Fotoğraflar “an”ı sabitler, yalancısı olur bazen geçen zamanın. Bir an bir kareye girer yahut ilişir, denk gelir siluetin, ebediyen öylece kalır. Rastlantı da olsa pek fark etmez. Yıllar sonra mahcup da eder, başına dert de çıkarır. Sabıka fotoğrafı olur, oradaki suretin.
Fotoğrafta kimin yanında durduğun/bulunduğun/yakalandığın meseledir artık. “Bana her şey ‘Sap döner, keser döner, gün gelir hesap döner’ atasözünü hatırlatıyor” olursun. O fotoğraf(lar)ın sosyal medyadaki yağmurunda beraber ıslanırsın.
Bu ülkede tek bir fotoğrafın “iltisaklı” ağır ceza dosyalarında keyfe-niyete göre “cımbızla, elle tutulur” tek “delil” sayıldığı ya da aynı mahkemeye kronolojik “aile albümü”nü ibraz etseler asla kanıttan sayılmadığı davalar, vaka-i adiyedendir mesela.
Yani popüler şekliyle, PopTürkçe’yle “Bi fotoğraf çekinebilir miyiz” derse biri… Ürperip, “çekinmelisin” bu memlekette ve o fotoğrafı çekinmemelisin. Her an fotoğraf çekme/çektirme iptilası, eli tetikte, deklanşörde “çekindirik” ruh hali, risklidir yaşadığın sosyal adliyede.
Lâkin bu yazıda meramım o değil. O mutlu, coşkulu, geniş tebessümlü, taammüden poz verilen “an fotoğrafları”ndan söz etmek istiyorum. Evlilik-birliktelik fotoğraflarından ya da toplu-mutlu çektirilen karelerden özellikle… Ki dışarda da olsa, “stüdyo fotoğrafı” gibidir çoğu. Pozlandırılmıştır…
Otosansürle ayıklanan hatıralar
Çocuklar gibi şensindir o an fotoğrafında; sonra aylar-yıllar geçer, o fotoğraftaki sarmaş-dolaş zatla “yabancı” olursun. Eski, çoluk çocuk bir aile, aşk, arkadaşlık fotoğrafı, baş başa yahut topluca çektirdiğin umumi bir kare, hüzün, acı, öfke, pişmanlık yaratabiliyor bazen ve bazı insanda. İnsan yanılgılarının belgeleriyle karşına çıkmasını pek istemiyor zira. Kör talihle, zalim felekle ve onların hepsini siluetiyle hatırlatan birinin portresiyle bile yüzleşmekten haz etmiyor.
“Dijital fotoğrafçılık icat oldu, mertlik bozuldu”demeyeceğim ama… Eskinin fotografisinde photoshop filan olmadığı için aile, arkadaş, gönül ilişkilerinde “persona non grata” ilan ettiğin o kişiyi fotoğraftan keserek çıkarmak ya da yüzünü kazımak oluyor bazen çaresi. O ruh hâliyle eline makas yani delici-kesici alet aldığında “Yazık birbirimize” demiyorsun anlaşılan.
O “an”ın belgesini tümden yok etmeye el vermiyorsa gönlün, o hatırayı, “cast”ı değiştiriyorsun. O günleri gösterirken, anlatırken, hatırlarken mutluluğunu gölgelemeyecek klasik nostalji formülü: Otosansürle, her gönle göre menü sunan savunma mekanizmalarıyla ayıklanan, dönüştürülen, yansıtılan, temize çekilen hatıralar. Hayatının “perde”de yeniden çevrimi… Hoş değil, esasına bakarsan.
Eski fotoğraflardaki hoyrat makaslar
Bu durumun en hazin tasvirini “Kavaklar” şiiriyle Metin Altıok düğümlemişti belleğime: “Bedenim üşür, yüreğim sızlar /Ah kavaklar, kavaklar… /Beni hoyrat bir makasla /Eski bir fotoğraftan oydular…” O baş başa yahut toplu fotoğraftakileri, kendinin o güzel, fotojenik profilini yok etmeye kıyamıyorsan, yıllar sonra o kareye sinen kederin, öfkenin, pişmanlığın -sence- müsebbibinin yüzünü makasla oyup, çıkarıyorsun o kareden. Ama hep bir iz kalıyor geride, yara izi: “Orda kaldı yanağımın yarısı /Kendini boşlukla tamamlar /Omzumda bir kesik el, /Ki durmadan kanar…”
Sezen Aksu o şiirin şarkısını söylediğinde her dizesi, her “ah”ıyla işlemişti içime. Böyle bir şiir, sözü-sesi-müziğiyle böylesine mi güzel, aslına böylesine mi saygılı bestelenirdi… Seçilen söz/şiir ve münasip görülen beste konusunda ahengi, mânâyı boş veren seri katillerin kol gezdiği bir ülkede, bu bütünlüğü, uyumu şayan-ı hayretle karşılamıştım doğrusu. “Budur” demiştim.
