Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI‘Yabancı’ya su yok noktasına nasıl geldik?

‘Yabancı’ya su yok noktasına nasıl geldik?

Suyu düşmanından bile esirgemenin ayıp görüldüğü, herkesin herkese verecek bir bardak suyunun olduğu bir ülkede, suların gürül gürül aktığı bir şehrin başkanı “yabancı uyrukluları” susuzlukla terbiye etmeyi düşünebiliyor ve daha kötüsü bu sosyal medya mesajının altında binlerce kişi “adam gibi adam” olan başkanı tebrik kuyruğuna giriyor. Üstelik Bolu, “yabancı uyruklular”ın o kadar da kötü insanlar olmadığını bilmesi beklenen bir şehir. 12 Kasım 1999 Bolu-Kaynaşlı-Düzce depreminde şehrin yardımına “yabancı uyruklular” da koşmuştu.

Irkçılık ideolojik bir tercih ama yabancı düşmanlığı/korkusu yani zenofobi öyle değil, içgüdüsel.

Herkesin doğasında olan bir duyguya karşılık geldiği için o yüzden çok daha tehlikeli.

Halil Berktay, Serbestiyet’te yazdığı “Dış Korkusu” serisinde yabancı korkusunun/güvensizliğinin çok derin köklerine işaret ediyor.

Maalesef bu bizim fıtratımızda var:

“Sürü halinde, kendi sürüsü içinde varolmak, beslenmek, korunmak ve çoğalmak — bırakalım diğer cins ve türleri – kendi cins ve türü içinde bile, sürü dışına karşı en azından ihtiyatlı bir şüphecilikle elele gidiyor. Bu güvensizlik, alan mücadelesinin kritik temas noktalarında düşmanlığa, kavgaya, öldürmeye açılabiliyor.”

Dil bunu hemen ele veriyor.

“Biz”i tarif eden kelimelerle “yabancı”yı tarif eden kelimeler birlikte ortaya çıkıyorlar.

Örneğin “yabancı” derken bile onun bizden olmadığını söylemekle yetinmiyoruz, aynı zamanda onun “yabani” olduğunu da söylüyoruz.

Benzer biçimde Homeros’tan beri kullanımda olan “barbar” da hem “Yunan olmayan herkes” hem de “vahşi” demek.

Mültecilere karşı tepkinin kökeninde o yüzden kitabi ideolojiler, milliyetçilik, ırkçılık yok, insanın yabancıya karşı bu içgüdüsel korkusu, düşmanlığı, tiksinti hissi var. Belki bütün mülteci karşıtları ırkçı değil ama bu durumu daha az vahim yapmıyor.

O yüzden yeni dalgalarla kontrolsüz olarak artan mülteci sayısı, AB ile imzalanan geri kabul anlaşması gibi muhakkak konuşulması gereken konularla açılan kapıdan bu duygular da kolayca girdi, çok tehlikeli hisler, düşmanlıklar depreşti, ayıp sözleri ifade etmek meşrulaştı ve katlanarak büyüyen öfke selinin kontrolü de gün geçtikçe zorlaşıyor.

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun mülteci çıkışıyla açılan o kapıdan son giren CHP’li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan oldu.

Bolu’da yaşayan yabancı uyruklulardan su ve katı atık vergisinin 10 kat fazla alınabilmesi için konuyu meclise taşıyacağını açıkladı.

Suyu düşmanından bile esirgemenin ayıp görüldüğü, herkesin herkese verecek bir bardak suyunun olduğu bir ülkede, suların gürül gürül aktığı bir şehrin başkanı “yabancı uyrukluları” susuzlukla terbiye etmeyi düşünebiliyor ve daha kötüsü bu sosyal medya mesajının altında binlerce kişi “adam gibi adam” olan başkanı tebrik kuyruğuna giriyor.

Üstelik Bolu, “yabancı uyruklular”ın o kadar da kötü insanlar olmadığını bilmesi beklenen bir şehir.

12 Kasım 1999 Bolu-Kaynaşlı-Düzce depreminde şehrin yardımına “yabancı uyruklular” da koşmuştu.

Hala daha Düzce’de insanlar Amerikan Metodist Kilisesi’nin vakfı Umcor’un ve Alman Katolik Kilisesi’nin vakfı Caritas’ın yaptırdığı toplu konutlarda yaşıyorlar.

Yabancı uyrukluların kiliselerde topladıkları bağışlarla yaptırdıkları o evlerde bugün pek çok “yabancı uyruklu” da oturuyor artık.

Üstelik ilk kez yabancıyla, muhacirle karşılaşmıyor bu şehir.

1864 tarihli bir Osmanlı arşivi belgesinde Bolu Kaymakamı merkeze bir yazı yazarak Bolu sancağına bağlı Düzce kazasında Kafkasya’dan gelen göçler nedeniyle iskan edilecek arazi kalmadığını söyleyip yeni göçmen gönderilmemesini istemişti.

