Son yazımda (Serbestiyet, 22 Kasım), ilk olarak 2019’da sorduğum; bugünden bakıldığında (yani hem 2019’dan hem 2021’den bakıldığında) anlaşılması güç görünen; insanda ‘göründüğü gibi olmamalı’ duygusunu uyandıran iki ‘tuhaf’ yakın siyasi gelişme üzerinde durmaya başlamıştım…
“Eski iktidar ortaklarının (Gülen Cemaati ve AK Parti) şimdi çok tuhaf görünen iki hamlesi” diye adlandırdığım bu iki gelişmeyi şöyle özetlemiştim:
Gülen cemaatinin 2019’dan (2021’den de) bakıldığında ‘tuhaf’ görünen hamlesi: Mademki devleti sızma yöntemiyle ele geçirmesine ramak kalmıştı, Gülen Cemaati başarısızlık durumunda kadrolarının devletten kazınması anlamına gelecek darbe girişimine hangi akla hizmetle başvurmuştu? (Bu soruya verilen joker cevabı biliyorum: “Büyük bir tasfiye hareketi başlatılacaktı, Cemaat onu istihbar ettiği için darbe girişiminde bulundu…” Bu cevabı tatmin edici bulmuyorum. Hiçbir hukukla sınırlı olmayan Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarıyla bile beş yıla yakın bir süredir devletten kazınamadığı söylenen Cemaat kadroları bir sürü hukuki sınır ortadayken nasıl kazınacaktı?)
AK Parti’nin 2019’dan (2021’den de) bakıldığında ‘tuhaf’ görünen hamlesi: AK Parti, eski sistemle ve eski hükümet modeliyle ülkeyi tek başına rahatça yönetmeye devam edebilecekken, neden ancak koalisyonla yönetebileceği bir hükümet modelini zorladı? (Bu soruyu, AK Parti’nin muhtemelen başına gelecekleri sezmesinden itibaren telaffuz etmediği, o nedenle gündemden rafa kaldırdığı ve dolayısıyla hepimizin unuttuğu yeni sistem önerisini hiç hesapta yokken Devlet Bahçeli’nin bir salı toplantısında pimi çekilmiş bomba gibi ortaya bırakıverdiğini hatırlayarak sormak çok daha anlamlı olur.)
Üç yıl önce dile getirdiğim kuşkularıma ve sorularıma neden geri dönüyorum?
Özeti tamamlamak, bu yazıyı öncekine (Serbestiyet, 22 Kasım 2021) bağlamak için bu iki ‘tuhaf’ gelişmeyi neden yeniden gündemime aldığımı da hatırlatayım: Çünkü 2019’da dile getirdiğimde sadece kuşku belirtip “neden” diye sorduğum bu iki gelişmeye dair bu yıl içinde yeni bilgiler ortaya çıktı; bu bilgiler sadece zikrettiğim iki olayı ‘tuhaf’ bulmama kısmi bir haklılık sağlamıyor, aynı zamanda bu tuhaflıkların nasıl ve neden cereyan etmiş olabileceğine dair ipuçları da içeriyordu.
Sözünü ettiğim ‘yeni bilgi’lerden Cemaat’in 15 Temmuz darbesine dahliyle ilgili olanı, Ahmet Dönmez’in aylarca süren “Cemaat içeriden adım adım 15 Temmuz’a nasıl sürüklendi” başlıklı yazı dizisi… İktidarın kendisi için büyük riskler içeren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne sürüklenişine dair olanı da son günlerde AK Parti içinde patlayan “50+1 tuzaktı, bizi bu tuzağa sürüklediler” sızlanmaları…
Yukarıda dediğim gibi her iki ‘yeni bilgi’ 2019’daki yazıda sorduğum soruyu daha kuvvetli bir biçimde sorma hakkı veriyor. Şu soruyu yani: Cemaat’i darbeye, AK Parti’yi de ancak koalisyonla yönetebileceği bir sisteme teşvik ederek, kışkırtarak ve bunu başararak kendisini iktidarın ortağı haline getiren bir güç mü var devrede?
İşte konuya, zikrettiğim yeni bilgiler ışığında bu soruya yeni bir cevap girişiminde bulunmak üzere döndüm.