“Yol arkadaşım yalnızlaşmışız iyice”
Müzisyen, besteci Onno Tunç (Ohannes Tunçboyacı ) bestelemişti Altıok’un dizelerini… Gönül yoldaşı, “yol arkadaşı”ydı Sezen Aksu’nun… Birçok bestesinin yanında, “Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz / Sultan Süleyman’a kalmadı”nın da müziklerini o yapmıştı misal. Belki şimdi beş kişi bir araya gelip söylese, ona da kulp takarlar. Bu furyada ya tarihi alınganlıklarla gelir kulpu, ya bugünün nefret atölyesinde taze taze imal edilir…
Onno Tunç 26 yıl önce 14 Ocak 1996’da 48 yaşında ayrıldı hayattan. Tek pervaneli, küçük uçağıyla, yanındaki arkadaşıyla birlikte sise, fırtınaya, kara yenildi. Biyografilere “Türkiye Ermenisi” olarak kaydedilen hayatı da sisliydi muhtemelen bu ülkede.
Sezen Aksu ona “Yol Arkadaşım”ı yazdı, ardından: “Yol arkadaşım gördün mü /Duydun mu olup bitenleri /Yalnızlaşmışız iyice, üstelik de alışmışız /Hiç beklentimiz kalmamış dosttan bile /Korkular basmış dünyayı, /Şimdi bir semt adı vefa /Anlaşılır gibi değiliz, tek bedende kaç kişiyiz…”
Herkesin bir adı var ama yetmez
İnsan yalnızlığını bölüşen insanlara farklı bir sevgi, ayrı bir vefa duyuyor olmalı. Tek sesli müziği, yine Sezen Aksu’nun yorumuyla öyle “Yalnızlık Senfonisi” oluyor belki. Her türlü ayırımcılıkla, öyle uyduruk değil en hakiki bölücülükle “yollarına pusu kurmuş, bekleyen yalnızlık”la belki öyle başa çıkıyor. Aksu gibi “üzerine göz diken acılar nöbetteyken” öyle dik tutabiliyor başını: “Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum /Hadi gelin üstüme, korkmuyorum.”
Mahkûm edilmiş yalnızlık en zalimi, varsa bir katı en alçağı… Onaylanmış, makbul görülmüş, her gün yeniden üretilen “Yüzyıllık Yalnızlık”. Sistemli, endemik bir yalnızlaştırma. En beteri… Bu ülkedeki her türden ötekileştirme çarpanıyla yalnızlık, bazı insanlar için iki kat, üç kat, dört kat çünkü. Milliyetiyle, inancıyla, düşüncesiyle, duruşuyla, varlığıyla, hatta adı-sanı, kafa kâğıdıyla… Yalnızlık.
Herkesin bir adı var lâkin bazılarının adı çoğaltılıyor, etiketleniyor. Yeniden koyuluyor adı, ona o her anlamıyla “takma” adıyla sesleniliyor, öyle anılıyor. Zelda Schneersohn Mishkovsky’nin şiirindeki gibi: “Herkesin bir adı var /Ona babasıyla anasının verdiği /Ve ona komşularının verdiği /Herkesin bir adı var /Düşmanlarının verdiği /Ve başkalarını sevmenin verdiği”.
Lefter’i sevip de Lefterleri sevmemek
Tunç’dan iki yıl önce, aynı gün, yine 14 Ocak’da başka bir “Türkiye Ermenisi” ayrıldı aramızdan. Evet, kelimenin tam anlamıyla “aramızdan ayrıldı”, Nubar Terziyan. Bir zamanlar Yeşilçam oyuncuları ailedendi ya… O da öyleydi işte. Hane halkındandı; onunla güler, onunla hüzünlenirdik. Amcaydı, dedeydi…
Yeşilçam ona “şefkatli doktor”, “iyi polis” rollerini uygun gördü. Hatta kaç kez “imam” rolüyle çıktı beyazperdeye… Sevdi herkes onu. Amma velakin İsmet İnönü’ye atfedilen o sözdeki gibi kimimiz “Lefter’i severdi de, Lefterleri sevmezdi”… Hani, yeri gelmişken, Spotify’ın geleneksel yıllık listelerinde “Türkiye’de en çok dinlenen sanatçı” sıralamasına hep ilk sıradan, olmadı ikinci sıradan yerleşen Sezen Aksu misali: “Sezen’i herkes dinlerdi de…”
Onun da hatırası Sezen Aksu’nun söylediği “Kırık Vals”le yerleşti kulaklarımıza: “Mevsim suluboya olsa /Günlerden mercan /İşte sanki o an /Nubar Terziyan sırtımı okşar /Eski filmler hâlâ o bahçede /Siyah beyaz ağlar…”
Filmdeki cenaze töreni gerçek olunca
Yıldırım Türker’in sözlerini, iki yıl sonra Terziyan’la aynı günde giden Onno Tunç’un ağabeyi Arto Tunçboyaciyan besteledi, düzenledi. İkisi de “Türkiye Ermenisi”ydi. Kilise töreninin ardından biri Balıklı, diğeri Şişli Ermeni Mezarlığı’na defnedildi.
