Ana SayfaYazarlarUğrunda ‘kendi ölülerimizi’ bile harcadığımız siyasi hırslarımız...

Uğrunda ‘kendi ölülerimizi’ bile harcadığımız siyasi hırslarımız…

 

Hayatlarımızın neredeyse siyasi aidiyetlerimizden ibaret hale gelmesinin insanlığımızı törpüleyen sonuçları var… Bunu anlamanın en kestirme yollarından biri sosyal medyada yürütülen tartışmalara kulak kesilmek olabilir… Bu mecrada, farklı siyasi görüş sahipleri, muhataplarını “insan-altı” bir konuma indirgeyip buna uygun bir dille birbirlerine girerlerken, kendilerini “medeni” ölçülerle nerelere sürüklediklerini fark etmiyorlar bile.

 

Sosyal medyada gördüklerimiz, boğazlarına kadar siyaset ve ideolojiyle dolu insanların yarattığı sonuçlardan en fazla gözümüze çarpanı… Fakat bu durumun başka tezahürleri de var.

 

Bunlardan birine, Serbestiyet’teki (12 Ocak 2016) “Fikir ayrılıkları neden arkadaşlıkları da bitiriyor?” başlıklı yazımda değinmiştim. O yazıyı, Gürbüz Özaltınlı’nın arkadaşlıkların, dostlukların ideololojik ayrı düşmeler nedeniyle son bulması bağlamında kendi hikâyesini anlattığı “Solun hoşgörü sınırları ve benim hikâyem” başlıklı makalesinin (Serbestiyet, 5 Ocak 2016) verdiği ilhamla kaleme almıştım. O yazıdan, temel iddiamı özetleyen birkaç cümle şöyleydi:

 

“Özaltınlı’nın yazısının temel meselesi olan arkadaşlıkların, dostlukların ideolojik ayrı düşmeler nedeniyle son bulmasındaki asıl nedenin, hayatlarımızın ideoloji ve siyasetle lüzumundan fazla dolu olmasından kaynaklandığı kanaatindeyim. İdeolojik ve siyasi yaklaşım her şeyi azami ölçüde domine ettiğinde, arkadaşlıklardan ve dostluklardan da önemli hale geliyor ve ortaya Gürbüz Özaltınlı’nın iç sızısıyla aktardığı durumlar ortaya çıkıyor.”

 

Aslında bu da tıpkı sosyal medyadaki korkunç dil gibi gündelik hayatlarımızdan tecrübe ettiğimiz bir olgu: Hangimiz, sırf düşünceler farklılaştı diye arkadaşlarını, dostlarını kaybetmedi?

 

İlk anda görünmeyen, fakat çok daha iç acıtıcı olan

 

Siyaset ve ideolojiyle tıkabasa dolmuş olmanın yukarıdakilerin tersine ilk anda fark edilmeyen fakat çok daha iç acıtıcı başka sonuçları da var ve bence bunların başında insanların siyasi cinayete kurban gitmiş “kendi ölüleri”ni bile siyasi kazanç uğruna araçsallaştırmaktan çekinmemeleri geliyor.  

 

Dikkat edin, kimin gerçekleştirdiği belli olmayan siyasi cinayetlerden sonra, kendini “kurban”ın saflarında görenler bile cinayetin hakikatinin, gerçek katilin kim olduğunun peşine düşmüyorlar… “Katil kim?” sorusu olgulara değil, ideolojik-siyasi yararlara bakarak cevaplandırılıyor. Cevabı aranan soru şöyle şekilleniyor: “Katilin kim olduğu sorusuna hangi cevabı verirsem ‘biz’ bundan siyasi bir yarar elde ederiz?” Ya da: “Katilin kim olduğu sorusuna vereceğimiz hangi cevap siyasi muarızlarımızı daha zor bir duruma sokar?”   

   

Bu refleksin işleyiş mekanizması Rus Büyükelçi Andrey Karlov’un öldürülmesinde bir kez daha ortaya çıktı. Cinayetin daha ilk saatlerinde faili (ABD ve ‘FETÖ’) kesin olarak tespit edip bunun üzerine yorum yapan uzmanlar gördük. Sonraki günlerde cinayette FETÖ bağlantısıyla ilgili göstergelerin artmış, Putin’in dahi “olabilir” noktasına gelmiş olması, başlangıçtaki aculluğu haklı çıkarmaz. Kaldı ki, bağlantıyı kuvvetlendiren yeni bulgular ortaya çıkmasaydı bile, “katil kim?” sorusuna ideolojik-siyasi yarar ölçüsüyle verilen ilk cevaptan vaz geçilmeyecekti. Biz bunu, önceki bütün siyasi cinayetlerden biliyoruz… Özellikle de “1990’lardaki laik aydın cinayetlerinde fail kimdi” sorusuna ideolojik-siyasi yarar ölçüsüyle verilen ilk cevapların sonraki yıllarda onları tekzip eden yeni olgulara rağmen ısrarla sürdürülmesinden biliyoruz.

