje” edilir. Müzikal tarihimize baktığımızda o “edilir” vizesinin dere-tepe kullanımına önceki yazılarımda Batı’dan Doğu’ya/Doğu’dan Batı’ya değinmeye çalışmıştım. Aynı dönemde, popüler türküler caza, Klasik Müzik’e, aryalara da aranje ediliyor. Ki yeri, hatta kimine göre zulmü ayrı.
Göbek adı Türkü, adı Arya
Mesela Esin Afşar, Anadolu Pop ve Anadolu Rock’ın estirdiği rüzgârı da arkasına alarak, 70’lere doğru türkülerden “Batı”ya başka türlü bir geçişin habercisi. Ankara Devlet Konservatuvar’ı Piyano Bölümü mezunu olan Afşar, o geleneği gizlemeyen tarzı, kentli nidâsıyla 1970’de Âşık Veysel’den “Kara toprak” 45’liğini çıkarıyor. Şarkıyı müzik kütüğüne “Göbek adı Türkü, adı Arya” olarak kaydetmek mümkün sanıyorum.
Ardından emanet şivesi, teatral vurgularıyla “Yoh Yoh” listelerde… Öyle ki bir süre “Bayan Yoh Yoh” diye anılıyor. Aniden aklıma gelen serbest çağrışımı araya sıkıştırırsam; “Yoh Yoh”un ardından Selda Bağcan’ın yorumladığı “Yuh Yuh” da bir anda popüler. “Yuh Yuh soyanlara…” nakaratı da her yeri sarıyor ama belki mevzu ironi kaldırmadığından ona “Bayan Yuh Yuh” demiyorlar.
Cuntaya “Yok yok, olmaz” diyenler
Afşar “Niksarın Fidanları”nın ardından 1976’da “45’likler dönemi”nin finalini, “Ben Sana Yandım Zühtü”yle getiriyor. Biraz unutuluyor zaman geçince… Ancak miladını yine darbeyle kayda geçiren 80’lerde “Bayan Yoh Yoh”, cesur çıkışıyla, muhalif, kararlı duruşuyla karşımızda.
Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığının ikinci yılında, Köşk’e çıkıp ona Aydınlar Dilekçesi’yle “Yok Yok” diyen altı kişilik temsili heyetin içinde o da var. (Fotoğraf: Prof. Dr. Hüsnü Göksel, Bilgesu Erenus, Esin Afşar, Aziz Nesin, Prof. Dr, Bahri Savcı, Prof. Dr. Fehmi Yavuz.)
Dilekçeyi bir heves(?) imzalayan bazı sanatçıların, koca koca adamların iş ciddiye binince ifadesini, “Ben onu toplu konut dilekçesi sandım”, “Konuşulurken tuvaletteydim” diye değiştirdiği, imzasını anında çektiği düşünüldüğünde… Sıkı bir tavır, hâlâ özlenen, saygıyla anılan bir duruş. (¹)
Afşar, o yıllarda hastalığının tedavisi için yurtdışına çıkmasına izin verilmeyen Ruhi Su’yu ölümünün ardından 1987’de “Ruhi Su’ya Türkü” albümüyle anıyor. 2000 yılında da “Nâzım Hikmet Şarkıları”nı çıkarıyor. İkinci döneminde de Yunuslu, Veyselli Anadolu ezgilerinden, türkülerden kopmasa da, müziği caz ve klasik müzik yorumlarıyla özüne dönüyor aslında.
Uyarlamada “Yeter gari” dönemi
Pop ve Rock’ı saran Anadolu fırtınası, “Konservatuvar ekolü”nün de deneme uçuşu yaptığı bir alan. Ancak korolarla, aryalarla Klasik Batı Müziği formundaki uyarlamaların bazıları, o noktada “Yeter gari…” dedirtecek türkü kamuoyuna. O tarza gönülden uzak duranlar, Çetin Alp’in 1983’de Eurovision’a katıldığı “Opera” şarkısı “0” puanla sonuncu olduğunda, rahat rahat içini dökme fırsatı da bulacak.
