Memleketin tüm problemleri bitti de sıra buna mı geldi seslerini duyar gibi oluyorum. Evet; memleketin tüm dertleri bitti ve sıra buna geldi. Nereden bakıldığına bağlı diyeceğim, ama yine yetersiz kalacak. Oysa hermenötiğin üniversitelerde öğretilip öğretilemeyeceğinin tartışılması, gerçekten de son derece yaşamsal bir meseleye işaret ediyor bence. Neyin düşünülüp düşünülemeyeceğinden tutun da nasıl tefekkür edileceğine kadar götürülebilecek bir süreç bu sonuçta. Hermenötik deyip geçmek her nasılsa kolay. Burun kıvırmak da o ölçüde basit. Ama gelin görün ki iş burun kıvırmak ve hor görmekle geçiştirilecek denli basit değil. Hermenötik, son tahlilde bir usul. Usul olunca da metodolojik sebepler yüzünde bir varoluş sıkıntısının modern zamanlardaki hem derdi hem de dermanı. Kuşkusuz hermenötik eve ekmek götürmeye yarayacak bir şeymiş gibi görülmeyebilir. Kısa ve uzun vadede hakikaten eve ekmek götürmeye bir katkısı da olmayabilir. Ancak gelin görün ki uzun vadede eve götürülecek hem ekmeğin hammaddesi buğdayın kaliteli yetiştirilmesine, hem firesiz hasadına, hem su ile yoğrulmasına, hem pişirilmesine hem de onu satın alacak nominal değerin elde edilmesine imkan tanıyacak bir araç. Evet; yanlış okumadınız. Anlaşılması zor görünüyor ancak hermenötiğin üniversitelerde öğretilmesi, satın almaya yarayacak paranın kazanılmasını mümkün kılan en üst değerlerden biri olarak anlaşılabilir pekala. Peki bu çerçevede Türkiye’deki üniversitelerde hermenötik bir bilim olarak öğretilebilir mi? Buradaki kısıtlı alanda biraz dolanarak ama basit ve gündelik bir dille buna işaret etmeye çalışacağım.
Hemen tüm dertlerimizi ve problemlerimizi sağaltmanın yolunun farklı niteliklere bürünmüş güçten geçtiğine ilişkin bir ön kabulümüz var. Evet, evet; her ne kadar bunu kendimize itiraf edemesek de aslında zımnen bu kabulü her zaman tekrar ediyoruz. Fakat gücü nasıl elde edeceğimize dair gerçekçi ve her zaman işe yarayan bir önermemiz yok. Var olduğunu düşündüklerimiz de ya örselenmiş durumda ya da ithal ikamesi ile elde edildiğinden randımansız çalışmakta. Başarısız çabaları sürdürmekteki ısrarı anlamak ise hiç mümkün değil. Gelenek işe katıldığında ise durum, herhalde daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Doğrudan doğruya konuyla ilgili görünmese bile tıkanmışlık yaşanan noktalar bir türlü tespit edilemiyor. Nasıl tespit edilebilsin ki? Genellikle sebepler sonuç, sonuçlar da sebep olarak anlaşıldıklarından, çoğu defa bunun yanlış olduğu gösterilmiş olsa bile ısrardaki ısrar neticesinde bir işe yaramıyor. Bir kısır döngü halinde fikr-i sabite bürünmüş bir biçimde devam edip duruyor. Şimdi hermenötik tüm dertlerimizin dermanı olur dense bırakın kulak verip bir dinleyelim denmesini, millet herhalde tüm serbestliği ile bunu söyleyene güler. Hayat böyledir zaten; hep gülünmüştür. Fakat doğrudan gündelik yaşama etki etmiyor gibi göründüğünden olsa gerek anlamanın ne denli önemli olduğu hep göz ardı ediliyor. Anlamadan anlatmak mümkün olabilir mi? Ya anlamadan tefekkür edebilmek? Müteselsilen öteye doğru giden sorunlar zümresinde ne öncelenebilir ki? Dolayısıyla hermenötik belki de dertlerin devası niteliğinde. Bu satırları okuyan hermenötikçilerin ne kadar sevindiklerini daha şimdiden görür gibi oluyorum. Hakikaten de öyle. Hermenötik deyip geçiyoruz; ancak hayatımızın her alanına dokunan, göz temasından tutun da imalı konuşmaya dek varacak bir anlam dünyasının deşifre yöntemi aslında.
