Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYAE düşmanlığı (4) Marx’tan demokrasi ve reform dersleri (hem de 1848...

YAE düşmanlığı (4) Marx’tan demokrasi ve reform dersleri (hem de 1848 yılında)

1848’de monarşi ve aristokrasiyi devirmenin, 2000’li yılların başlarındaki karşılığı askerî-bürokratik vesayet rejiminden kurtulmaktı. Liberal burjuvaziyle koalisyon aramanın karşılığı, AK Parti’nin bütün demokratik adımlarını desteklemek. Almanya’nın Birliği tasavvuruna sırt çevirmemenin karşılığı da 2010’deki anayasa değişikliği önerilerini omuzlamak. O zaman, 19. yüzyıl ortalarının Weitling, Herwegh ve Gottschalk’larının zihniyetini, 2010’da ve bugün, hangi kafa temsil ediyor acaba?

[23-24 Ekim 2021] “Burjuva” demokrasisi yalan. “Burjuva” siyaseti bir aldatmaca. Hiç bulaşmayalım, hiç kirlenmeyelim, hep tertemiz kalalım. — İyi ama nasıl güçlenilecek, kitleselleşilecek, taraftar toplanacak? Böyle böyle, biraz zoraki, isteksizce adım atıyor Marksist sosyalistler, 19. yüzyılın ikinci yarısında siyaset alanına. Hep, Şeytanın iğvasına kapılmaktan korkarak. Zaten, Fransız Devriminin artçı şokları devam ediyor henüz her tarafta.

1830 devrimleri, 1848 devrimleri; bütün bir Devrim Çağı yaşanmakta. Liberaller bile nisbeten devrimci, 1848’e kadar. Genel atmosfer, 1815 Viyana Kongresi’nde dayatılan monarşik-aristokratik Restorasyona karşı, özlemle anılan büyük devrimin canlandırılması ve (bu sefer çok daha insafsızca) uzlaşmasız yaşanması, yaşatılmasından yana.

Yer yer istisnalar var gerçi. Örneğin Marx ve Engels hem 1848’de Komünist Manifesto’yu yazım yayınlıyor ve “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” cümlesiyle, teorize ettikleri yeni devrimi eli kulağında gibi görüyor, gösteriyorlar (oysa gerçeklikle pek ilgisi yok bunun; sosyalizm daha bir otuz yıl “düzen” [establishment] için hissedilir bir tehlike oluşturmayacak). Hem de aynı Marx, gene aynı 1848 yılında, taktik düzlemde çok daha basiretli davranıyor. Daha 1846’da, Wilhelm Weitling ile tartışmasında “burjuva toplumu aşamasının atlanamayacağı ve proletaryanın doğrudan komünizme sıçrayamayacağı” üzerinde ısrar etmiş (*). İki yıl sonra, Romantik şair Georg Herwegh’in “bir Alman lejyonu kurup Almanya’yı istilâ etme” maceracılığına karşı çıkmış, “Alman siyasal sürgünlerinin sempatisini kaybetmek pahasına.” Engels’le birlikte Neue Rheinische Zeitung’u çıkarmaya başlamışlar – ki kendisini Organ der Demokratie (Demokrasi Organı) diye tanımlıyor. Nitekim Marx burada (Andreas Gottschalk ve yandaşlarının görüşlerine karşı), işçilerin mutlaka genel demokrasi mücadelesine katılmasını savunan yazılar yazıyor. “Burjuva demokratik devrimine işçi sınıfının sahip çıkması gerektiğini ve oynayabileceği aktif, devrimi derinleştirici rolü ortaya koymaya” çalışıyor.

Dahası var. Marx “Almanya’nın birliği hedefine [bile] ilgisiz değil.” Bile diyorum, çünkü modern bir ulus-devletin üzerinde yükselebileceği birleşik bir toprak ve nüfus birimi arayışının, tamamen burjuvaziye özgü bir hedef ve program olduğunu sanmak çok kolay. Öyle ya; ne ilgisi olabilir proletarya devrimcilerinin, kapitalizmin iç pazarının genişliğiyle? Ne yani, daha çok işçiyi mi sömürebilmesini istiyoruz Alman burjuvazisinin? Daha küçük olsa da o kadar sömüremese, o kadar artı-değer sızdıramasa ve sermaye biriktiremese daha iyi değil mi? Burjuvazi daha zayıf kalırsa daha kolay devrilemez mi?

