Unutmak yok

Koşulların, bağlamın, çağın kendi değerleri ve akımlarının, zamanın ruhunun… mutlak surette belirleyici olamayacağını (olmaması gerektiğini) teorik açıdan savunmak başka. İnsanın kendi geçmişini adım adım gözden geçirip, nerede neyi yapmaması gerektiğini dürüstçe değerlendirmesi gene başka. İkincisi çok daha zor, felsefî bir “özgür irade” savunusuna kıyasla.

[9-11 Temmuz 2022] Çünkü hatırlamak, hele benim gibi çok hatırlayan biriyseniz, sizi gerisin geri o günlere götürüyor. Elli altmış yıl öncesinin havası, ortamı, insan ilişkilerinin bağlayıcılığı ânında canlanıp beni içine alıyor. Retrospektif soğukkanlılık siliniyor. Büyük resim kayboluyor. Bilim-kurgu filmlerindeki gibi, müzede saatlerdir uzaktan seyrettiğim tablonun içine düşüp paralel bir evrene geçiyorum. Zaman parçalanıyor; her birine ayrı ayrı hapsolduğum çıkışsız, kurtuluşsuz enstantanelere dönüşüyor. Geçmiş çöküyor üzerime. O neredeyse elle tutulur, bıçakla kesilir derecede koyu ve yoğun atmosferden silkinip çıkmak, olağanüstü bir çabayı gerektiriyor.

Neler geçmiyor ki aklımdan. 1969 yaz başında Amerika’dan dönüşüm. Aydınlık bürosuna gidip gelmeye başlamam. Bir gün Mahir Çayan’ın da gelmesi; bir tabureye oturup kimsenin yapmadığı bir şeyi yapması: ayaklarını uzatıp postallarını masanın üzerine koyması. İçimden tuhafsayışım, bu nasıl bir davranış diye. Saatler boyu “baş çelişme” ve “temel çelişme” kavramlarını tartıştığımız PDA yazı kurulu toplantıları. Kendim hiç sigara içmediğim halde dumanaltı olmam, başıma ağrılar girmesi. SBF’de bir Fikir Kulübü toplantısında gene Mahir Çayan’la “oligarşik diktalar” ve “öncü savaş” münakaşası. Sonra İstanbul’da, İTÜ’deki bir başka toplantıda, Guevaracılığı eleştirdim diye kavga çıkması, birilerinin silâh çekip havaya ateş etmesi. Çok sıkıcı, sıkıntılı bir yılbaşı (31 Aralık 1970 olmalı). Güya topluca eğleneceğiz, yazı kurulu olarak. Oysa gerginiz, eğretiyiz, somurtup oturuyoruz bir arada. Öyle bir içten, sıradan, normal insan arkadaşlığı yok aramızda. Neşe yok, en basiti. Gençliğimizi yitirmiş, taşıyamayacağımız yüklerin altına girmişiz. Her şey devrimcilik, ideolojik birlik üzerine kurulu. Vaazlarımıza hapsolmuşuz, proleter değerlerimize. İki kadeh içip şakalaşamıyor, gülemiyoruz bu yüzden. Ya da belki, asla açığa dökmesek de, olmayacak misyonların ağırlığı altında bizi nasıl bir gelecek beklediğinin kasveti çökmüş üzerimize.

İşte orada, İTÜ’deki konuşmamda silâhlar patladığında, ya da hemen 1 Ocak 1971’de çekip gitmek vardı örneğin, iki ayrı açıdan da bu hiç bana göre değil diye. Heyhat! Bütün kültürel birikimime, gördüğüm öğrenime, entellektüalizmime, demokratik terbiyeme, özgür bir gençlik yaşamışlığıma, hayat sevgime karşın, bana çok yabancı yerlere gittim. Çünkü bunların zıddının da tohumları vardı içimde. Babamdan, ailemden, sağcı-muhafazakâr bir toplumda ve Soğuk Savaş yıllarında komünist marjinallikten tevarüs ettiklerim. Bunun da hep azınlıktan ve haksızlığa uğrayanlardan yana olmak gibi kuşkusuz pozitif yanlarıyla birlikte, diğer yüzünde, tepkisel bir yalnızlık kibri, mağduriyet öfkesi. Aidiyet özlemi. İnsanlığı kurtaracak bir dâvâ inancı ve angajman arzusu. Devrim fetişizmi, örgüt mitosu, proletarya hayranlığı. Kör ve toptancı bir anti-liberalizm. Birey ve bireycilik karşıtlığı; sağ kollektivizme karşı sol kollektivizm; toplu kimlik içinde kaybolma arzusu (Treitschke’yi okuyuncaya kadar ne derece faşizan veya faşizmin simetriği olduğunu tam anlamadığım). Mayakovsky gibi, kendimi burjuva aydını diye silmeye ve ezmeye yatkınlığım. Sovyet veya Fransız komünist partilerinin bütün otoriter, aydın düşmanı değerleri, bizzat yaşamaksızın bir gelenek diye tevarüs ettiğim.