Modern hermenötiğin tarihini anlatacak değilim. Dileyen kolay ulaşım yolları ile buna dair malumata kolayca erişebilir; üstün körü bir kanı sahibi olabilir. Ancak hermenötiğin, insanın yaratılışıyla eş zamanlı ortaya çıktığını iddia edebilirim. İnsan, her ne şekilde olursa olsun, kevni ya da dünyevi, bilgiye maruz kaldığında hermenötik ortaya çıktı. Anlamın kapsayıcılığı, mefhumu meydana getirdi; ya da yine sadece anlamı! Ne var ki bu durumu izaha yarayacak bilhassa toplumun geneline ilişkin bir meraksızlık durumu keşfedilecek hali çoktan aşmış olmalı. İnsanın kendine, kendinden olana, hatta olmayana, doğaya ve sair aklımıza gelecek her şeye derin bir ilgisizliğin bulunması, dilin gelişmesinin de önüne geçiyor artık. Çok uzun zamandan beri Türkçenin felsefe dili olup olmayacağının tartışıldığını hatırlayalım. Tarafların, kendilerini haklı buldukları argümanları burada saymaya ne yazık ki gerek yok. Zaten, ne söylense muhakkak bir karşılığı bulunup çürütülmeye çalışılacağından akıllıca bir iş de değil. Bunu dile getirmemin başlıca sebebi şuydu: Adlandırmadan ve bu adlandırmaya yol açan hisleri, maddeyi velhasıl ‘şey’i ayrıntısına dek didik etmeden bir dil geliştirmenin mümkün olamayacağıydı. Çünkü düşünce, zihinden zihine, zamandan zamana, nesilden nesile, insandan insana dil olmaksızın berrak bir şekilde nasıl aktarabilir ki? Evet; başka imkanlardan söz edilebilir ama başka imkanların dilin kıvraklık ve kapsayıcılığı ölçüsünde olduğunu söylemek henüz mümkün değil. Daha dil çalışmaları yapmadan, bırakın akademik olanı, folklor ölçüsündeki dil araştırmalarını bile yapmadan dili anlamak kolay olamayacaktır. Dil, başta gelen ilgisizlik alanı olarak tüm dikkatimizi çekmeli aslında. Şimdi düşünmeye davet ediyorum. Bırakalım bir cümleyi, sizce bir kelime kaç şekilde anlaşılabilir ve anlatılabilir? Bırakalım bir kelimeyi, o kelimeyi oluşturan her bir harften ne anlayabiliriz? Bilmem kaçıncı sesin neden o yerde olduğundan ne çıkarabiliriz? Söylemek istediklerimin anlamsız ve fazla akademik geldiğinin elbette farkındayım. Ne var ki zaten bu anlam bilgisine uzaklığımız bunun sebebi.
Hermenötiğin teolojik alandan çıkıp gündelik hayata dokunan manevralar yapabilmesi bilindiği üzere yeni anlamak isteği sayesinde olabilmişti. Hakikaten modern yaklaşımların haklı gerekçeleri vardı ve ortaya yeni yeni çıkmakta olan Batı idealizminin de sınırlarını oluşturmuştu. Bu çerçeveden bakıldığında artık hermenötik öğretmenin ya da çalışmanın birkaç zorunlu adımı var ve bu adımları gerçekleştirmeden esaslı bir çabaya girişmek mümkün değil. İddialı bir giriş olsa da sonuç, temellerden yoksunluk ihtimalinden ötürü işi kısa sürede kadük bırakacak nitelikte. Ancak derdimizi nasıl anlatalım bilmiyorum. En azından Schleiermacher, Dilthey, Gadamer ve benzerlerini hatırlayarak şu iddiada bulunabilirim: Çeşitli katmanlarıyla bilgiye erişmek öyle kolay bir çabanın sonucu olamaz. Bugün hemen hemen, istisnasız yapıldığı üzere, metne erişmenin motamot okuyup geçmekle eşdeğer kılındığı şaşırtıcı değil. Hakikaten, zorlu bir ceht, bitip tükenmez bir adanmışlık hali yanında interdisipliner bir bakış geliştirmeden mümkün de değil. 19. ve 20. yüzyılın esaslı kimselerinin nasıl eğitilip hangi maceralardan geçtikten sonra bulundukları makama geldiklerini meraklısı zaten biliyor. İşaret etmek istediğim alanları aşağıda dile getireceğim. Arka planları tekdüzelikten uzakta karmaşık bir yapıyı zorunlu kıldığından işin aslını öğrenmek isteyenler zaten biliyor. Ama burada işaret etmek istediğim nokta usulü ortaya koyanların kimler olduğu ve zihni arka planlarının nasıl şekillendiğine bir selam vermektir. Bununla birlikte bunu söylemek benim için şimdilik yeterli. Somut örneklerine erişmek isteyenler aşağıda vereceğim anahtarlardan yola çıkarak meşahirin hangi eğitimlerini öğrenmek saniyelik bir iş.