Ama Ruslarla olan savaşlarda üst üste gelen yenilgilerle birlikte Kafkasya’dan yeni göç dalgaları sürmüş ve Bolu sancağı en çok göçmen yerleştirilen bölge olmuştu.

1896 yılında Bolu sancağına yerleştirilen Çerkeslerin sayısı 13362, Abazaların sayısı 4527.

Kafkas ve Balkan muhacirleri, konu Suriyeli mülteciler olduğunda bu karşılaştırmanın yapılmasından pek hoşlanmıyor.

Haklı oldukları bir taraf var.

Balkanlardan, Kafkaslardan Türkiye’ye göç edenler kaybedilmiş vatan topraklardan kendi vatanlarına sığınmışlardı.

Suriyeliler ise başka ülkenin vatandaşları.

Ama zaten esas benzerlik de burada değil.

Benzerlik geldiklerinde yerli halk tarafından nasıl karşılandıklarında.

Kendi topraklarını terk edip vatanın elde kalan topraklarına göç etmiş muhacirler ile ilgili eldeki kaynaklar, hatıratlar, resmi belgeler, daha sonra yapılan sözlü tarih çalışmalarının hiçbiri yerli halkın muhacirleri bağrına bastığını söylemiyor bize.

Farklı dil konuşan yabancılar; aynı korkuları, endişeleri tetiklemiş o zamanlar da.

Bu korkular, endişeler on yıllar boyunca da değişmemiş.

Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün 2012’de yayınladığı “Osmanlı Belgeleri’nde Kafkas Göçleri” kitabındaki onlarca belgeden bir kaçının başlığı kimsenin kimseyi evine alıp bakmadığını söylüyor:

“Sivrihisar Kazası’ndaki Karaçay muhacirlerinin yerli halk ile olan geçimsizlikleri.”

“Çerkes muhacirlerinin köle tüccarları tarafından rahatsız edilebileceklerinden İstanbul’a uğratılmadan iskân yerlerine gönderilmeleri.”

“Çerkes muhacirlerin Merzifon kasabasında taşkınlık yaptıkları.”

“Çeçen muhacirlerin Selanik ve Kosova’ya geri dönmelerinin hoş karşılaşmayacağı.”

“Ankara’da Çerkes muhacirleriyle yerli halk arasında çıkan ihtilafın giderilmesi.”

“Çeçen muhacirlerinin İzmir’de alıkonulmaları.”

“Kayseri köylerindeki Çerkes muhacirlerinin Kozan aşiretlerine saldırarak olay çıkardıkları.”

Diğer göçmenlerin hikayeleri de aynı.

Müslüman olmaları, çoğunun Osmanlı vatandaşı olması, hatta Türk olarak kendilerini tanıtmaları bile sonucu değiştirmemiş, “nereden çıktı bu yabancılar, topraklarımızı bunlar mı istila edecek” endişesini gidermeye yetmemiş.

Türkçe dışında başka bir dil konuşmaları yerli halk için muhacirleri yabancı ve tehlikeli yapmaya yetmiş.

1881’den 1900’e kadar Bosna’dan baskı ve savaşlardan bunalıp Anadolu’ya kaçan Boşnaklar da benzer muameleler görmüşler.

Bu erken tarihlerde Ankara Yenimahalle Fevziye Köyü’ne yerleştirilmiş Boşnakların torunlarıyla 2012 yılında yapılmış bir sözlü tarih çalışması bu kötü hatıraların ne kadar canlı olduğunu gösteriyor:

“Kendilerini yabancı hissetmişler dedelerimiz. Daha önce civar köylerle ciddi sorunlar çıkmış ama şimdi yok. Geçirmiyorlarmış bizi köylerinden. Önce siz gâvursunuz demişler. Hatta kızmışlar dört köyün toprakları bölündü bize verildi diye, sınırları buraya kadarken aşağılara inmiş. Boşnaklara çok kızmışlar.” (Erkek, 25, Çiftçi).

“İlk geldiklerinde dil sorunu varmış, araç gereç sorunu varmış. Orada yaşadıklarının daha çoğunu burada çekmişler. Yapılan evler akmış, dil bilmemezlikten çekilen sıkıntıları büyük olmuş. Şehre inip ihtiyaçlarını temin edememişler. Etraf köylerle sıkıntılar olmuş, bize gâvur diye ithamlar olmuş hatta biz bile çocukken yaşadık.” (Erkek, 56, İşçi).

“Bizde hiç Türkçe bilmiyorduk, çok sopa yerdik gizli gizli. Okulda dayak yiye yiye öğrettiler.” (Erkek, 59, Emekli).