Ahmet Dönmez’in yazı dizisi ve Devlet’in Cemaat’le dansı
Eski Zaman gazetesi muhabiri Ahmet Dönmez’in 37. ve son bölümünü 28 Ekim’de (2021) yayımladığı “Cemaat içeriden adım adım 15 Temmuz’a nasıl sürüklendi” başlıklı yazı dizisi, adındaki “içeriden” kelimesinden de anlaşılabileceği gibi ağırlıklı olarak Gülen cemaati içindeki, AK Parti iktidarını bir darbeyle devirme arzusunda ve eğiliminde olan kesimler üzerinde yoğunlaşmıştı. Fakat bunların “dış”la kurduğu ilişki de yazı dizisinin önemli bir parçasını oluşturuyordu ve bu “dış”, başta Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) olmak üzere ordu üst yönetiminden bazı komutanlardan oluşuyordu.
Dönmez, çok sayıda ayrıntının desteğiyle kolay kolay çürütülemeyecek güçlü bir tez inşa etmişti bu yazı dizisinde. Bu teze göre Devlet içinden birileri çok çeşitli yöntemler kullanarak Gülen’in de dahil olduğu Cemaat yönetiminin kahir ekseriyetini darbeye razı etmiş, başka bir deyişle kışkırtmıştı.
O kadar ki, yazı dizisinin ardından Cemaat yetkililerinden diziye itiraz edenler, Dönmez’in temel tezini bütünüyle reddetmek yerine bu tezle koşullu bir uzlaşma arayışı içine girdiler: Ahmet Dönmez, Cemaat’in karar merkezinin (de) işin içinde olduğunu iddia etmeseydi, sadece başta Adil Öksüz olmak üzere bazı Cemaat yöneticilerinin MİT’le ve askerlerle işbirliği yaptığını öne sürseydi, yazdıklarına bir itirazları olmazdı.
Dönmez şu sıralarda diziye eleştiri getiren okurlarına cevaplar içeren videolar çekiyor. Bu itirazlardan biri, okumakta olduğunuz yazı açısından önemli, o nedenle burada hatırlatmalıyım.
Eleştiri ve soru mealen şöyle: Mademki Devlet tarafından kışkırtıldı, teşvik edildi ve kandırıldı, o halde Cemaat neden çıkıp bunu açık açık anlatmadı?
Ahmet Dönmez’in cevabı: Bu, Cemaat’e inananlara baştan beri anlatılanların inkârı anlamına gelirdi. Böyle bir ikrar Devlet’ten çok Cemaat’in kendisine zarar verir, tabanı nezdindeki zaten sarsılmış olan prestijini berhava ederdi.
Sizi bilmem ama benim için tatmin edici bir izah bu.
Özetlersem: Dönmez’in dizisi, 2019’da ‘tuhaf’ bulduğum Cemaat’in darbeye tevessül etmesi gerçeğine ‘Devlet kışkırtması, Devlet teşviki’ boyutunu ekleyerek onu daha anlaşılabilir kılıyor.
Böylece, yani Cemaat’in tasfiyesiyle AK Parti’nin iktidardan uzaklaştırdığı eski Devlet güçleri AK Parti’yle ittifakın yolunu açmış, Cemaat’ten boşalan kadrolar üzerinden iktidara bir ucundan yeniden tutunmuş oluyorlardı. Ne var ki her şeyde olduğu gibi iktidarda da “ucundan tutunmak” riskli bir pozisyon…
15 Temmuz darbe girişimi bir yandan Cemaat’in tasfiye edilmesindeki rolleri nedeniyle bu kesimlere belli bir prestij sağlamıştı. Ne var ki, darbe sonrasında televizyon kanallarını işgal eden temsilcilerinin “darbeyi biz önledik” propagandasına rağmen asıl yükün sokağa çıkan halkta olduğu gerçeğinin üzerini örtemediler. Bu da, AK Parti iktidarının 15 Temmuz darbesindan onların sağladığından çok daha büyük bir prestij elde ettiğini gösteriyordu.