Hermenötiğin öğretilebilmesinde olmazsa olmaz olarak görülebilecek bir ikili merhaleden söz etmek mümkün görünüyor. Ancak kendimi geliştirmek için başka önerisi olanların katkısına da açığım elbette. Bahsini ettiğim ikili merhale birbiri içine geçtiği için alışıla gelen bir düzenin arandığında bulunamayacağını da ayrıca muştulayayım. Çok sevdiğim üzere hemen bu iki merhaleyi adlandırayım. Yine alışık olmayanlar için fazla müphem gelebilir. Ancak yapacak bir şey yok; zira adlandırmaların tam karşılığı bunlar. Nedir bu iki merhale? Merhalelerden birine nazari yani teorik veya kuramsal da diyebiliriz. Çünkü çatının nasıl çatılacağına ilişkin bir enstrüman, bir alet ve dolaylı da olsa bir rehber kıymetinde. Yola çıkacak olana pusula işlevi görüyor ve etrafta dolaşan malumatı düzene sokarak dekoder gibi kullanılabiliyor. Diğer merhaleye ise uygulama veya tatbikat ya da pratik diyebiliriz. Elde edilen, devşirilen ya da hasat edilen ne varsa kullanılabilir bir şekle sokmak burada mümkün oluyor. Karşılıklı bir etkileşime imkan tanıdığı için hem metne nüfuzda hem de yeni bir metin oluşturmada kullanıcıya bulamayacağı bir alan açıyor.
Şimdi bunları biraz daha teferruatlı ve imkan dahilinde de somutlaştırarak anlatmaya çalışalım. Nazari dediğim merhalenin, hermenötiğin tarihi köklerine bir selam olarak algılanmasını öneriyorum. Her ne kadar modern dönemlerde Batılı bir renge sahip olsa da ontolojik niteliği hermenötiği insanlığın ortak mirası şeklinde kabule bizi zorluyor. Kısacası Batılı bir yöntem olmadığını kesinlikle ve tevsik ederek söyleyebiliriz. Metne sirayette ve anlama ulaşmada olmazsa olmaz ilimler, hermenötiğin kuramsal temelini meydana getirir. Bunlar sırasıyla ilahiyat, dil, matematik, mantık ve edebiyattır. Belki sıralamada hata yapmış olabilirim. Bahsini ettiğim bilimler son tahlilde anlam katmanlarına çıkabilmenin ya da inebilmenin araçlarıdır. Katmanlar arasındaki hareketlerinde bilimler kendilerine özgü araçlar ve teknikler kullanırlar. Açıkçası bu tekniklere hem Batı hem de Doğu geleneğinden ayrı ayrı örnek vermek çok güzel olurdu. Ancak metnin uzamasına yol açtığından şimdilik vazgeçiyor, kimi alanlarda işaret etmekle yetiniyorum.
