1
‘İçimde var olmanın sancısı var’ diyor. ‘Acı bütün etrafıma yayılıyor gibi. Hayata benzemiyor ama benim hayatım bundan ibaret, yaşadığım bütün acı olaylardan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ettim. O zamandan beri geçmişi tekrar tekrar yaşıyorum, çok yalnız hissediyorum, çok korkmuş… İfade etmeyi beceremiyorum. Bu hayatta var olduğum için suçluluk hissediyorum. Varlığım anneme yük vermiş gibi, annem sürekli suçluluk duyar. Suçluluk duygumla başa çıkamıyorum. Bu belki de doğmuş olmamla ilgili. Öyle bir kırılma noktasındayım ki ya batacağım ya çıkacağım, kendime karşı tahammülüm tükendi. Kendime karşı yenildim ben, her şey bana bir oyun gibi geliyor, günlük ilişkiler, burası, artık her şey bir oyun gibi geliyor. İnsanlara iyi gibi görünerek oyun oynadım.’
‘Girdaptan çıkamadığım için kendime öfke doluyum : Keşke doğmasaydım. Acı çekmem gerekiyor gibi hissediyorum. Annemi mutsuz ettim. Bunun yükü çok ağır. Benden kopan bir şeyler var, içimi bir yere oturtamıyorum. Her şeyin sonunda bir endişe yaşıyorum, çok yalnızlık hissediyorum, bir şey eksik, bir şey yarım… o kadar somut ve dolaysız ki anlatamam. İçimde size tarif etmeye çalıştığım duygu; bunun adı boşluk. Bu Tanrı’yla ilgili. Çocukluğumdaki Tanrı’yı çok özlüyorum, saflığı çok özlüyorum. Bunu onarmak çok güç, bir şeyleri çok bozmuşum ve bunun yoksunluğunu çok hissediyorum. Bu yalnızlık hissi beni çocukluğa götürüyor, sanki hep örtbas etmem gereken bir şeyler var.’
‘Annemin suçluluğunu üstleniyorum. Hikayesi öyle ağırdı ki daha öğrenmeden sözlerinden, yüzünden dinledim. Hamileliğinde ben beş aylıkken ateşlenmiş ve hastalanmış, fiziksel hastalığımı ona bağlar. Çocukken insanlara anlatırken duyardım bu hikâyeyi. Suçluluk, önce yüzüne ve gözüne sonra sesine ve sözlerine yerleşmişti benim için, her baktığımda görürdüm. Kendimi yalnızlıkla cezalandırıyorum şimdi, yalnızlığa hapsediyorum, bir hücre cezası gibi.’
2
Bazen keder yatıya gelir ve zamanı eriştiğinde dengini toparlayıp gitmez. Kalışı uzamış bir misafir gibi varlığı oyar, orayı kendine bir ev beller. Kişiliğinizi, kimliğinizi, geçmişinizi bir kenara iter ve sizin adınıza söz alır. Sizin ağzınızdan konuşur. Ruhu kaplayan bir dehşet gibi, ‘Tanrı’yı bir süreliğine namevcut kılar’. Ah, Simone Weil : ‘ Ve sevilecek hiçbir şeyin olmadığı bir karanlıkta ruh sevmeyi bırakırsa, Tanrı’nın yokluğu daimi olur. Bu korkunç bir şeydir. Ruhun boş yere sevmeye devam etmesi ya da hiç olmazsa, mini minicik bir parçasıyla da olsa, sevmek istemesi gerekmektedir. Bu durumda Tanrı ona bir gün görünecek ve Eyüp’e gösterdiği gibi, ona da dünyanın güzelliklerini gösterecektir. Ama eğer ruh sevmekten vazgeçerse, daha bu dünyada bile hemen hemen cehenneme denk düşen bir yere inmiş olur’. ‘Talihsizliğin zamanı’ diye yazar Eugenio Borgna, ‘geçmişi ve geleceği olmayan bir şimdiki zamandır. Talihsizliğin zamanı, ölümcül eşikte duran kıpırtısız ve taşlaşmış bir zamanın sonsuzluğudur’. Hiç geçmeyen bir zaman. Ruhu istila eden ve taşlaştıran zaman: Acının zamanı.
Acı insanı bir yerden alıp daha ötelerde bir yere taşıyorsa, boşuna çekilmemiş demektir. Ama bazen acının çölünde kaybolup gider insan. O karanlık hücreye sızan bir ışık huzmesi de yoktur. Dünyayı karaltı ve gölgelerden okuyan ruh, kendi evinde olamamanın bilgisiyle ağrır. İnsanın dilinden dökülen kelimeler kendine dokunacak bir mesafede değildir. Kelimeler, şifa olmak bir yana, o yarayı daha da kanatır. Sessizliğin şiltesini üzerine çeker de dünya gözüne ilişmesin, kulaklarına değmesin ister kişi. İçindeki çığlığı kimsenin duymayacağı kadar uzağa gitmek ister. Bu karanlığı delecek bir sevinç parıltısına ihtiyaç var. Sevmeye devam etmek. Umut etmek. Yerinden edilmiş bir ağacın dünyaya tutunmak için kök salacağı bir zemine ihtiyacı var. Yaşıyorum, öyleyse umut ediyorum. Umut ediyorum, öyleyse yaşıyorum. Bir gün çok uzaklardan da olsa sesim birine ulaşacak, varlığım anlaşılmakla dokunaklı bir anlam kazanacak. Acıyı baştan savmaya dönük hazır cevapların, mutlu yaşam vaazlarının birer hakaret gibi insanı boğmadığı bir zamanda ruhun da kendisine mahsus bir ümidi vardır. Varlık, bazen dünyanın nüfuz edemediği bir yerde soluk alıp vererek dinlenir.