Terziyan’ın Kumkapı Surp Asdvadzaddin Patriklik Kilisesi’ndeki cenaze töreninde bir araya gelenler, oynadığı bir filmdeki o ünlü sahneyi hatırlamış olmalı. Terziyan “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”nde Haşmet Asilkan’ı canlandıran Şener Şen’le yan yana cenaze namazına durur. Asilkan “Nubar” der, “Sen Ermeni değil misin?”…
Sanki Reha Mağden’in “Gürcü’ye sormuşlar ‘Gürcü olmasaydın ne olurdun?’ diye, ‘Mahcup olurdum’ demiş” anekdotunu hatırlatır gibi tabii ki, elbette tonlamasıyla, “Ermeniyim” der Terziyan. “E namazda ne işin var?”. “Ne yapayım” der Terziyan, “Cemaat o kadar az ki, adama ayıp olacak…” Namazı kılarlar, sonra tabutu omuzlarlar birlikte… Yavuz Turgul’un filminde de gerçek adıyla, kimliğiyle vardır Terziyan. Şimdi yaşadığı evin önünde “Sinema sanatçısı Nubar Terziyan bu evde yaşadı” plaketi var.
Alyanak soyadını kullanmadı
Yeşilçam’ın emektarlarından Terziyan, ölmeden bir yıl önce yine 14 Ocak’ta Ankara Uluslararası Film Festivali “emek ödülü”nü aldı. Asıl soyadı Nubar Alyanak’dı. İstese, o Türkçe, bayrak gibi sevimli soyadıyla hayatını sürdürür… “Öz be öz Türk” kimliğiyle, azınlık olmanın o “güvercin tedirginliği”nden uzak yaşardı.
Kuşakdaşları Vahi Öz (Vahe Ozinyan), Sami Hazinses (Samuel Agop Uluçyan), Kenan Pars (Kırkor Cezveciyan), Toto Karaca’nın (İrma Felegyan) isimlerini Yeşilçam mı Türk(çe)leştirdi, pırıltılı afişlerine koyarken… Kendileri mi öyle uygun gördü? Bilmiyorum. Araştırmadım da doğrusu, araştırmam da… İçimden gelmez, ar ederim. Zira o iki hâl de ne davulla uzaktan siteme gelir, ne bir dudak bükmeye; yaşamayan bilmez bu ülkede azınlık, “öteki” olmanın ne olduğunu.
O tonton “Nubar Baba”, kendi isteği, seçimiyle hep Terziyan olarak var oldu. 81 yaşında yaptığı röportajda o güzel aksanıyla, vurgusuyla anlattı: “Bana Alyanak soyadını takmışlar. Herkes yalan zannediyordu bunu da, bazı inanmayanlar mendillerini ıslatıp, yanağıma sürüp ‘Şunun boyasını çıkaralım da, herkese tatlı gözükmesin’ derlerdi. Buna inanır mısın kızım?”. İnanmaz mıyız hiç?
Öfkeyle beslenen çocukların şarkısı
Beş yüzden fazla filmde oynadı… Toplamında bir küçük ev etti kazandığı para: “O zamanlar filmlerde oynayanlara çok para vermiyorlardı ama işte bu evi onlarla aldım. Hükümet de maaş bağladı, her ay 325 lira veriyorlar”. Bu röportajını yaptığı yıl 1990… Asgari ücret 414 lira.
Beyazperdede, ekrandaki o hep “mutlu son”lu, acıyı, çaresizliği, tebessümle, şefkatle, araya sevinç gözyaşlarının da karıştığı “ağlamaklı” filmlerle geçiştiren nesiller bile her dem artan, üst üste yığılan öfkeyle besleniyor. O çocuklara da yine Sezen Aksu el uzatıyor, yine Onno Tunç’un bestesiyle, “Sene 1945”de:
“Gel asırlardan uzan da tut ellerimi sımsıcak /Yoksa bendeki çocuk da böyle çaresiz kalacak /Öfke ile beslenen çocuklar yalnızdırlar /Ve ümitleri çiçeklerden acıları tarihlerden /Senin gibi benim gibi /Onlar da hep insandılar (…) /Onlar biraz terkedilmiş biraz küskün çocuktular /Sanki biraz incitilmiş /Sanki yetersiz sevilmiş /Sanki utandılar kavgadan ve sustular /Öp incilenen gözyaşları kurusun inançlarında.” Severek, hislenerek dinliyoruz da, sadece şarkılarda utanıyor kavgadan insanlar.