İlahiyat, hermenötiğin çıkış sebebi olarak da görülmeye neredeyse hazır bir şekilde beklemekte. İlkin Tevrat’ın yorumlanması neticesinde Talmud ve Zohar ile beraber kullanılabilir. Ne var ki dünyanın tüm dinlerinde hermenötiğin arandığında bulunması hiç zor olmasa gerek. Nihayetinde ilim tektir. İlahiyatın ilkin tedris edilmesinin zorunluluğu onun hermenötik bir kimlik taşımasından daha çok anlama yönelik soruların üretilmesine ve üretilen sorulara cevap bulunmasına kaynaklık etmesinden dolayıdır. Ontolojik kimlik mühimdir ve ilahiyat olmadan anlama varmak o kadar da kolay değildir. Bizatihi anlamın kendisi varlığa dair olduğundan, bundan daha doğal ne olabilir ki? O yüzden ilkin ve sıkı bir biçimde ilahiyatın öğrenilmesi, kural ve kaidelerinin ayrımının iyice anlaşılmasına ihtimam gösterilmesi gerekir. Uzaktan uzağa da olsa anlam bilim ile uğraşan cesur kimselerin arka planında bu ilahiyat formasyonu kendini hemen ele verir. Anlamın kendisi varoluşla ilgili olunca, onun metafizik alanda bir yankı bulmasından daha doğal ne olabilirdi ki? O dilin, sembolizmin, yerine göre mitolojinin, remizlerin ve seslerin yerli yerinde öğrenilmesi ve sıradan insanlardan tefekkür manzumesindeki kimselere kadar bunların nasıl aksettiklerinin görülmesi ancak böyle mümkün olabilir. İlahiyat alanında derinlikli çalışmalar yapılmadan anlama nüfuz edebilmeyi unutmak gerekir. Çok açıkça tekrar etmem gerekirse bunun mümkün olmadığını söyleyebilirim. Önce lafza, sonra metne ilişkin çapraz okumalar yapmadan ve zamanın kendisine göre tefekkür etmeden metne nasıl müdahil olunabilir ki? Elbette olunamaz. Son tahlilde benzetmede hata olmayacaksa modern kapıları eski anahtarlarla açmanın ne derece mümkün olduğunu sormak isterim. Araştırma yapmak anahtar üretmek demektir. Anahtar üretmek de süreklilik arz eden bir merhaledir neticede. Geleneği içinde barındıran ama bununla beraber zamanın ruhunun da hakim olduğu bir merhale. Bu yüzden ilahiyat olmazsa olmazdır. Bir yerde ilahiyat çalışmaları nitelikli bir biçimde yapılıyor ve sınırlamalara tabi tutulmuyorsa orada anlama ulaşmaya dair sağlam bir cehtten, sağlam bir idraktan bahsedilebilir.
İlahiyat ile elde edilecek malumattan bilgiye kadar tüm katmanlı dünyaya girebilmenin diğer bir önemli aracı dildir. Dil olmadan metne, lafza velhasıl anlama ulaşmak her şey tamamsa bile zordur. Dil, lingüistik bilimi olarak kelimelerin gramerden semantik alana değin, kelimelerin morfolojisinden sentaksına kadar kocaman bir dünyanın kendisidir. Bir kelime ile ifade edilebilecek dünya içine girildiğinde efsunlu diyarların nasıl gizlendiğini anlamak muhtemeldir. Dil dilmek sanıldığı üzere tekellüm becerisi olmadığından bunu bir şekilde anlamak bir adım atılmasına imkan tanır. Dili konuşmak başka bir şeydir, dili bilmek ise başka bir şey. Dilin coğrafya, gelenek, tarih ve diğer insani olan pek çok şeyle birlikte muhtelit iç içe geçmişliği anlamlar dünyasının hem gizemli iskeleti, ironik biçimde, hem de kendisidir. Şimdi Batı’ya bakmak gerekir. Batı’nın kendisi dışındaki kültürlere sirayeti öncelikle dil çalışmaları ile olmamış mıdır? Bunda şaşılacak bir şey yoktur aslında. Bağdat’taki Beytülhikme’de de böyleydi çünkü. İslam’ın ilim dünyasındaki büyük atılımı dil çalışmalarının varlığı ile başlamıştı zira. Bahsini ettiğim atılımın izlerini Osmanlı medreseleri ders programlarında hep taşıdılar. Nasıl taşıdılar? Öncelikle sarf, nahiv, bina, emsile, maksut ve avamili ilk kitaptan başlayarak ve kademe kademe yoğunlaştırarak okuttular. Arap diline nüfuzu öğrettiler. Arapçayı dini metinlerden edebi metinlere kadar geniş bir alanın üzerinde kullanabilme becerisini gösterdiler. Dili öğrenmek bu bakımdan önemliydi ve ilahiyat eğitiminin hazırlayıcısı, bir bakıma da ikmal edicisiydi. Benzer bir eğitim geleneği ilk Avrupa üniversitelerinde de kendisine bir karşılık buldu. 1311 Viyana Konsili’nde alınan kararla Latince, Yunanca, İbranice, Arapça ve Aramice zamanın önde gelen beş Avrupa üniversitesinde zorunlu ders mertebesine çıkartıldı. Böylece dil eğitimi manaya nüfuz için bir başka anahtar olmayı sürdürdü.