Sayıp dökenlerin başında Barış Manço da var. Alp’in Eurovision’a “şarkısının kötü olduğunu bile bile sırf Avrupa’da şarkı söylemek için katıldığını” savunuyor. Onun “Bu işler öyle saç uzatmakla olmaz” karşılığına da ünlü şarkısının güftesini “aranje ederek” ağır yanıt veriyor: “Arkadaşım Çe, arkadaşım Tin, arkadaşım Çetin”…
Ancak aynı yıl Eurovision’a katılmak isteyenler arasında Barış Manço’nun olduğunu da hatırlatmalıyım. Eurovision için üç ayrı kostüm hazırladığını yazıyor gazeteler. Yarışmaya “Kazma” şarkısıyla başvuruyor ama ön elemelere takılarak, ilk sekize, hatta ilk 16’ya bile giremiyor.
Rekor 245 türküyle Büyükburç’ta
O yılları dolaşırken/yazarken kulağıma şarkılar, güfteler de geliyor tabii… Bazen bir şarkı insanı anında çocukluğuna, ilk gençliğine götürüyor, bazen de insanın geçmişine yerleşen bir sanatçı o tarihteki, belki tarih olduğu için de kıymetli yerini “tek bir şarkısı”yla ediniyor, kalıcılığını o şarkıyla sağlıyor.
Manço benim hatıralarımda hep Kol Düğmeleri’dir mesela. İlk aklıma gelenler arasında “Büyümsün” Esmeray, “Her Akşam Votka, Rakı ve Şarap” Dario Moreno da var. Benim için Erol Büyükburç da öyledir. Yeri, ortaokula başladığımda sesi, yankısı her köşedeki plakçıdan, plak reyonlu kırtasiyecilere kadar sokağa vuran 45’liği “Bir başka sevgiliyi sevemem, sevemem”ledir. Belki o şarkı o yılın (1968) fon müziklerinden olduğu için, o dönemden bir tat, bir koku, bir fotoğraf gibi yerleşir hatıra albümüme…
Batılı çalgılarla yüksek perdeden “drinom drinom drinom” başlayıp, duruşunu değiştirmeden o minvalde giden şarkının ekolu nağmesi, aranjmanların, Yeşilçam müziklerinin de şablonu. Eko ve ses düzeni cihazlarındaki elektro-mekanik yenilikler, ritimleri, modaya uyarak yankıyı metalikleştiriyor. O şablonda enstrümanlar öyle, kanarya sesli elektronik zil gibi ötüyor biraz.
Oysa Büyükburç’un biraz gölgede kalan asıl diskografisi, uyarladığı türküler. Halk türkülerinden Türk Pop’una taşıdığı şarkıların külliyatı çok kabarık… Kendi açıklamasıyla 254 türküyü “aranje ediyor”. En göze çarpanları, “Kızılcıklar Oldu mu”, “Çakır Eminem” , “Kara Tren”, “Kara Kaş Gözlerin Elmas”, “Zeynebim”, “Turnalar”.
Kaytan bıyıklı “Döngün Ali”nin maceraları
Müzik yaşamında türküler öne çıksa da o bir PopStar. Hatta yaşı 30’lara gelmeden Türkiye’nin ilk PopStar’ı… Müzik tarzında gezinirken güftesi İngilizce olan Little Lucy gibi besteleri de “taş plak” formatında çıkıyor piyasaya. Hem de ta 1958’de, 22 yaşındayken… Bestelerinin İngilizce sözleri biraz “A Direct Method Gatenby” de olsa, arkasında İstanbul Belediye Konsertuvarı ve aldığı özel Şan Dersleri duruyor.
Öyle seviliyor ki, 30’a yakın filmde, 20 fotoromanda yer alıyor. Genellikle “Pop Fotoroman”lar ama türkülerin hatırına “Karacaoğlan’ı da es geçmiyor. O kadar Popstil’in ardından takma kaytan bıyıkları biraz plastik havası verse de, Büyükburç o kılıktaki şaşkın bakışını bazı karelerde gizleyebiliyor.