Ağızdaki küfür, kusur olsam…
Sezen Aksu ile Onno Tunç son olarak, ölümünden altı ay önce 28 Haziran 1995’de çıkan “Işık Doğu’dan Yükselir” albümünde birlikte çalıştı. Ekipte Al Di Meola’dan Paul Winter’a birçok müzisyenle çalışan, perküsyon üstadı, besteci Arto Tunçboyacıyan da vardı.
Albümde Âşık Daimi’nin, Mevlana’nın ve Yunus Emre’den “La İlahe İllallah”ın yanısıra, Ermeni şarkısı “Yar ko Parag Boyin Mernem (Bingöl)” de Türkçe sözleriyle “Var Git Turnam” olarak yer aldı: “Evimden, ocağımdan oldum aman /Bana kurtlar, kuşlar ağlar /Yerimden, yurdumdan oldum aman /Bahtım karalar bağlar /Gün geçmez, yüz bin yıl olur /Bu ayrılık kanun mudur? /Yerimden, yurdumdan oldum aman /Har ciğerimi dağlar.”
Sonraları öğrendim. Onno Tunç, göçmen bir ailenin oğlu Bülent Ortaçgil’in “Benimle oynar mısın” albümünde, bas gitar çalmış. Hani, “Susulsam kusur olsam /Ağızdaki küfür olsam /Doğuştan esir olsam /Konuşmasam taş olsam /Yine de oynar mısın benimle” diye soran o şarkıda… Ne çok şey anlatıyor, hissettiriyor, “öteki”ler hakkında.
“Yok ki dillerde kemik, diller anlatır can”
O dizedeki “taş olsam”ı, “o taşın masalı”nı da ağabeyi Arto Tunçboyacıyan anlatıyor, kardeşinin ardından. Şarkının sözleri Osman ile Zala efsanesine dayansa da Tunçboyacıyan’ın o şarkısının nakaratında, haykıran, dağlarda yankılanan vokalde, “Babum” diye inleyişinde, “can” deyişinde hep Onno Tunç’a bir feryat var sanki. Bana öyle geliyor hep: “O taşın masalını diller anlatır can /Yok ki dillerde kemik, diller anlatır can /Taşlar mı suçludur, diller mi can /O taşın masalını o taşa satarlar /Diller anlatır durur, diller anlatır can”. Ve yine onun “Seslensem duyar mısın?” ezgisindeki o hasret, figan da kardeşine seslenişidir sanki. https://www.youtube.com/watch?v=cfAV5GOverE
Şarkılardan gittik, finali de girişteki o “Kırgın Vals”le getireyim: “Kırıldı valsimiz tam ortasından /Baktık uzaktan /Sıla olduk birbirimize /Şimdi herkes perişan…” Hedef, azınlıkların yanında tüm “öteki”ler olabiliyorsa… Hâlâ nefret cümleleri sıradan bir alışkanlıkla,” geh geh” kuruluyorsa… Provokasyon artık satranç değil de “çocuk oyunu” damaysa… Hrant Dink’in öldürülmesinin 15. yılı on gün önce, 19 Ocak’ta dolduysa… O eski fotoğraflar bile hoyrat makaslarla oyuluyorsa… Ve o ülkedeki, şu ülkedeki ve bu ülkedeki “Resmi Tarih” artık sizi bunaltıyorsa… “Gidin, bir de şarkılara bakın…” derim.
BİR ŞARKI/BİR KIRGINLIK
Yazımın başlığına aldığım “Yabancı olduk şimdi yazık birbirimize” şarkısının sözü-müziği Yusuf Nalkesen’e ait. Bir aşk, bir ayrılık şarkısı aslında… Makedonya’nın İştip kasabasında dünyaya gelen Nalkesen’in ailesi, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne, İzmir’e göç ediyor. Muallim Mektebi’ni bitirdikten sonra 1952’de, 29 yaşında İzmir TRT kadrosuna giriyor. 1970’te öğretmenlikten emekli olan Nalkesen, sanatçı sendikalarında faal bir rol oynuyor. Ve darbe döneminin TRT yönetimi görevine son veriyor. Çeyrek asır hizmet ettiği TRT’ye açtığı davayla “maddi hak ve kıdem tazminatı”nı kazansa da kırıldığı, darıldığı TRT’ye 2003 yılında ölene dek dönmüyor.