AK Parti bu özgüvenle birkaç ay içerisinde devlette, bir bölümünden onların kesinlikle hoşlanmayacağı büyük değişiklikler yaptı. O koşullarda bu kesimler seçilmiş iktidar karşısında daha fazla mevzi kazanamayacaklarını anlayarak sütre gerisine çekilip beklemeye başladılar. Görünen, AK Parti’nin daha bir süre seçim kazanıp iktidar olmaya devam edeceğiydi; çünkü parlamenter sistemde yüzde 35-40’lık oy oranları bunu sağlamaya yetiyordu.
11 Ekim 2016, Salı, Bahçeli bombanın pimini çekip AK Parti’nin kucağına bırakıyor
11 Ekim 2016 tarihindeki Milliyetçi Hareket Partisi grup toplantısında genel Başkan Devlet Bahçeli, herkesi hayretler içinde bırakan bir konuşma yaptı. Bahçeli, o güne kadar şiddetle karşı çıktığı başkanlık sisteminin kapılarını açmaya karar vermişti.
Üzerinden yıllar geçti, o nedenle birinin çok istediği bir şeyin yapılabilir hale gelmesinin o kişinin kucağına bırakılmış bomba metaforuyla anlatılması ilk anda saçma görünebilir. Fakat gazetelerin bu haberi sözleşmiş gibi “unutulan tartışma yeniden gündemde” kalıbıyla verdikleri hatırlandığında iş değişiyor.
Evet, öyleydi ve bu tartışmanın “unutulmuş” olması ancak tartışmayı başlatıp alevlendiren öznenin arzusuyla olabilirdi. Zaten tam da öyle olmuştu; AK Parti, o zamanlar neden olduğu tam anlaşılamayan nedenlerle hakikaten sessizce geri çekilmiş, Başkanlık konusunu ağzına almamaya başlamıştı.
AK Parti MKYK üyesi Şamil Tayyar geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde (ya da Türk tipi başkanlık sisteminde) başkan seçilmek için 50+1 oyun şart olarak belirlenmesinin AK Parti’ye kurulmuş bir tuzak olduğunu söyledi. O, tuzağı kuranların “Sorosçular” olduğunu söylese de, şayet bir tuzak varsa, bunun sorumlusunun, Bahçeli suretinde konuşup “getirin tasarınızı Meclis’e, kurun sisteminizi” diye yol verenler olduğunu düşünmek daha mantıklı olmaz mı? Erdoğan’la iktidar gücünü paylaşmak için zaten çeşitli taktikler deneyen devlet içindeki milliyetçi-ulusalcı kliklerin tam sırası deyip böyle bir hamlede bulunmuş olmaları akla uygun bir ihtimal değil mi? Sonrasını biliyoruz: Tek başına iktidar olarak yola devam erebilecekken MHP’ye (ve onun şahsında devlet içindeki bazı kesimlere) mahkûm olma yılları…
Gerçi Şamil Tayyar sadece 50+1’in tuzak olduğundan söz ediyor, parti içinde bunun mücadelesini verdiğini söylüyor… İyi de, başkanlık sistemine geçmeye karar vermiş bir siyasi yapı 50+1 dışında bu sistemin meşruiyetini savunabilir miydi? Nitekim o günlerde hiç duymadık böyle bir tartışmayı. (Bugün bile, sistemin mimarlarından Mehmet Uçum Cumhurbaşkanı Erdoğan’la polemik anlamına geleceğini bile bile 50+1’den asla vazgeçilemeyeceğini, vazgeçilirse sistemin meşruiyetinin kalmayacağını söylüyor).
Yani: Tuzak varsa, başkanlık sistemindeki seçilememe riskini görüp, tartışmayı önce soğutan sonra ortadan kaldıran AK Parti’ye “buyurun, engel olmayacağız” denmesinde vardır.
Daha üç yıl önceki ilk yazımda, Gülen Cemaati’nin darbe girişimi ile AK Parti’nin Başkanlık hamlelerinin ‘mantıksız, tuhaf’ görünümlerine bazı ‘tuzak’ların da eşlik etmiş olabileceğini söylerken spekülasyon yaptığımı açıkça belirtmiştim.
Fakat şimdi, bir zamanların iktidar ortakları (Gülen Cemaati ve AK Parti) ile her ikisini de düşman bilen eski iktidar yapılarının mevcut pozisyonlarına ve güçlerine baktığımda, her iki ‘tuzağın’ da işlemiş olması gözüme daha güçlü bir ihtimal olarak görünüyor.