“Eskiden biz ilk geldiğimizde bunlar gâvur diyorlarmış. Sonradan alıştılar bize, mesela bizde eskiden şenlik olurdu hıdrellez şenliği yaparlardı çörek, börek her şey hazırlarlarmış giderlermiş su kenarına etraf köylerdekilerde diyormuş ki ya bu gâvurlar geldi burada şenlik yapıyorlar. Nasıl mesela biz Çanakkale’ye gelip bir şey yapıyorlar ya mesela Anzaklar, onlarda bizi aynı öyle görüyorlarmış o zaman.” (Erkek, 69, Emekli).

“Hiç aralarına sokmadılar bizi, o zaman hiç ilişki yoktu. Boşnak gâvurlar geliyor diyorlardı, geri kaçıyorlardı. Burada gâvur dediler ya bize etraf köyler, ben askerde Boşnak olduğumu demedim, sakladım, gâvur derler diye.” (Erkek, 59, Çiftçi).

https://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423933858.pdf

1911-12 Balkan Savaşları sırasında İstanbul’a kadar gelen göçmenlerle ilgili duygular bugün Suriyelilerle ilgili söylenenlerden pek farklı değildi:

“Balkan Harbi sırasında İstanbul’a akan muhacir kafileleri onların neslinde öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmelerine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan başka gidecek yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muhabere bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlense’ diyorlardı.’’ (Semiha Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey, s. 83)

1924’de Lozan mübadelesiyle gelenleri de kimse evine alıp beslememişti.

Yunanistan’dan Niğde’ye yerleştirilenlerin torunlarıyla iki yıl önce yapılmış bir sözlü tarih çalışması, bu dışlanmışlık duygusunun nasıl nesilden nesile aktarıldığını gösteriyor:

“Bizimkiler Grebene’den geliyorlar. Selanik’in yüz seksen kilometre batısında, Manastır’ın hemen yakınında bir yer… Bizimkiler ilk geldiklerinde Niğde’nin yerli halkıyla birbirlerini sevmezlermiş. Sevmeyiş nedenleri muhtemelen bizimkileri hor görmelerinden kaynaklanıyor olabilir, hani ‘pis Rumlar’… Buradakiler Yunanistan’a gittiklerinde onlar da aynı şeyi yaşamış. (Hicri, 60)

“Dedemleri geldiklerinde camiye almamışlar. Müslümandan saymamışlar. ‘Yer yok!’ demişler. ‘Biz sizinle namaz kılmayız!’ demişler. Dedemler, Rumlardan kalan bir kiliseyi cami olarak kullanmaya başlamış. Yerli halk bunların camisine gelmezmiş. Camiler ayrı, kahveler ayrı. Dedemin abisi hocaymış. Namazları o kıldırırmış.” (Salim, 64).

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/907052

En büyük mağduriyeti ve dışlanmayı ise 19. yüzyılın sonlarından itibaren Girit’in Yunanistan tarafından ele geçirilmesiyle Anadolu’ya doğru göç eden Giritliler gördü.

Konuştukları Rumca yüzünden Müslüman, Türk Giritliler “Yarı-gavur” olarak adlandırıldı.

1924 yılında dönemin Mübadele, İmar ve İskân Vekili hakkında verilen gensoruda en çok şikayet edilen konulardan biri de Giritlilerin durumuydu.

Aydın, ilerici fikirleri olan Zonguldak mebusu Tunalı Hilmi Bey, Hatay Dörtyol’da 60 kişilik Giritli bir muhacir kafilesiyle karşılaştığını, bunların hiçbirisinin Türkçe bilmediğini şikayetle anlatmıştı.

Diğer Zonguldak mebusu Halil Bey ise, Rumca konuşan Kıptiler dediği Giritlilerin, mübadele suretiyle Zonguldak’a getirilmelerini kınayarak “Ne ırken ne dinen Türklükle alâkası olmayan ve bilhassa ve münhasıran Rumca tekellüm eden Kıptilerin mübadeleden memleketimize nakilleri ve bunların en ziyade Zonguldak muhitine teksifleri esbabını vekâleti iadesinden sorarım efendim” diyerek dert yanmıştı.

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/20803

11 yıl sonra bile hala entegrasyon sağlanamamıştı.

1935 yılında CHP müfettişi olarak Antalya’ya gelen Adnan Menderes, yazdığı raporda “Coğrafi konumu nedeniyle Antalya’da insanlar eksiksiz bir birlik içinde daima uyanık ve ulusal heyecanla yüklü olması gerekir. Fakat kentte Türkçe konuşmayan bir Giritli Mahallesi (Şarampol) ile yerlilerle kaynaşamamış bir göçmen topluluğu vardır” demişti.

https://www.birgun.net/haber/kim-bu-dedemin-insanlari-18279

1937 yılında hala muhacirlerin Türkçe konuşmamasından ve Türkiye’ye uyum sağlayamadığından şikayet ediliyordu.

