Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYAE düşmanlığı (1) Kof kibir, marazî şımarıklık

YAE düşmanlığı (1) Kof kibir, marazî şımarıklık

2010 anayasa referandumunda, ilk olarak küçük bir sol partinin önerdiği, giderek yaygınlaşan, demokrat aydınların da önemli ölçüde katıldığı “Yetmez Ama Evet” sloganı ve duruşuna, solun başka bazı kesimlerinin bitmek bilmez öfkesi ve intikam arayışını, somut bir tahlilin, o yılların siyasî konjonktüründe neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tekrar tekrar anlatmaya çalışmanın ötesinde, Marksizm ve sosyalizm tarihine ilişkin daha geniş bir çerçeveye oturtmak gerekiyor.

[15-16 Ekim 2021] “Gün akşamlıdır devletlim / elbet biz de ölürüz” (Hilmi Yavuz, Bedreddin Şiirleri).

İmparatorluklar da çözülür ve çöker, bütün büyük ideolojiler ve besledikleri siyasî hareketler de. Bazı garip olaylar belirir, bu son aşamada. Aslında hiçbir tarihsel zemini ve geçerliliği kalmamış bir takım kurumlar bir süre daha direnir. Kimileri realitede değil, geçmişin hayalleriyle yaşamaya devam eder.

Örneğin İS 4. ve 5. yüzyıllarda, Roma orduları bütün Avrupa sathında geri çekilir, terkettikleri yerlere de Germenler girerken, Syagrius diye bir Roma generali direnmeye kalkar Kavimler Göçü’nün göbeğinde. İtalya ile hiçbir bağlantısı kalmadığı halde, Galya’nın (yukarıda sağda haritasını gördüğünüz) kuzeybatı köşesinde “Soissons Krallığı” diye bilinen hükümdarlığını ilân eder. Frankların hemen kuzeyindeki Sali kolunun o sıradaki lideri Hilderik’in yumuşak politikası sayesinde, 464-486 arasında yirmi küsur yıl ayakta kalır. Derken Hilderik ölür ve 481’de yerine oğlu Klovis geçer. Tavrını sertleştirir. Syagrius 486’daki Soissons muharebesinde Franklara yenik düşer. Savaş meydanından kaçıp güneydeki Toulouse’a (haritada Tolosa) sığınır. Burası Vizigotların diyarıdır. Kralları II. Alarik, çekinir Frankların yükselen gücünden. Yukarıda solda gördüğünüz, tabii çok sonraki ve hayalî resimde, derdest edilip huzuruna getirilmesi gösterilen Syagrius’u Klovis’e gönderir. Sonrasında gizlice hançerlendiği rivayet edilir.

Bitmez, Roma tasavvurunun can çekişmesi. 527-565 arasında hüküm süren Doğu Roma imparatoru I. Jüstinyen (veya Büyük Jüstinyen), Batı Akdeniz havzasını da yeniden ele geçirip bütün imparatorluğu restore etmek (renovatio imperii) hevesine kapılır. Belisarius ve Narses gibi yetenekli generallerini Kuzey Afrika’daki Vandal Krallığı ve İtalya’daki Ostrogot Krallığı’nın üzerine gönderir. 533-534’te ilkini; 535-540 ve 541-554’te iki aşamada ikincisini ele geçirir. Ama İspanya’daki Vizigotlara ve Fransa’daki Franklara dokunamaz. Kaldı ki, Afrika ve İtalya’da yeniden fethedilen bütün topraklar da sonraki yüzyıllarda peyderpey yitirilir. Çünkü bir, bütün demografi kökten değişmiştir. İki, Doğu Roma’nın (Bizans’ın) efektif eylem yarıçapıyla, kalabalık Germen kitlelerinin yerleşip kök saldığı, ülke edindiği diyarlarda tutunmak artık mümkün değildir. (Osmanlıların 1683’te Viyana’yı alıp, ya da alsalar bile, Orta Avrupa’ya kalıcı biçimde çöreklenmeleri mümkün olmadığı gibi.)

Sadece imparatorluklarla sınırlı değildir, bu tür geçiş-bitiş fenomenleri. Büyük ideolojilerin ve siyasî hareketlerin, hattâ her türlü paradigmanın miadını doldurmasında gözlenir. Böyle tarihsel anlarda eskiye aşırı sadakat, büyük ve tuhaf bir yozlaşmaya, dejenerasyona yol açar. Akıl ve mantık diye bir şey kalmaz. Münakaşalar çığrından çıkar. Toptan saçmalama  haline girilir. Çürümüş inançlarıyla yüzleşememek, insanları onu tevil edeyim, bunu tevil edeyim derken iyice zırvalamaya götürür.

