Birkaç yazıdır bahsettiğim, Tuna Tüner’in, YouTube’daki “Yeni Yıl Özel Yayını” videosu üzerine konuşmaya devam edeceğimi söylemiştim –daha çok da o kaydın bende düşündürdükleri ve somut örnekler üzerine. Bu videoda geçen başlıklardan diğer ikisi de “kurban psikolojisi” ve “şikayet kültürü”ydü. “Çocukluk” ve “mağduriyet” üzerineydi –burada kastedilen, elbette “çocuksuluk” ve bunu biraz somutlaştırmak istiyorum.
Son dönemin bu bağlamda aklıma gelen en bariz örneği “Bimer’e ve Cimer’e şikayet” konusu. Üniversite gibi bir kurumda bile, belki en çok çözülmesi gereken meselelerde şikayetçi olmayıp ya da meseleleri bulunduğu yerde çözme yoluna gitmeyip, en tahmin edilmeyecek küçük konularda bile şikayet ederek, hem de devletin üst kurumlarına kadar bu “şikayet”i (!) taşıyarak, kavga eden çocuklar gibi sürekli ağlayan bir psikolojiye girmiş genç bir neslin arkadan geldiğini fark etmemiz gerekiyor. Bu mesele ile ilgili aklıma gelen anılarım var; biz çocukken, kardeşimle kavga ettiğimiz zaman, annem feryadı basar, babamsa “karışma karışma” deyip, bizi kardeşimle saç saça baş başa bırakır, hatta kenara geçmiş bir de gülerdi –ben o gülmelere sinir olurdum tabii, aslında içten içe haklı olanı savunmasını ya da bir şekilde tavır göstermesini mi beklerdim ki? Hâsılı kelam, şimdi anlıyorum ki, babamın yaptığı şey, sorunlarımızı kendi aramızda çözmemiz gerektiğini bilmesi ile ilgiliydi tam olarak, zaten bunu ifade de etmiştir o zamanlar yer yer. Dolayısıyla kurumlarda, örnek olarak üniversitelerde gözlemlediğim şey, bir öğrencinin bir sorun yaşıyorsa ya da yaşadığını hissediyorsa, onu öncelikle hocasıyla çözme yoluna gitmesi, o da olmazsa bölümle ve “bir yetişkin olarak” en fazla dekanlıkla çözmeye çalışması yerine, falanca yerlere “şikayet etmesi”nin yolunu açmak, toplumda ciddi bir şikayet kültürünü tahkim ediyor ve bu durum bireylerin, ergenlikten sonra bir an önce yetişkinlik bilincini geliştirmesinin önünde ciddi bir biçimde set çeken bir sistemi de beraberinde getiriyor. Burada verdiğim örnekte, çok basit ve gündelik sorunlardan bahsediyorum elbette, yerinde çözülebilecek şeylerden. Yoksa insanımız, tam da meselelerin üzerine gidilmesi gereken gerçek sorunlar üzerinde bırakın “şikayet etme”yi, susmayı tercih ediyor çoğu zaman –örneğin taciz konularında… Kaldı ki orada bile tek bir merciye “şikayet” etmek değil, meselenin hukuki yollarla ve kurumsal ehliyet ile çözümüne gidilmesi gerekir.
Oysa bizim aldığımız eğitimde, bırakınız hocasından şikayet edip devletlülere ağlamayı, evine bile mız mız çocuklar gibi gelmeye müsaade edilmezdi; bir sorun yaşıyorsak, kendi sorunlarımızı öncelikli olarak kendi yerinde bizim halletmemiz beklenirdi. Tabii bu konu, eğitimin geldiği yerle de alakalı ve başlı başına ele alınması gereken ciddi bir meseleyi teşkil ediyor. Belki ileride, “Google çağında hoca olmak” üzerine de konuşacağım, fakat toplumumuzda, içinden geçtiğimiz süreçte, sürekli tahkim edildiğini gördüğümüz bu çiğ ergenlikle ilgili kısaca bir başka şeye değinip konuyu toparlamak istiyorum, o da “arabesk kültürü” ile ilgili; bütün bu manzara, sonuç olarak iradesizlik ve yetişkin bilincinden uzaklaşmak, yetişkin olamamak üzerine toplumsal bir panorama veriyor ve iradesini yerinde kullanmaktan aciz ve “değersizleştirilmiş” “birey”ler (!), o değeri kendi içlerinde kazanmadıkları müddetçe, tam olarak ortaya çıkan şey, arabesk oluyor. Burada bir duygu durumu olarak arabeskten bahsediyorum elbette; kanımca arabesk, yetişkin olma bilincinin getirdiği kendisiyle barışmayı ve travmalarını halledememe durumundaki, dolayısıyla aslında “birey” olamayan kişilerin, iradesizliği ve yaşam karşısındaki “cesaretsizliği” ile ilgili bir sonuç. İnsan için aslında “anlık” bir duygu olan “çaresizlik” duygusunun, o öz değer eksikliği neticesinde nefsine yerleşmesi ile ilgili. O nedenle bu arabesk durum, toplumumuzda bu gidişle kendini iyiden iyiye sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor. Hatta bu şikayet kültürü yerleştiği müddetçe, korkarım durum arabeskin de ötesinde vahim sonuçlar doğuracak fakat umarım yanılırım. Dolayısıyla “bu sene yetişkin bilincine daha çok geçmek” gibi bir mesajı da olan bahsettiğim video kaydının, gündelik yaşamdaki örnekler üzerine bizi düşünmeye sevk etmesiyle aklıma gelen somut sorunlar üzerinde biraz durmak istedim.
Benim durduğum yerden, birçok başka özetle birlikte, hayatın şöyle bir özetini de yapmak mümkün: İnsan, kendisini neye değer görür ve neleri gerçekten hak ettiğini düşünürse ve onun gerekleri için ne şekilde doğru bir irade ortaya koyarsa, Stoacıların deyişi ile “dışsal iyiler”i de, ona göre yaşamında karşısına çıkacaktır, koşulları ne olursa olsun. Ve o da kendi iradesinin yönüne ve gücüne göre, bunları hayatına almak için mücadele etmenin değerine ve onuruna erişebilecektir. Aksi takdirde, bir insana, toplumca en yüksek payeler verilse bile, onun o değersizlik duygusu, bir şekilde aşağılık kompleksi olarak her zaman şahsiyetinden sızacak ve sırıtacaktır. Bu şahsiyetsizlik ve haysiyetsizlik de, maalesef böylelikle toplumu ifsad etmeye devam edecektir.
Sonuç olarak belirtmek istediğim öz şu: Ancak kendine değer veren “yetişkin” bir insan, kendi meselelerini kendi iradesiyle “yerinde” çözme yoluna gidebilir ve toplumda bunun için bir ortam ve gerekli koşulları yaratabilmek de, yetişkin mutlu bireylerin ortaya çıkması için büyük bir önem arz eder. Ve yine ancak kendine değer veren bir insan, mutlu olmayı da hak ettiğini düşünebilir; böylelikle yaşamın, kendisine mutlu olmak için sunmakta olduğu fırsatlarını da görebilir ve bunun gerekleri için cesaretle adım atar. Dolayısıyla mutluluk, üstelik böyle bir dünyada, “abur cubur” bir şey değildir. Bu, yaşamını inşa etmekle ilgili…