 

En öğretici örnek: Uğur Mumcu cinayeti

 

Katledilmiş bir insanın ruhunu, onu sevenlerin sırf "ideolojik yarar" için gerçek katillerin peşinde koşmamasından daha fazla ne muazzep edebilir? Bir siyasi-ideolojk aidiyet bir insanı bu hale getiriyorsa, o aidiyetten toplumsal bir fayda umulabilir mi?

 

Türkiye ne yazık ki laikiyle dindarıyla, çok uzun bir zamandır böyle bir ülke… Ben bu ruh halini ilk olarak Uğur Mumcu’nun ölümünden sonra fark ettim ve bugün dahi ideoloji ve siyasetin her şeyi domine ettiği koşullarda insanların siyasi yarar uğruna “kendi ölülerini” dahi araçsallaştırabileceklerini anlatan en iyi örneğin Uğur Mumcu örneği olduğunu düşünüyorum.

 

Tam olarak nasıl bir ruh haline işaret ettiğimi anlatabilmek için bu yazıda Uğur Mumcu örneğini ayrıntılı olarak ele almak istiyorum…

 

Mumcu’nun katili hâlâ ‘ortaçağ karanlığı’

 

Türkiye’de 1990’ların ilk yarısındaki laik aydın cinayetlerinin en fazla ses getireni olan Uğur Mumcu cinayetinin (24 Ocak 1993) ardından büyük bir ivme kazanan “şeriat karşıtı-laiklik yanlısı” kampanya, nihayet 1997’de post-modern bir darbeyle amacına ulaşmış, Erbakan hükümeti iktidardan uzaklaştırılmıştı. (1990’lardaki laik aydın cinayetleri şöyle bir seyir izlemişti: Muammer Aksoy: 31 Ocak 1990… Çetin Emeç: 7 Mart 1990… Bahriye Üçok: 6 Ekim 1990…Uğur Mumcu: 24 Ocak 1993).

 

Mumcu'nun katledilmesinden itibaren laik çevreler “katil kim” sorusuna, tıpkı önceki cinayetlerde olduğu gibi en yüksek siyasi-ideolojik yararı sağlayacak bir cevap buldular ve bunu sürekli olarak tekrarladılar: “Ortaçağ karanlığı”, “gericilik”, “şeriat…”

 

Zamanla bu ezberi bozacak, en azından ezberin belirli bir şüphe payı eşliğinde dile getirilmesini icbar edecek bir sürü gelişme oldu ama bunların hiçbiri “görülmedi”, görülmek istenmedi. Bizzat devlet yetkililerinin Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya söylediği itiraf niteliğindeki sözler küçük sarsıntılar yaratsa da, Mumcu’nun katilinin “ortaçağ karanlığı” olduğuna dair ezber hükmünü icra etmeye devam etti. (Mesela, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın bu cinayetin neden çözülemeyeceğini en veciz biçimde anlatan ünlü cümlesi: “Bir tuğla çekilirse duvar çöker, hepimiz altında kalırız…” Mesela Başsavcı Nusret Demiral’ın en az bir önceki kadar ünlü sözü: “Hanımefendi, kocanızı devlet öldürtmüştür, ancak o isterse çözülebilir…”)

 

Tuhaflık şuradaydı ki, bütün bunlara rağmen Mumcu’nun gazetesi Cumhuriyet okurları 24 Ocakları hâlâ “Mumcu’nun katili ortaçağ karanlığı” duygusuyla yaşıyordu…

 

Güldal Mumcu’nun, cinayete dair o âna kadar kimsenin bilmediği ayrıntıları da içeren kitabı yayımlandığında da (Kasım 2012) durum değişmemişti; ezber hükmünü sürmeye devam ediyordu… Daha tuhafı, bu kitap bile “sessizlik sükûtu”na uğrayacak, ezberden bir tuğla dahi kopartamayacaktı.