Marx da kısmen görmüştü bunu. 1852’de yayınlanan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i [Hükümet Darbesi] kitabının (*) ilk bölümünün ilk cümlesinde, dünya tarihinde bütün büyük kişi ve olguların iki kere çıkageldiği fikrini Hegel’e izafe der. Hemen sonra kendisi “ama ilkinde trajedi, ikincisinde fars [güldürü, komedi] olarak” diye devam eder (**). Tabii buna, Marx hiç öngörmemiş olsa bile, Marksizmin kendisi de dahildir. 19. yüzyıl ortasından günümüze, gerek siyasî, gerek entellektüel bakımdan muazzam bir rol oynayan bu ideolojinin de artık suyu çıkmış bulunuyor. Doğrularını bir yana bırakalım. Çeşitli yanlış ve sakat yanları, birileri yapıştıkça büsbütün tefessüh ediyor. Geçmişteki hallerinin zavallı karikatürlerinden ibaret kalıyor.

Bunları bana tekrar düşündürten, on gün önce başlayan yeni bir “solcu” hezeyan dalgası oldu. Ece Temelkuran ve Emre Kongar isimleri temayüz etti, bazı tweet’lerle. Onları başkaları izledi. Birileri AK Parti’nin şimdiki noktaya gelmesini, illâ bu yükselişin zamanında önlenememiş olmasına bağlıyor. Nasıl önlenecekti, neyle önlenecekti, Atatürkçü vesayet rejimine arka çıkılarak mı önlenecekti, yeni yeni askerî-bürokratik müdahalelerle mi önlenecekti? Önlenebilir miydi? Türkiye’nin yarısı demek olan dindar-muhafazakâr kesimi daha ne kadar baskı altında tutabilirdiniz? Siyaset sahnesinde temsilini ilelebet önleyebilir miydiniz? Zaten bu çaba sonunda çökmedi mi ve AKP de bu yüzden, bu sayede iktidara gelmedi mi?

Kimse bunları açıkça söylemiyor, konuşmuyor, cevaplamıyor. Ama sürekli, liberal ve demokrat aydınları sorumlu tutuyor. İslamofobiyi sürdürüyor. Kemalist olmayan, otoriter-laikçi olmayan, devirmeci olmayan, sol demokrat veya demokratik sol kesimleri, “faşizmi erken safhasında desteklemek”le suçluyor (Ece Temelkuran). Bu bağlamda, “Yetmez Ama Evet”e özel bir rol izafe ediliyor. Kabaca şöyle bir fikir söz konusu: 2010’da kayıtsız şartsız hayır demek gerekirdi, çünkü AKP’yi bu suretle devirmek mümkündü. Değişiklik önerilerinin içeriği önemsizdi; mesele kazanıp kazanmamalarıydı. Kaybetseler düşeceklerdi. Oysa kazandılar ve faşizme yürüdüler. Bunu yapacakları da belliydi ve açıktı. Başından beri niyetleri, gizli gündemleri buydu. Çünkü özsel olarak kötüydüler ve kötüdürler. Dolayısıyla YAE bu kritik dönemeçte AK Parti’nin düşürülmesini önlemiş oldu. Ama maalesef bu suçları hiçbir mahkemede yargılanmadığı için cezasız kalıyor (son cümle, gene Ece Temelkuran).

Okuyunca, ilkin çok kızdım. Bu nasıl hilkat garibesi bir saldırganlık? Tarih bu kadar tersyüz edilebilir! Kim, kimden hesap sormalı acaba? Hiç idrak etmiyorlar, kurucu ideo-politik paradigmanın toptan çökmüşlüğünü. Ve hiç utanmıyorlar, 2002’den başlayarak, 2007 cumhurbaşkanlığı krizinden geçerek, AK Parti’yi ellerinden geldiğince köşeye sıkıştırıp, liderlerini (Erdoğan’ı, Gül’ü, başkalarını) kamusal alanda defalarca aşağılamak suretiyle, bir toplum olarak birlikte yaşamak duygusu ve arzusundan, böyle bir duygusal zekâdan olanca yoksunlukları içinde, âdetâ bütün bir tabanı çileden çıkarmak istercesine neler yapmış, neleri alkışlamış, nelere destek vermiş olduklarını. “Nitelikli çoğunluk” oyunları. “Bakalım Çankaya’ya ulaşabilir mi” tehditleri (Erdoğan Teziç). Eşlerinin askerî törenlere katılamaması, resepsiyonlara alınmaması. GATA’ya ancak arka kapıdan girebilmeler. Limitte, 15 Temmuz darbe girişimine açık-örtük destekler, yenilgisine açık-örtük hayıflanmalar. — Yani unutuldu mu şimdi bütün bu rezillikler? “Entellektüel suç”muş. Sevsinler. Aynada kendilerine baksalar iyi olacak.