Ülkenin Amerika görmüş liberallerinden Ahmet Emin Yalman, solcu Tan gazetesinde şöyle yazmıştı:

“Memleketin her yerinde itiraz uyandıran mesele, muhacir sıfatıyla hariçten memlekete gelen vatandaşların eski yurtlarındaki itiyatlar sevkile Rumca, Boşnakça,

Arnavutça ve Çerkezce gibi lisanlar konuşmalarıdır. Memleketin siyasi ve içtimai birliği ve ahengi namına bu itiyatlarla en şiddetli bir tarzda mücadele etmek zaruridir. Memleketimizin birçok yerinde çirkin bir mozaik vaziyetine tesadüf ediliyor. Yarım asır evvel memlekete gelen muhacirlerin köylerinde hâlâ Türkçeden başka bir dilin ana dili yerinde kaldığı görülüyor. Bu vaziyet, alâkadarların millî duygularından mahrum olmasından çok ziyade eski hükümetin ve muhitin ihmaline ve alâkasızlığına delâlet eder. Her işte şuurlu bir millî siyaset takip eden İnkılâp Türkiye’sinde bu mozaik vaziyetinin en kısa zamanda tavsiyeye uğratılması bir zarurettir.”

Sosyalistlerin de muhacirlere bakışı farklı değildi.

Nazım Hikmet, 1939’da yazmaya başladığı ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Antalya’daki Giritli tüccarlarla yerli tüccarlar çekişmesini anlatırken bir CHP müfettişini şöyle konuşturmuştu:

“Giritli şirketin pis, kırık pirincine 35 veriliyor, fakat beğenilmiyor bir öz Türk’ün malı. Sonra bu buhranlı yıllarda biz uğraşıp duralım, parti, hükümet, meclis, Türk vatanında Türk’ü hâkim kılacağız diye.”

https://www.birgun.net/haber/kim-bu-dedemin-insanlari-18279

(İstenmeyen Giritlilerin yerleştirildiği yerlerden biri de Hatay’dı. Hatay’lı Giritliler uzun yıllar kendi içlerine kapanık yaşadılar. İskenderun’da daha sonra adı Kurtuluş yapılan Giritli Mahallesi o yerlerden biriydi. 1960’larda o mahallede yaşayan Giritli bir aile Almanya’ya göçmeye karar vermişti. Önce yine Giritli hemşerilerinin yaşadığı Niğde’ye gittiler. Oradan da Almanya’ya. O çifte kavrulmuş muhacir ailenin çocuklarından birinin adını dünya yıllar sonra öğrendi: Uğur Şahin.)

Coğrafya maalesef kader.

En uzun sınırımız olan komşumuzda son 10 yılın en büyük savaşı yaşandı ve bir diğer büyük savaşın yaşandığı Afganistan’dan göç edenlerin nihai hedefi olan Avrupa’nın yolu da bu topraklardan geçiyor.

Ama endişeye mahal yok, bugüne kadar milyonlarca göçmen yabancı olarak geldikleri ve yıllarca dışlandıkları bu toprakların kültürü içinde eridi, çoğu son 20 yıldır tersi için uğraşsa da asimile oldu hatta yeni gelenlere karşı çıkacak kadar kendisini ev sahibi hissediyor. Yani kimse kimseyi istila etmedi, kimse azınlık durumuna düşmedi.

Ege Denizi’nde Alan Kurdi travması gölgesinde imzalanan Geri Kabul Anlaşması’nda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Schengen Vizesi ve mültecilere 6 milyar dolarlık yardım vaadinden geriye sadece yardım ve iktidar ile Avrupa arasında karşılıklı sessizlik anlaşması kaldı.

Bunu eleştirmek herkesin hakkı ama hiçbir hukuki temeli olmayan geri göndermenin ya da insanları yeniden Ege Denizi’ne doğru tehlikeli yolculuklara çıkarmanın bir seçenek olmadığını teslim ederek…

Bu yüzden büyük kalabalıkların mülteci karşıtlığı dalgasına en azından siyasetçiler, kanaat önderleri kapılmamalı, iktidara olan öfkelerini buna alet etmemeli, o dalgaların üzerinde sörf yapmamalılar.

Unutmayalım ki en az 8 yıldır içimizde yaşayan yüzde 70’i kadın ve çocuk olan 5 milyon insanın kaderi hakkında konuşuyoruz.

Bunun için gerekirse “duyar kasılmalı”, “erdem sinyallenmeli ama asla bu öfke teorize edilmemeli.

Çünkü o kapı açıldığında içeriye “bunlara su bile vermemek lazım” diyenler de giriyor.

Herhalde onlara ırkçı diyebiliriz değil mi?

- Advertisment -