Anlama ulaşmada geri plana atılan, çoğu defa da evveliyattan görülmeyen başka bir alan ise matematiktir. Matematik, metodolojinin en has unsuru olarak başa taç edilmesi gerekirken ehem-mühim sırasına bile koyulmamıştır. Matematik bir zorunluluk ve sayılar jimnastiği değildir. Keşke böyle görmekten uzaklaşıp evrendeki düzenin dili olarak hak ettiği ihtimamı kendisine gösterebilsek. Sunsak, inanıyorum ki o misliyle mukabelede bulunacak. Geometrinin matematik olarak kabul edildiği bir yerde matematiğin ne hükmü olabilir ki? Bir somutlar düzeni olan geometrinin yanında matematik, somutların da içinde olduğu bir mefhumlar dünyasının kendisi olarak düzenin dili ve görünmeyenin anlamıdır. Anlamların ve daha ilerisi olarak “şey”lerin birbirleri ile olan ilişkilerinin ete kemiğe bürünerek insanların anlayabilecekleri bir şekilde anlatımıdır. Tabii bu dilin kendisi bir yaklaşım biçimini, usulünü ya da daha modern bir deyişle yönetimini ortaya koyar. Matematik, nasıl düşündüğünüzün yoludur. Yol olmadan yürümek mümkün müdür ki? İşte matematik o yolun yapılmasına yol açan taakkul biçimidir. Dikkat buyurunuz lütfen; anlam çalışmaları yapılan her yerde matematik de hak ettiği değeri görüp hakkında araştırmalar yapılmaktadır. Teorik matematik yanında uygulamalı matematiğin anlama nüfuz etmek yanında metin oluştururken de sağlam bir biçim, sağlam bir test imkanını nasıl kendiliğinden inşa ettiğini dikkat kesildiğimizde göreceğiz. Matematik olmadan ne anlama meyledebiliriz ne de yeni bir metin kaleme alabiliriz. Sadece bunları yaptığımızı sanır ve kendi kendimize inanırız. Matematiğin, mefhumlar dünyasında yapılacak çalışmalarla isimle ayan olmayan hakikatlerin ilişkilerle ve farklı katmanlarla ortaya konmasına yarayacağını yapıldığı yerlerde görüyoruz çünkü. Her ne kadar fizik, kimya gibi tatbiki alanlar olarak adlandırdığımız dallarda matematik kullanılması somut dünyanın araştırılması gibi görünüyorsa da Batı dünyası buna ‘natural philosophy’ adıyla güzel bir karşılık bulmuştur.
Mantık ise hem anlamın hem de anlam ile oluşturulan metnin tutarlılığı anlamına gelmektedir. Tutarlılık hem anlam hem dil hem de matematik zeminin kendisidir. Mantık olmadan düzeyli bir üretimden bahsedilemez. Mantık anlama dahil olmanın, olanı da yaymanın temel bileşenidir. Mantık olmadan olmaz. Edebiyat ise artık meselenin zerafet, incelik ve rikkat kısmını meydana getirir. Güzellik ve anlamada farklı biçimlerde bunun tezahürü ancak edebiyatla mümkün olduğundan anlama ulaşmanın bir başka destekleyici yoludur. Belki de sırf bunun için diğer alanlarda muvaffak olmuş kültürler edebiyatta da başarılı oluyorlar. Çünkü eriştikleri anlamı nasıl güzellikler içinde dönüştürüp aktaracaklarının da yolunu bulmuş bulunuyorlar. Belki bu yollar Şarkta nesir ve nazımken 19. ve 20. yüzyılın Garp dünyasında roman ve tiyatro olabiliyor. Bu türlü hususlara dikkat kesilmek edepten görülmelidir. Öyle olunca bu alanlarda irtibat kurulmadan, tahkik olmadan ne yapılabilir ki? Kısaca ve net bir şekilde, hiç bir şey cevabı verilebilir. İyi niyetli çabalar olabilir ama o kadardırlar.