Biraz yatışınca, nereden kaynaklanıyor diye düşünmeye başladım, bu terbiyesiz, ısırıcı tacizcilik. Sırf zaman ve mekânla sınırlı bir tahlil hatâsı mı? Dolayısıyla buna karşı oturup 2010 yılının siyasî durumunu yeniden irdelemek; referandumun koşullarını, çerçevesini, içeriğini bir kere daha ve uzun uzadıya anlatıp aklıselime çağırmak mı lâzım? Çare olabilir, dertlerine deva olabilir mi?

Hiç sanmıyorum, çünkü sorun çok daha derinlerde. Çünkü aslında patolojik bir durumla yüzyüzeyiz. Yanlış tahlille ilgisi yok, yanlış kimlikle ilgisi çok. İpini koparan, çatacak yer arayan, solcu kahramanlık taslamak isteyen, marjinalleşmenin, tarihin dışına düşmüşlüğün kompleksi içindeki herkes, nedenini kendisinin de bilemediği içsel öfkelerini “Yetmez Ama Evet”ten çıkarmaya kalkıyor. Solun kırk yılda bir doğru yaptığı bir şeyin üzerinde tepinip keskin devrimcilik gösterilerinde bulunuyor.

Bunun uzun ve derin kökleri mevcut. Günümüzün bu iyiden iyiye küçülmüş, cemaatçi, mahfilci solculuğu, her ne kadar daha soylu ve trajik bir geçmişten çok uzak düşmüşse de, son tahlilde şüphesiz bir Marksist sosyalizm kalıntısı. Devrimin, devrimciliğin, devrimci modernizmin Marksist teorizasyonudur ki, tek bir Marksist veya Leninist klasik okumamış bile olsalar, kulaktan dolma, ikinci-üçüncü-dördüncü elden “bilgi”lerle, daha doğrusu rivayetlerle de olsa, radikalizmlerini beslemeye devam ediyor.

Ve işte o Marksizm ve/ya Marksizan radikalizm arkaplanında, sektarizm de var, snobizm de var, tek yol devrimcilik de var, kahrolsunculuk da var, istemezükçülük de var, üsttencilik de var maalesef. Başlıca iki biçimi veya mecrası var bu sektarizmin: (1) Entellektüel sektarizm; (2) politik sektarizm. Mirası, bugüne hasta ruhlar biçiminde uzanıyor. Marazî bir şımarıklık, kof bir kibir biçiminde uzanıyor

——————–

(*) Brumaire Sisler Ayı anlamına gelir. 1792-1794 arasındaki Jakoben döneminde ve Robespierre’in liderliğinde kısa süreli bir kültür devrimi denemesi yaşanmış; bu çerçevede bir de Fransız Devrim Takvimi kabul edilmişti. Birinci Cumhuriyetin ilânını (1792) sıfır kabul ediyor; ayların tâ İlkçağdan gelen adlarının yerine Germinal (Tohumlanma Ayı), Thermidor (Sıcaklar Ayı), Brumaire (Sisler Ayı) gibi isimleri geçiriyordu. Bu çerçevede, Napolyon Bonaparte’ın bir hükümet darbesiyle iktidarı ele geçirip fiilen (Birinci Konsül sıfatıyla) diktatör olduğu 9 Kasım 1799 günü, 18 Brumaire’e denk geliyordu. Napolyon daha sonra 1804’te kendini imparator ilân etti.

Yaklaşık elli yıl sonra, büyük Napolyon’un yeğeni Louis Bonaparte önce 1848’de sürpriz bir şekilde cumhurbaşkanı seçildi. Ardından 2 Aralık 1851’de taraftarlarının Yasama Meclisini basıp dağıtmasıyla (ömür boyu cumhurbaşkanı sıfatını alıp) kişisel diktatörlüğünü kurdu. Bir yıl sonra da kendini İmparator III. Napolyon ilân etti. Marx yeğenin amcasını taklit etmesini “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” başlığıyla hicvediyor.

(**) Hegel’in bunu nerede, hangi eserinde söylediği pek belli değil. Marx da eksiksiz bir referans veremiyor zaten. “Hegel’in bir yerlerde söylediği gibi” (eserin İngilizcesinde, Hegel remarks somewhere that…) deyip geçiyor. Ayrıca, kendi okumalarına değil, Engels’in 3 Aralık 1851 tarihli bir mektubuna dayandığı anlaşılıyor. Sözünü ettiğim ünlü ilk paragraf, Engels’in mektubundaki bir paragrafı hemen aynen tekrarlıyor.

- Advertisment -