Fakat tuhaf şey; 1848’de ve sonrasında Marx da, Engels de zerrece ilgilenmeyecek, ilk anda kulağa hoş gelebilen bu ekonomik-indirgemeci argümanlarla. Tersine; “Marx bunu [Almanya’nın birliğini] Almanya’nın burjuva demokratik devrim gündeminin çok önemli bir öğesi sayıyor, ama birleşmenin demokratik yolunun, Prusya ya da Avusturya’nın baskısı altında ‘tepeden inme’ bir düzenlemeden değil, var olan küçük Alman prensliklerini dönüşüme uğratarak bütünleştirecek yoğun bir mücadeleden geçtiğine” inanıyor. Daha genel olarak Marx, “Almanya’nın ilerici gelişmesinin önündeki en büyün engel olarak da, eski toplumun en tutucu kesimlerinin kalesi olan Hohenzollern monarşisini ya da karşı-devrimci Prusya yönetimini” görüyor. “Bu tutuculuk kalelerine karşı geniş ittifakların gerekli” olduğunu benimsiyor (altını ben çizdim). Bunun için, Köln’de bulunduğu 1848-1849 döneminde, “işçi sınıfı ile liberal burjuvazi arasında bir koalisyon politikası” izliyor (altını ben çizdim). Bu çerçevede, “Frankfurt Meclisi için bağımsız işçi adayları gösterilmesine karşı” çıkıyor (altını gene ben çizdim) ve Gottschalk’ın liderliğini yaptığı İşçi Birliği’nin “doğrudan proleter devrimi” programını sürekli eleştiriyor. Limitte, “Komünist Manifesto’nun bir kenara konması ve [o tarihî metni kendilerinden sipariş etmiş olan] Komünistler Birliği’nin dağıtılması” görüşünde Engels’e hak veriyor.

Yani tam da 1848-49 yıllarının sarsıntıları içindedir ki Marx ve Engels, önce burjuvazi ve liberaller dahil bütün diğer demokratlarla birleşip monarşiyi ve aristokrasiyi devirmek (yani demokratik devrim yapmak), daha sonra bu zeminde sosyalist devrim mücadelesini başlatmak gibi bir strateji olabileceğini farkediyor, yani iki aşamalı devrim teorisinin ilk çekirdeğine ulaşıyor. Bu çerçevede, başka sınıflarla ve (kısmen onları temsil eden) başka ideoloji sahipleriyle ilişki de, bu yolla sağlanacak kısmî reformlar da koşer sayılıyor; haram değil helâl hale geliyor.

1848’de öncelikle monarşi ve aristokrasiyi devirmenin, 2000’li yılların başlarındaki karşılığı askerî-bürokratik vesayet rejiminden kurtulmaktı. Liberal burjuvaziyle koalisyon aramanın karşılığı, AK Parti’nin bütün demokratik adımlarını desteklemek. Almanya’nın birliği tasavvuruna sırt çevirmemenin karşılığı da 2010’deki anayasa değişikliği önerilerini omuzlamak.

Bir düşünelim. 1848’in üzerinden yirmi küsur yıl geçti ve Alman Birliği demokratik yoldan değil, Bismarck önderliğinde Prusya yolundan gerçekleşti. Kötü bitti diye, Marx ve Engels’in bir ulusun özlemine sahip çıkan ilkesel ve stratejik tavrı yanlış mı oluyor? Gene bir düşünelim. 2010’un da üzerinden beş altı yıl geçtiğinde, Gülen teşkilâtının devirmeciliği, özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonucu AKP iktidarı başka bir mecraya girdi. Kötü bitti diye, “Yetmez Ama Evet” yoluyla keza bir toplumun özlemine sahip çıkmak da mı yanlış sayılmalı?

19. yüzyıl ortalarının (en tepede, soldan sağa sıraladığım) Weitling, Herwegh ve Gottschalk’larının zihniyetini, 2010’da ve bugün, kimler temsil ediyor? Hangi kafa temsil ediyor acaba?

———————————

(*) Buradan itibaren, bu yazının devamındaki bütün alıntılar, AnaBritannica, cilt 15 (1993), 303-396’daki Marx, Karl (Heinrich) maddesinden alınmadır. Yani sırf bu kaynak 28 yıldır mevcuttur, okunabilir ve öğrenilebilir — tabii azıcık anlama çabası varsa.

- Advertisment -