Anlama ulaşmanın ve daha sonra da bir şekilde neşretmenin ikinci merhalesi ise metne uygulamalı bir biçimde nüfuz etmektir ki bugün muvaffakiyetsizliğin çetinleştiği yer belki de burasıdır. Nasıl olmasın ki? Sıradan bir biçimde kaçımız bir metni hak ettiği şekilde okuyup ona müdahil olabiliyoruz ki? Son tahlilde motamot bir metin okuması okuma değildir ve bunun artık kabul edilmesi iyi bir başlangıç olacaktır. Bir paragrafın normal şartlarda ikrarı belki bir iki dakika alır. Ama ikrar okuma mıdır Allah aşkına? Buna okuma denemez; dense dense tekrar denir ki okuma eylemi öyle kolay bir iş değildir. Üniversitelerde sıkça görüldüğü üzere metinde satır altlarını çizilmesi, sayfa kenarlarına oklarla düşülen notlar hep bu eksiliğin birer simgesi olarak yerlerini almakta. Ama okuma böyle midir? Bir metin kaç şekilde okunabilir ki? Bir metin kaç şekilde okunup kaç şekilde anlaşılabilir ki? Aslında ne zor, ne çileli bir gayret olduğu, önemli addedilen bir metnin bir paragrafının belki bir haftada ancak okunabileceğinin tecrübe edilmesi görünmesi mümkün olabilir. Düşünebilir misiniz ki bir paragraf ancak bir haftada okunabilecek? Evet; katmanlı ve nitelikli okumada belki ortalama boyuttaki bir paragraf hakkıyla ancak bir haftada okunabilecek nispettedir.
Metni okumak ve bir okuma eylemi olarak yeni bir metin kaleme almanın hakikaten bu dünyadaki eziyetli işlerin başında gelmesi gerekir. Yukarıda da işaret ettiğim üzere ortalama bir paragrafın bir hafta da okunması ve böylesi bir paragrafın da yaklaşık bir haftada kaleme alınması çileli bir iş olarak tavsif edilemez mi? Baştan kaç türlü okumanın olduğuna ilişkin farklı yargılarımızın bulunması zaten işi zorlu hale getiriyor. Belki bu kanıdan daha farklı başka şey ise değişik okuma biçimlerinin olup olmadığı düşüncesidir. Ama farklı okuma biçimleri var neticede. Her metin incelikli ve kılı kırk yararcasına okunmaya değer nitelikte midir? Öncelikle buna karar vermek gerekir ki bu bile başlı başına bir iştir ve emeği gerektirir; ayrıca deneyimi de mecbur kılar. Öyle iki dakikada bir metnin değerli olup olmadığına nasıl karar verilebilir? Deneyim ve yukarıda sıralanan hususların bu alandaki temel belirleyenler olduğunu söylemeliyim. Göz ve anlama odaklanan ifadelerin önceden zihinde belirlenmiş olması metnin hızla bir akli süzgeçten geçirilmesine imkan tanır. Buradan çıkacak olumlu görüşe göre daha nitelikli okuma evresine gidilip gidilmeyeceğinin bir kararı ortaya çıkar.