Aragon “FKP’ye kabul edilen nadir aydınlardan”mış. Bunu iyi zannedişim; kabul edilmeyenlerin değil Thorez’lerin, Rochet’lerin, Marchais’lerin problemi olduğunu anlamayışım. Teorinin olanca zenginliği ve çok-renkliliğinin, tek doğruculuğa dönüşmesi. Aşırı epistemolojik özgüven. Dogmatizm, sektarizm. Garip bir ironi: aydın düşmanlığıyla içiçe, alabildiğine tahammülsüz bir aydın pürizmi (safçılığı). Leninizmin (Sovyetler dışında) günümüzdeki en temiz, en lekesiz devamını aramak. Kaçınılmaz tamamlayıcısı: revizyonizm düşmanlığı. Ve sağcı olma korkusu. Evet, kavgacılığın da ardında, anlaşılır gibi değil ama önce kendi vicdanımda, iç düşüncelerimde, hep yeterince devrimci olamama, sağcı olma, sağ sapmacı diye damgalanma, dışlanma korkusu.

1969-70 yıllarına dönüp, Halil Berktay adında, henüz 20’lerinde bir gence rastladığımda, Nâzım gibi kendimi fazla sevip idealize edeceğime ve aramızda organik, kesintisiz bir devamlılık vehmedeceğime, bu da bir tarih konusu diye bakıp masaya yatırıyor ve “zıtların birliği”nden (!) oluşan böyle karmaşık bir yumak görüyorum onun şahsında. Anlıyorum (bir parça) süper-devrimciliğe, militanlık yarışlarına nasıl sürüklendiğini. Aidiyetin ve ayrılamazlığın halka halka derinleşmesini. 12 Mart 1971 darbesinin ardından, teorik aidiyetin yerini almış olan örgüt aidiyetinin yerini bu sefer kaçaklık aidiyetinin, sonra “toprak devrimi” uğruna köylerde tarım işçiliği aidiyetinin almasını. Her adımda, teorinin nasıl bir baskı oluşturduğunu, bu çok teorik ve teorisist Halil üzerinde. Apriorist ve tümden gelimci bir yaklaşımla, Marx’ta (a) doğruysa Lenin’de (b) ve dolayısıyla Stalin’de (c) ve Mao’da (d) doğrudur diye türettiği (inşasına katkıda bulunduğu) teori, pratikte uygulanma noktasına geldiğinde, hayatla arasındaki olanca çelişkiye rağmen niçin (realitenin değil teorinin icabı) çizgiye uyduğunu ve hayır diyemediğini. Bu gidiş nasıl bir gidiş, başımıza ne gelir diye pek düşünmeden yaşadığı felâketi. Hapiste ve sonrasında yaşadığı suçluluk duygularını. Büyük ölçüde bu yüzden, 15 yıl daha sürdürmesini militanlık dönemini. Üstelik, inançsızlıkla da değil, hâlâ inanarak sürdürmesini çoğu zaman. Rehabilitasyon aramasını, doğrulanma aramasını. Önündeki işin, çerçevenin, bağlamın gereğini yapmasını. Hiyerarşinin tanıdığı yetkileri dahil. Yer yer teorisyen, yer yer aparatçik. Elinde büyük bir Marksizm sopası. İçinde büyüyen şüphelere, giderek her şeyi sorgulamasına rağmen. Pek hoş bir manzara değil doğrusu.

Neruda’nın bir şiiri vardır, No Hay Olvido diye. Residencia en la Tierra (Yeryüzünde İkamet) kitaplarının ikinci (1931-1935) serisinden. Yani İspanya İç Savaşından ve komünist olmasından hemen önce. Gezip gördükleriyle, yoksul insanlığın çektikleriyle, savaşlar ve ölümlerle, hayatın dayanılmaz ağırlığıyla yüklü. Ben Belitt There’s No Forgetting, Tomris Uyar (herhalde İngilizcesinden, ama tam bilemiyorum) Unutmak Yok diye çevirmişti. Papirüs’te yayınlanmıştı. Hayrandım Tomris Uyar’ın Papirüs’teki o Neruda çevirilerine. Gene de öyleyim. Şimdi tekrar baktım. Onun ritmine ve biraz da sözcüklerine sadık kaldım. Biraz (belki çoğunlukla) kendim tekrar söyledim.

Şöyle başlıyor: Nerelerdeydin diye sorarsan / “Bildiğin gibi” diyeceğim. / Taşları karartan topraktan söz edeceğim / aktıkça kendini harcayan ırmaktan; / ben yalnız kuşların yitirdiklerini bilirim, / arkamda kalan denizi bilirim, bir de ağlayan ablamı.

Devam ediyor: Nereden geliyorsun diye sorarsan, bölük pörçük kelimelerle konuşmak zorundayım, / tadı zehir gibi nesnelerle, / (bazen) büyük, çıban kaplı hayvanlarla / ve avutamadığım yüreğimle.

Bitiriyor: Burada duralım, bir engelin dişlerinde: / faydası yok, sessizliğin biriktirdiği koçanları kemirmenin. / Çünkü cevapsız çıkageliyorum: / bak da gör, öyle çok ki ölüler, / öyle çok ki güneşin kızıllığıyla yarılan mendirekler / öyle çok ki geminin bordasına vuran miğferler / öyle çok ki yolladıkları öpücüklere kilitlenen eller / ve öyle çok ki unutmak istediklerim.

Evet. Benim de öyle çok ki unutmak istediklerim. Ama olmuyor, unutamıyorum. Onun yerine tarihçiliğe vuruyorum. En iyi bildiğim tarihi yazıyorum. “O”nun tarihini. Kendimden ayırarak.

- Advertisment -