Bir insana, ‘doğmamış olmayı dilerdim’ dedirten o ruh acısı ne olabilir? Çocukluğun yaraları ihlal ve ihmal ile şekilleniyor. İhlal, çocuğun sınırlarını tecavüz ederek onu karşı koyamayacağı bir şiddetle örselemek. İhmal, onu görmezden gelmek, varlığını teyit etmemek. Ona dünyada sevilebileceği bir alan açmamak. Sevilenler, sevmeyi de öğrenir. Sevilmeyi tatmamış olanın sevginin elifbasını sökmesi de zor oluyor. Sevgisizliğin açtığı narin yaralar pek zor kapanır.
3
İşte şiir olup çağlayan bir kazazede daha. Kapsülü arıza yaptığı için şiir gezegeninden dünyamıza inmiş. Sihirli sözler söyleyerek sokuluyor dünyaya. Bir ilham kanadı ona değmiş gibi anlatıyor olan biteni, dünya ahalisi bu lal olmuş dili hemen çözemesin de ona biraz rahat versin. Bana çocukluktan aldığı o mızrak yarasını gösteriyor ve oradan sızan kanı kendisine tanık tutuyor. Kim kendi hayatına bir tanık aramıyor ki? Niye anlatmak istiyoruz sanıyorsunuz? Onca roman, öykü, şiir, insanların diline pelesenk olmuş onca mit, kıssa ve hikaye ne için? Fakat bu sefer bir dokunuşuyla geçmişin çatlaklarını sıvayan bir şifacı olmaktan fazlası isteniyor benden, takat yetiremeyeceğim kadar ağır bir yük, Tanrı’ya arasını bulmamı istiyor. Hayatındaki en derin huzur denizi O’nun varlığını bütün hücrelerine dek duyumsadığı ilk gençlik yaşı. O saflığı, o arı duruluğu kaybetmiş ve şimdi doktorun odasında arıyor. ‘Başka bir kalp gidemez/ Kırık bir kalbe / Aynı yüksek imtiyazdan / Mustarip olmadıkça kendi de’. ‘İnsan annesini sever ve Tanrı’ya inanır’ demişti bir şair dostum, aslında bu kadar yalın. Ama annesini sevme zorluğu çekenler, annelerinden önce Tanrı’ya küsüyorlar. Ölümden önce söylenmiş bir sitem gibi : ‘Tanrım, beni neden terk ettin?’ Varlık çelimsiz bir bedenin taşıyamayacağı kadar ağır bir yüke dönüştüğünde, nazımızın kayıtsız şartsız dikkate alınacağı o yüceliğe yöneliriz. Orada ulvi bir dokunuşla çilelerin bir son bulmasını niyaz ederiz. Allah’la konuşmak, ona içten bir gönülle yönelerek niyaz edebilmek ne büyük lütuftur. Oradan bir ses hep gelir ama duyduklarımız da kısmetimiz kadardır. Çorak toprak nasıl yağmuru çağırırsa, kırık kalp de Tanrı’yı imdada çağırır. Allah, ‘ben kalbi kırıklarla beraberim’ buyurur.
Ona hayatını bir başka biçimde yazmasını teklif ediyorum. Başımıza gelen ne olursa olsun, sonunda bizi ıstırabın döşeğine yatıran, bizim onları nasıl hikaye ettiğimizdir. Yüreğimizi acıtan bütün o şeylerden geriye kalan, aldığımız bütün darbelere rağmen ayakları üzerinde durmaya devam eden muzaffer kişi miyiz? Yoksa geçmişin hayaletlerinin peşini kovaladığı, ifrit ve canavarların yol kestiği bir ormanda kaybolmuş kişi mi? İlk görüşmelerden sonra, hayatta başardıklarının bir listesini istiyorum ondan. Yüz elli maddelik bir listeyle geliyor, yüzü ışıl ışıl, sevinç nihayet kederin çatlaklarından içeri girmiş. Yazdıkça şaşırmış. İlk beş madde şöyle : ‘Üç dört yaşlarımda Kevser, İhlas ve Sübhaneke surelerini ezberledim. Üç buçuk yaşımda emziği bıraktım, beş yaşlarımda güzel şarkı söylemeyi ve koparcasına oynamayı öğrendim. Beş altı yaşlarımda mandolin çalmayı öğrendim. Altı yaşında yazmayı öğrenmeden şiir düşündüm ve komşuya yazdırdım, hala hatırlarım.’
Ne güzel değil mi?
Sevmeyi bilirsek içimizde bir sevinç filizlenir. Hayat, umut ettiğimizde bize yeni yollar açar. Tanrı, ona seslenene aşikar olur. Affedişin bakracıyla geçmişin kuyusuna inen, eli boş dönmez. Bak ne demiş şair? ‘Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi/ taşınacak suyu göster, kırılacak odunu / kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde/ bileyim hangi suyun sakasıyım ya Rabbelalemin/ tütmesi gereken ocak nerede?’ Geçmişi annenin kaderini tekrar ederek iyileştiremezsin. Taşınacak suya, kırılacak oduna talip ol : Hayata.
Acından seni Allah’a götüren bir yol var. Onu bul ve yürü.