Kararın ardından herhalde daha dikkatli bir okumanın ilk evreyi takip etmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu evrede metnin önemi ve içeriğine göre hangi kısımlarının okunacağına ve dolayısıyla anlaşılmasına dair bir ölçünün belirleneceği söylenebilir. İçindekiler kısmı ya da indeksler bu bakımdan müdekkik gözlere aradıkları imkanı hemen sunacaktır. Zaten görüleceği üzere içindekiler ile indeks kısımlarının bir yayında olması ve metne nüfuz kabiliyetinin sağlanması, anlam dünyasının ne şekilde kaleme alındığı ile de alakalıdır. Nitelikli metinlerde buna özen gösterilir ve anlamlar hiyerarşisi kurulur. Bunda benim için şaşılacak bir yan yoktur. Zira metne nüfuz eden akıl üretimi olan metni de bu biçimde kendi içerisinde anlam düzenine, hiyerarşisine tabi tutar. O bakımdan mefhumların şekilleniyor olması hem okumayı hem de yeni bir metni oluşturmayı imkan dairesine sokar. Bir sonraki düzey artık not almayı ya da kabaca ileride kullanmak için anlamalar dünyasına renk vermeyi amaçlayan özetlerdir. Bu düzey de öyle kolay geçilecek bir duruma karşılık gelmez. İlgilisine kendini demir leblebi niteliğinde bir sorun yumağı olarak takdim eder. Düşünsenize; iki yüz kelimelik bir paragrafı tüm anlamları içine alacak şekilde ve tutarlı, öz bir halde on ya da on beş kelimde sınırlayabilmek ne demekti? Kolay bir şey midir? Hiç de kolay bir iş değildir. Tüm bu merhalelerden sonra anlam, mevzu ve mefhum okumalarına gelindiğinde iş daha da çetrefilleşecektir. Zira her bir ima, izah, malumat ve bilgi için tetkik, tahkik ve mukayese gerekeceğinden sadece bir satırın bile nitelikli okumaya tabi tutulması saatler alacaktır. Böyle böyle bir yol izlemek ve devamda sebat etmek zorlu ama semereli bir okumayı meydana getirir. Metinle temas ettikçe kuvvetle muhtemel metin de özünü kendiyle meşgul olana açacaktır. Yeni bir metin kaleme alma bu sefer tersinden takibi gerektirecektir.
Yukarıda işaret edilen hususlar yeni keşfedilmiş olmayıp insanın mefhumlarla muhatap olduklarından itibaren geliştirdikleri hususlardır. Osmanlı medreselerinde metne tedrici yaklaşım biçimini görmek son derece sıradandır. Mesela bir öğrenci, öğrenilecek konularla aşamalı bir biçimde muhatap edilmekte, kullanılan kelime sayısına, biçimine ve niteliğine göre, konular da ağır olma durumlarına istinaden iktisar, iktisad ve istiska denilen üçlü bir yapıyla muhatap edilmektedir. Böylesi bir hiyerarşi hem pedagojik hem de ilmi hiyerarşiye uygun bir yaklaşım sağlamaktadır. Dile getirdiğim bu türlü yaklaşımın Batı üniversitelerinde de benzerleri mevcuttur; ancak amaç hasıl olduğundan sadece var olduğunu söylemekle yetiniyorum.
Gördüğünüz üzere metne nüfuz belli kıstaslarda zihni bir hazırlığı zorunlu kılıyor. Benzer bir sıralama metin kaleme almada da söz konusu aslında. Muhtasar, mufassal, şerh ve haşiye metinler de konunun derinlik, cami ve nicelik bakımlardan ele alınmasını kendiliğinden sıralamaya tabi tutuyor. Özün özü olarak da niteleyebileceğimiz bir öze doğru ilerleme söz konusudur ki temelde anlama temayüz etmekle alakalı bir duruma karşılık gelmektedir bu. Şimdi böylesi bir yaklaşım oluşturmadan bir metin nasıl anlaşılabilir; anlaşıldığı düşünülen metinlerden nasıl bir metin neşet edebilir? Sıralı ve hiyerarşik bir okuma olmadan, metinde geçen kavramları incelemeye tabi tutmadan bir tefekkür dünyası oluşturulabilir mi? Okuma deyip geçmemeli. Hermenötiğin buraya kadar verdiğim ufak işaretlerle ne denli yaşamsal bir duruma karşılık geldiği belki kabul edilebilir. Ancak ön kabullerin olduğu yerlerde ikna kabiliyetinin işe yaramayacağını da baştan kabulle söylemek gerekiyor. Okumadan ve yazmadan, üstün kötü bir ikrar ile anlama nasıl gerçekleşebilir? Keza anlama olmadan ortaya çıkan şey bir anlam haritası şeklinde tarif edilebilecek midir? Görüleceği üzere sorular sorulara kovalamaya devam edecektir.