“Dönek” kavramına ince ayar
“Karacaoğlan” fotororamında “Elif Kız”la “Döngün Ali”nin hikâyesini merak eden ama karınca duası gibi metni okumaya üşenenler için senaryo, iri puntolu ara başlıklarla da özetlenmiş: “1. Gurbete uzanan yolları vardı: 2. Gözleri bulutlara daldı gitti: 3. Bırakıp gitmek zor geliyordu: 4. Elif Kız, her şeyi göze aldı:”
Tefrika o günün finalinde “Elif’in niyetini Döngün Ali, tez öğrendi” anonsuyla ertesi gün “heyecan, ihanet” filan da vaat ediyor. “Döngün” mahlası nereden icap etti derseniz, “Hayatım kısır döngü”den midir, yoksa Elif onu ekince, sazı bırakıp o yoldan dönerek PopStar mı olacaktır…
Yerel etimolojisinde biraz “dargın” esintisi de var. Ancak fotoromanın devamına maalesef ulaşamadığım için bilmiyorum. Ama siyasi terminolojide artık “dönek” kavramından bıkan yahut kalın bulanlar için “döngün” yeni bir imkân yaratabilir. “Döngün muhalif” mesela… Kavramı TV’de kullansan,”gün”ün yorumcularının en az yarısı üzerine alınır.
Sahnelerin ilk uzaylı PopStar’ı
Büyükburç’un tarz gezinişi kıyafetlerine de yansıyor, kostümleriyle de “Star”lığın altını çiziyor. Rengârenk, lame, simli, kendi deyimiyle de “frapan” giysileriyle aldığı sahnelere, bir ara “Uzaylı kostümü”yle de çıkıyor. O günleri şöyle anlatıyor:
“Uzay kıyafetini Fethiye’de bir konserde deneyeyim dedim. Halk dona kaldı, garip garip bakıyorlardı ne oluyor diye. Böyle olduğunda geri çekiyordum kostümü. ‘Daha uygun bir zamanda ve ortamda giyilmek üzere’ diye not alıyordum üstüne. Her sezona en aşağı 30-40 elbise yaptırıyordum. Zeki Müren’i de etkiledi kıyafetlerim.”
Büyükburç belki de içinde kalan “Uzaylı” meselesini yıllar sonra TV’deki bir röportajında da dile getirecek ve yine magazinel manşetlere yerleşecek: “IQ’umun yüksekliği, zekâm, sanatsal yaratıcılığım nedeniyle yabancı ajanlar 4-5 yıl süreyle benim dölümü çaldılar. Uzaylılar da spermimi almış olabilir.”
MESAM’da bini aşkın bestesi olduğunu vurgulayan Büyükburç her sahnede, Ankara Gençlik Parkı’ndaki “aile gazinoları” dâhil tıklım tıklım açıkhava mekânlarında, assolist ya da assolist altı olarak söylüyor şarkılarını. “Aile Gazinosu”na gelince o ayrı muamma…
Bu bölümü daha fazla uzatmak istemediğim için en heyecanlı yerinde kesmek zorundayım. Daha “Halk Matineleri”, bilhassa “Kadınlar Matinesi” var mesela. Ancak gazinolara gelmeden önce bir zamanlar aşkların, efsanelerin, “Açıkhava Gazinoları”nın, her türden eğlencenin merkezi Ankara Gençlik Parkı’na değinmem gerekiyor. Ankara’nın hafıza mekânları arasına “dizi dizi bir inci” gibi yerleşen Gençlik Parkı, fıskiyesiyle birlikte tekmili birden gelecek pazara…
BİR FİLM/İKİ SAHNE
OPERADA İNANDIRICILIK SORUNU
O dönemden aklımda kalan farklı sahnelerin de yeri ayrı. Mesela hayatımıza küçük yaştan yerleşen, rutine binen tiyatro… Bahçelievler (Cumhuriyet) Orta Okulu’nun ilk yılları. Öğrencilerin bir kısmı “okul zoruyla” tiyatroda… Ama dersi kaytarmakla tetiklenen keyfimiz, sonradan “mahalle”nin haytalarına anlatmaya utanacağımız kadar gıcır.
