Yağmurla aram zaten çok iyidir de, daha bir sever oldum son yıllarda…
Bahçeli bir eve geçmenin yarattığı o heveskâr ekip-dikmeler, hava durumuna bakışını değiştiriyor insanın.
Yağmuru rençper edasıyla da bekliyorum.
Ayağımda Soğukkuyu kara lastikler, öyle bakıyorum meteoroloji bültenlerine.
“Bahçecilikten anlıyor musun bari?” derseniz, iç güveysinden hallice.
Olsun. “Google bahçıvanı” diye de bir şey var nihayetinde.
Yağmur mu yağacak… Artık rahmetli anamın yağmursezer romatizmasından, romantizmden filan öte, berekettir.
Eskiden bağrındaki melankolya çiçeklerine, kalp minelerine bire bir gelen yağmura, şimdi duyguları farklı yeşerten güçlü bir heves de ekleniyor.
Çiçeği, ağacı, çayırı, çimeni sanki daha çok hissediyor, bir bakıma bahçende “evcil hayvan” statüsü veriyorsun.
Ama “Harman gabarır, rençper gubarır” meselesi değil sadece.
Yağmuru sevende bir “itlik” var
Yağmuru hesapsız-kitapsız sevdiğim dönemler de geride kalmadı.
Sesi (trampeti), kokusu, serinliğiyle her yaşıma, mevsimime farklı güzelliklerle gelmiş. Mazimiz sağlam. Anı olamayacak kadar taze yağmurla çıktığımız zamanlar.
Geceyarısı rakı bardağından boşalıp da bardaktan “boşanırcasına” yağan yağmurda, -dudağında ıslak cigara- yürümenin güzelliği meselâ.
(Bilumum dil mercileri ve söküğünü dikemeyen TDK, bu deyime “bardaktan boşanırcasına” kelimesini uygun görüyor. Ama o deyim bana bardağın “medeni hâli”ni hatırlatıyor fena şekilde. Ne’yse… Bardaktan da, yağmurdan da “boşanma”ya niyetim yok, gül gibi geçiniyoruz)
Yağmuru sevenleri de seviyorum herhal.
Zira biliyorum, yağmuru sevenlerde hoş bir “itlik” var.
Hüzünbaz bir keyif, bulutlu gülümsemeler, hatta kaldırımdan inip de yağmur gölcüğünde zıplama hevesi var.
Bülent Ortaçgil’le çiseleyen bir akşamın şarkıları var:
“Bugün yağmur bir kadın saçıdır /Yeryüzüne dökülen
Upuzun, ince ince, karanlık kokulu
(…) Dinle yağmuru dinle /Teselli bul türküsünden
Her şey olur /Her şey büyür /Her şey geçer /Hayat kalır…”
Dinlersin… Sesi, yağmurun altında ağlamaya benzer.
Adresini yitiren Yağmur Köpekleri
Tom Waits’in albümüne “Yağmur köpeği” adını vermesi ondan.
Yağmurun ardından, köpeklerin elektrik direklerine, ağaç, duvar diplerine bıraktığı işaretlerin yıkandığını, silindiğini anlatıyor Waits…
Ve bu nedenle kaybolduklarını. Evlerini bulamadıklarını…
O da öyle. Öyle gecelerde bulamıyor evini.
Ev nerede, ev kim? Bilemiyor.
Şarkılarını söylerken yüksek perdeden inliyor zaten sesi. Kaybolmuşluğuyla uluyor bazen.
Bazen çaresizlikten çığlığı, bazen gökgürültüsü gibi bir gürleme, meydan okuma her şeye…
Bir “itlik” var Waits’de, biliyorum.
Uzaklardan “sesdaş”ı Vladimir Visotski’de de var(dı). Ki, “Yaralı Kurt” diyorlar ona Rusya’da…
Yakarışı, lisanı, ezberi anlamının önüne geçmiş bir yağmur duası sanki.
Sebat etsen çözeceksin, her dilde “Esperanto”yu.
Waits’in sedası bir ömür viski ve sigaraya yatırarak marine ettiği ses telleriyle mi kasırgaya dönüştü, bilmiyorum.
Ama o puslu, koyu, arızalı sesini, yağmura, sokağa çok yakıştırıyorum. (Tam bu havalarda ondan More Than Rain’i dinlemelisiniz)
Şarkılarının “malzeme”sini de öyle özetliyor Waits:
“Bence bütün şarkılarda havadan (iklimden) bahsedilmeli. Sonra şehir ve sokak adları da geçmeli şarkılarda.
Ayrıca bir-iki de denizci bulunmalı. Bence bunlar şart…”
O şehrini “küçük bir damla zehir” eşliğinde seviyor.
Ve yağmur yağdıktan sonra, kendini de, şehrini de çok daha iyi hissediyor…
Deniz ve yağmur derseniz…
Yağmurda denize girmenin tadını bilen bilir.
Her yer sudur, su dünyası. Yer sudur, gök su…
Ve az önce soğuk gelen deniz, ısıtır insanı.
Bir de yağmurda banka oturan Sait Faik’in “başı bulutlu, kıçı ıslak” hatıraları var ki…
O da ısıtır başka türlü… “Öyle Bir Hikâye” olur.
“Bir yağmur yağsa da beraber ıslansak”
Yağmur sadece toprak değil, edebiyat, roman, şiir, sinema için de bereketli bir konu her zaman.