 

Oysa Güldal Mumcu öyle şeyler anlatıyordu ki, ürpermeden okumak mümkün değildi.

 

Yeşil’in ziyâreti: 1996, Kurban Bayramı…

 

Kitabın “flaş”ı hiç kuşkusuz, 1993 olaylarının bir bölümüne ve ondan önceki ve sonraki birçok olaya karışmış olan “Yeşil” kod adlı devlet görevlisi Mahmut Yıldırım’ın 1996’da, yani cinayetten üç yıl sonra Mumcu’ların evini ziyaret ettiğinin açıklandığı bölümdü…

 

Güldal Mumcu’nun yazdıklarına göre, Yeşil, 1996’nın kurban bayramında biri kız biri erkek iki küçük çocuğun elini tutarak eve gelmiş ve ayaküstü, şifrelerle, sembollerle dolu birkaç cümle sarf ettikten sonra evi terk etmişti. (Bana sorarsanız, kocası bir siyasi cinayete kurban gitmiş bir kadının ziyaretine kurban bayramında gidilmiş olması bile çok sembolik! Tabii kadının biri erkek biri kız iki çocuğunun olduğunu da unutmamak lazım.)

 

Yeşil’le Güldal Mumcu arasında şu konuşma geçmiş:

 

Yeşil: “Olayın failini bulsak, sizin için yeterli olur mu?”

 

Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”

 

Yeşil: “Olayı yapanı bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa yeter mi? Çünkü siz ne isterseniz o olacak…”

 

Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”

 

Yeşil: “Haa, anladım. Siz hepsini istiyorsunuz.”

 

Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”

 

Yeşil: “Siz hepsini istiyorsunuz. O zaman üç tane gül alacağım. Birini Başbakanlığa, birini Çeçenistan’a, birini de Uğur Bey’in öldürüldüğü yere koyacağım.”

 

“Bulun deniyor, bulun ulan denmiyor!”

 

Güldal Mumcu’nun ilk kez o kitapta anlattığı, gerçek cinayet odağını işaret eden başka bir anekdot daha var, 13 Nisan 2000 tarihli bu anekdotu da yine Güldal Mumcu’nun kaleminden hatırlayalım:

 

“Olay yeri inceleme ekibinden Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Uğur Badem telefon edip ziyaret etmek istediğini söyledi. Vakfa davet ettim, geldi.

 

“Çalışmalarına devam ettiklerini, araştırmalarını sürdürdüklerini söyledi. Ama biraz sıkıntılı bir hâli vardı. ‘Güldal Hanım, bize bulun diyorlar’ dedi.

 

“E başka ne söyleyeceklerdi ki’ diye sorunca, ‘Bulun ulan! denmiyor. MİT, Emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor’ diye cevap verdi.”

 

Güldal Mumcu’nun anlattığı bu diyalog sayesinde biz, devletteki soruşturma dilinin incelikleri hakkında da bilgi sahibi olmuş oluyoruz. Buna göre, “Bulun ulan” demek, “Failleri bulun, yoksa çıranızı yakarım” anlamına gelirken, “Bulun” demek, “Bulmayın ulan” anlamına geliyormuş!..

 

Günümüzdeki kamuoyu algısı?

 

2012’deki o her satırı çarpıcı bilgilerle dolu kitap laik köşe yazarlarının dikkatini çekmedi, o günlerde kitap hakkında kalem oynatan çıkmadı.

 

Böyle böyle işte bugünlere geldik. Bugün laik kamuoyunun “Uğur Mumcu’nun katili kim?” sorusuna yine aynı ezberle cevap verdiğini biliyoruz.

 

İdeolojik-siyasi yarar uğruna bilip de bilmezlikten gelmek ya da manipülasyona başvurmak belli bazı durumlar için ahlaki olmasa dahi kabul edilebilir; siyaset, girip de tertemiz kalınabilecek bir alan değil… Fakat ortada bir siyasi cinayet varsa, üstelik yerde serilmiş yatan “sizin ölünüz” ise ve böyle bir durumda dahi “katil kim?” sorusunu olgulara değil, ideolojik-siyasi yararlara bakarak cevaplandırıyor iseniz, ortada çok büyük bir sorun var demektir.

 

Böyle insanlardan oluşmuş bir toplumda siyaset adına ortaya konan şey de işte sosyal medyada gördüğümüz şeyden başka bir şey olmuyor.

- Advertisment -