Finalde sahneye Münir Özkul çıkıyor… Yüzünde -eşkâlini çizdirseler hepimizin en ince kıvrımına kadar betimleyeceği- o bildik hüzünlü gülümseme. Finalde babacan bir vurguyla ama olanca gücüyle bağırıyor: “Perdeee…”
Tiyatroda Osmanlı döneminin yıldızlarından Tomas Fasulyeciyan’ın o ünlü tiradının ardından… Dökülüyor, iri farbelalı, bordo kadife perde; az önce bin bir repliğin, mimiğin, jestin her seferinde kendine has raksını yaptığı sahneye… O görüntü de, “hayatımın sahneleri” arasına yerleşiyor. Bir “sahne”nin, orada kendini dışa vuran “hayatlar”, “tarz”lar dışında, diğerinden farkı yok sanki. Hepsi sahnelerimiz…
“O yâr uzun boylu, ben kısa kaldım”
Hafızamda Federico Fellini’nin “Hatırlıyorum, hatırladıklarım” babından “Amarcord”unun çarpıcı kareleri gibi beliren bir başka renkli “sahne”. Aynı yıllar… Bu kez Opera Sahnesi’ndeyiz. “Altın Batının Kızı” sahneliyor. Üç perdelik opera, Western; tam ilköğrenimimize göre. Kadın solistlerin, “primadonna”ların çoğu, balıketinin o devre has hoşluğunda… Ambiyansından öte dönem kostümleriyle de bir başka dünya.
Hepsi, yüksek, rugan topukluların tepesinde… Tavus kuşu tüyünden hotozların, ondülesi sabahtan yapılan kabarık, mizanpli saçların, (Farah) Diba modellerin de boy vermesiyle hepsi “Selvi Boylum İpek Şallım”. Erkekler ise biraz “O yar uzun boylu ben kısa kaldım” travmasında. Bazısının bir de göbeği var ki… Kovboyluğu, Baltalı İlah Zagor’un yancısı Meksikalı Çiko’dan hallice.
Kıkırdamamızı hisseden hocamız uyarıyor: “Hepsi ciğerli adamlar, o harika ses nereden geliyor…” Lâkin hepimiz o günlerde Western uzmanı çocuklar olduğumuz için, şık-ütülü, Yeşilçamvari “Küçükbey kovboy” kostümleriyle sergilenen operayı seyrederken, soba boyalı oyuncak tabancalar “çıt(ı) pıt” pıtlarken inanmakta zorlanıyoruz. İnanmayınca da olmuyor, inanç şart. Operanın tadına kovboyluktan kurtulunca varılıyor.
(¹) Hükmetmek için aydın olmak gerekmez: “Aydınlar Dilekçesi (1984)”dönemin en çarpıcı ve riskli buluşması… Kenan Evren de hop oturup-hop kalktığı Aydınlar Dilekçesi’ne sert tepki gösteriyor tabii: “Vatan hainliği yapan bazı aydınlarımız var. Ne yapayım ben böyle aydını? Bu millete hükmetmek için aydın olmak gerekmez. Son padişah ‘Vahidettin’ de aydındı. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ne yapayım ben böyle aydını?”
Sözlerinin nereye gideceğini/varacağını düşünme zahmetine girmesi gerekmeyen her diktatör gibi Evren’in konuşmasındaki o cümle, malumun ilamı. Hakikaten millete “hükmetmek” için aydın olmak gerekli değil. Mesela rütbeli olmanız -darbeler tarihimizle de sabit- yeterli. Gerisi, “Laf ola beri gele…” zaten.
Bu konuşması üzerine Evren’e manevi tazminat davası açan Aziz Nesin de aynı cümleyle taşı gediğine koyuyor: “Bu millete hükmetmek için aydın olmak gerekmez, sözlerine katılıyoruz. Hatta bugünkü siyasal görünüme bakılırsa, millete hükmetmek için aydın olmak değil, aydın olmamak gerekiyor.”
Kabullendiği tek aydın, Aydın vilayeti: Nesin, bence hep hatırlanması gereken dava dilekçesinde şöyle devam ediyor: “Tekil, birinci ağzından (senli benli) konuşma alışkanlığındaki Devlet Başkanı bizi bir şey yapsın diye aydın olmadık. Vahdettin’in aydın olup olmadığı tartışılabilir, ama devlet başkanı olduğu kesindir…” Ardından mizahî cilasını da yapıyor; “Onun kabullendiği tek aydın, Aydın vilayetidir…”