Yönetmen Stanley Donen için "Singing in the rain", Frank Sinatra için aynı adla şarkı… Edip Cansever'e şiir olur:
“Ve yağmur hızlanıyor biraz /Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum /Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum…"
“Yağmurlu kadın”larıyla da hüzne aşina Attila İlhan’da ise cinsiyetsiz ürpertidir:
“Eğer şairsem beni tanırsan /Yağmurdan korktuğumu bilirsen
Gözlerim aklına gelirse /Elimden tut yoksa düşeceğim
Yağmur beni götürecek yoksa beni”.
Turgut Uyar’a “Bir yağmur yağsa da beraber ıslansak” dedirtir…
Onat Kutlar’a yağmur kalabalık gelir:
"Bir zambağın taçyaprağında yağmur tanesini
Bir kula atın rüzgarlı bayırdan kaynağa inişini
Sabaha karşı ve hiç uyunmamış tanyerinde ışıyan kavak ağacını
Ve bütün bunları birden düşündüren seni düşünüyorum şimdi."
Dizelerce sağanaktır; “Bir yağmurluğun da olsa şiirden ıslanırdın”. (¹)
İlkbahara farklı, sonbahara farklı yakışır.
Lâkin Ankara’da ilkbahar da, sonbahar da pürtelaş mevsimlerdir artık. Aylık değil haftalık ara mevsimler.
İkisi de sombahar olmaz hiç.
İlkbaharın sırtından kış inmez, iki gün sonra yaz endam eder. “Baharı görmeden yaz geldi geçti” olur hüzzam makamında.
Ardından sonbaharı ağız tadıyla yaşamadan, ayaza döner bozkır havası…
Bir ömrün -hızla- geçişi de öyledir belki.
Ki gün gelir ömür denilen aritmetik, “Daha kaç mevsim, kaç bahar daha?..” diye sordurur adama.
Düşündükçe azalır göreceğin bahar sayısı. Saydıkça bereketi kaçar.
Bazısını soldurur masada, bazısı için sağlığa kaldırılan bir kadeh daha…
Yağmur her bünyeye farklı gelir zira.
Yağmurun, yağmurlu havaların yalnızlığı koyulaştırdığını da anlatır şiirler, hikâyeler, romanlar.
Louis Aragon’un dizelerini besteleyen Zülfü Livaneli’nin mekanik sesi, tam uyar o havalara:
“Yalnız insan yok ki yüzü /Yağmur çarpan bir camekân /Ve gözünden sızan yaşlar /Bir parçadır manzaradan…”
Yağmurda her şeyin bir parlaklığı vardır
Geceyarısı yağmuru bilhassa öyledir.
Şehrin ıssızlığını yüzüne vurur insanın.
Sadece onun tıpırtısı dolanır sokaklarda ve sessizlik daha belirgin hale gelir, ritmik yahut aritmik sesinin konturuyla.
Islak serinliği, büyük, yüksek tavanlı loş salonlar gibi yalnızlığın altını çizer.
Sonra hızı azalır, tükenen bir aşkın dalgın iç konuşmalarını andıran yorgun sesi duyulur bir süre daha… Usulca biter.
Yağmurla cilalanan karanlığın en yoğun deminde, sokak lambaları daha parlak, evlerden sızan ışıklar daha aydınlık ve sıcak görünür.
Ve tek tük ama daha parlak ışıklı evler ve tersine, yatağında uyuyanların varsayılan huzuru, geride kalan sessizlikle birlikte demlenir, yalnızlığı tam kıvamına getirir.
İç sesler duyulmaya başlar yeniden.
“Biten ile yiten”, bir defin töreni sonrasındaki gibi birdenbire algılanır.
Yağmurun çekildiği ve gecenin yeniden köşesine uzanmaktan öte bir şey istemediği saatlerde, artık yapraklardan, sundurmadan, arada geçen otomobillerden sezilir, az önce var olduğu.
Yaprakların üstündeki damlalar, cilalanmış asfaltlar olmasa, sanki hiç yağmamış, hiç yaşanmamıştır. Hayat gibi, aşk gibi…
Biten aşklarla, duran yağmur arasında koyu bir benzerlik vardır. Sağanakta yıkanan ladin yeşiliyle, aşkla durulanan ve zamanla durulan bakışlar arasında da… Tahin pekmez.
İster hüzün adına olsun, ister mutluluk adına.
Yağmurda, gözyaşında her şeyin bir parlaklığı vardır.
Varolan ya da ol(a)mayan aşkları da sürükler peşisıra…
Eğer uzak bakışlı bir kadın, yağmurun altında kolyesiyle oynayarak Gül Bahçesi’nden Kuğulu Park’a doğru yürüyorsa mesela, bir aşk hasar görmüştür.
Çünkü Kuğulu -dar zamanlarda- çağırır, yatıştırır insanı.
Turgut Özakman’ın Romantika’sında tarifi verilip de adı verilmeyen Gül Bahçesi parkı ise zor aşkları saklar kuytusunda, sır konukları…
Ama Kızılay, özellikle Sakarya derseniz, gökten değil yağmur taş yağsa (ki o da yağar eylemlerde bazen) vardır mutlaka bir kıpırtı.
Zaten Ankara’ya ilkyazın geldiği, Sakarya’da masalar, sardunyalar dışarıya çıkarılınca anlaşılır. (En al yanaklısı da doğrusu, yüzlerce kırmızı sardunyanın ayağa kalktığı Akdeniz Akdeniz restoranın bahçesindedir…)
Ama meyhanelerin, biracıların, kafelerin sundurmalarına sığınanların başı biraz önüne eğik, yüzü giyiminden eprik, gözleri bulutludur.
“İçmeyip de ne yapacaksın…” der, o manzara sanki.
Sen… Yağmuru dinlersin.
(¹) Haydar Ergülen, “Mavi”.