Netice olarak, hayatın kendisi rakamların soğuk dünyasından uzakta bir yer işgal ediyor bir şekilde. Aslında rakamlar da soğuk şeyler değiller ya! Ancak, bizim ilkokuldan itibaren havsalamızda oluşan veya oluşturulan intiba bu yönde olunca kökleşmiş yargıları kökünden söküp atmak da kolay olmuyor. Üzücü olanı, rakamlarla olan ilişkimizin genetik bir deformasyon şeklinde bir sonraki nesle de geçmesi. Yoksa rakamlar olmadan ne yapabiliriz, ne yapabilirdik ki? Uzak dünyaları bırakın, vücudumuzu, nihayetinde kendimizi anlamaktan bile uzağız. Ama gelin görün ki rakam denilince başımızdan aşağıya sıcak sular dökülüveriyor. Rakamların yanı sıra edebiyat, sanat, müzik ve sinema birer metin okuma biçimleri ve metin üretme formları; keza bu formlar yeni de değil aslında. Ancak modern yerel yaklaşımların uygulamakla zorunlu tuttuğu doğrular için bilimsellik ve nesnellik olmazsa olmazlarımız. Öyle olunca bu kisvelerin “şey”e nüfuzu nasıl imkansız kıldığını tekrar tekrar düşünüp görmek gerekiyor. Metne sirayette gösterilecek çabanın niteliğine göre sanatta, edebiyatta, müzikte velhasıl her alanda bir genişleme belki bundan sonra meydana gelebilecektir.
Güzel güzel anlatmak gerçekten kolay. Fakat bu hedefe nasıl ulaşılacak? İnşa edilmesi ya da başarılması gereken iki husus hep başımızda. Metne nasıl erişeceğiz? Okuduğumuzu nasıl anlayacağız? Tek katmanlı anlamaktan kendimizi kurtarabilecek miyiz? Yol yapmak gibi farklı yollar açabilecek miyiz? Seslerden müteşekkil harflere, harflerden müheykel kelimelere ve toptan metne nasıl nüfuz edeceğiz? Zamanın ruhuna uygun başka başka okuma biçimleri icat etmenin kabulünün zor olduğunun farkındayım. Geleneğe, tarihe, geçmişe ve atalara halel getirilecekmiş tedirginliği bu zorluğun kendisi. Ancak öyle değil. Anlama çabasının gösterilmesi ve zamanın ruhuna uygun hareket etmek tam da geleneğin kendisi. Çünkü gelenek geçmişin kendisi değil, geçmişin üzerine yeninin o renklere boyanarak konması demek. O yüzden evvelen ve ahiren metne ulaşacak yolların, tekniklerin, zeminin oluşturulması gerekiyor. Tam da bu noktada ikinci husus dikkat çekici bir konuma yükseliyor. Metne nasıl sirayet edeceğiz; kuşkusuz araçlarla. Metne nüfuzun araçları ise ilahiyat, dil, matematik, mantık ve edebiyat. Bunlar olmadan esaslı bir usulün kurulabilmesi şöyle kalsın, yolda ilerlerken kaybolmak neredeyse kesin derecesinde. Bahsi edilen bu araçlar yola çıkanın pusulası, gerektiğinde de içinde k alacağı güvenli bir mekan. Böyle. Son tahlilde her iki unsurda bir öncelik sonralık sıralaması varmış gibi görünse de öyle değil. Kendiliğinden bir olma halinden bahsetmek mümkün. O yüzden hangisi evvelin tartışılmasına girmek de gereksiz. Bazen evvel metne nüfuz bazen de ona gidecek araçların icadı.
Keşke hermenötik ismi değiştirilebilseydi; böylece belki daha sıcak bir temas kurma imkanı kurulmuş olabilirdi. İsmi bu hali ile kalsa da popüler olmaktan uzakta çok şeyi omuzlarında taşıyor kıymetli hermenötik. Şimdi varoluşla temas diyeceğim ama buraya kadar tüm yazdıklarım hepten karmaşık bir hal alacak. O yüzden şimdilik bunlarla yetiniyor ve konuyu hermenötiğe yakışır bir biçimde mühürlüyorum: Müteferriken tefekkür etmek müteberriktir; teberrüğü fehmetmek ise bereketi artırır vesselam!