Ana SayfaYazarlarYasımızı birlikte tutacağız*

Yasımızı birlikte tutacağız*

 

‘Zoraki unutturma yirminci yüzyılın en habis özelliklerinden biriydi’ diye yazar Paul Connerton [1]. Yaralar kapanmadığında geçmiş bugünü işgal eder. Totaliter rejimler insanlara unutturarak baskı uyguladılar, belleği silerek kendi iktidarlarını pekiştirmek istediler. Bu dönemi yazan eserler aslında hem politik anlamda adaletsizliği kınayan birinci elden tanıklıklar, hem de tahripkar ve vahşi bir geçmişin elinde kurbanlığı anlamaya çalışan tedavi metinleri olarak okunabilir. Yirminci yüzyılın sonunda artık bir bellek ahlakına sahibizdir, bu durum önceki yüzyıllarda olmayan bir şeydi. Bu iklimde hatırlamanın hem bireysel hem de kamusal yararına inanılır ve travmatik yaşantı kurbanlarının, o dehşet verici geçmişleri hakkında konuşmaları istenir. Konuşulamayacak olanı konuşmak’la kişinin hem kişisel anlamda şifa bulacağına hem de eşsiz önemde kamusal değer taşıyan bir iş yaptığına inanılır. Geçmişle ilgili tanıklığın kaçınılmaz bir biçimde politik olduğu ve hatırlanan travmanın dile dökülmesi gerektiği düşünülür. Yaşanan kötü olayların anlatılabilmesi sosyal düzenin temini ve bireysel kurbanların iyileşmesi için vazgeçilmez önemdedir. Toplumsal ahlak belleğin üzerine bina edilir. ‘Ahlakı hafızaya bir iğne oyası gibi işleyen acılardır’ der Wolfgang Sofsky [2], ‘İnsan türünün özünü düzeltmeyi amaçlayan tüm projeler, ahlaki bellek kaybına karşı, benliğin keyfi dönüşümlerine ve şimdiki zamanın baştan çıkarıcı cazibesine karşı enerjik bir savaşı şart koşarlar’.

 

Türkiye toplumunun acılara bakma ve onları kendi içinde hazmetme, oradan geleceğe dönük yeni anlamlar çıkarma  konusunda bir tür acemiliği var. Bunda acıyı kanıksamamızın, günlük hayatımızın bir parçası haline getirmiş olmamızın da bir payı var kuşkusuz. Ardında geçmiş on yıllarda binlerce memleket evladını bırakan bir savaştan sonra, bu toplumsal yası aceleyle geçiştirmek yerine, bunun üzerine kurulu anlatılar, hikayeler, filmler yapabilse ve kendi acımıza kendimizi de toptan dönüştürecek şekilde bakabilseydik  bu acılı deneyimden daha da güçlenmiş olarak çıkabilecektik. Oysa bugün vatan çocukları pusularda katledilirken, geçmişin travmatik anılarını olabilecek en korkunç biçimde geri çağıran teröre karşı  ağız birliği bile edemiyoruz. Bu terörün millet olarak varlığımıza yönelen büyük bir tehdit olduğunu fark ediyor ancak safları sıklaştırmak ve yekvücut terör ve kötülüğü lanetlemek yerine, içimizden birilerini suçlu ilan ederek şeytan taşlamanın derdine düşüyoruz.

 

Bu durum benim savıma göre bir bellek ahlakına tam olarak sahip çıkamamamızdan kaynaklanıyor. Acı içimizde işlenmeksizin daha anlamlı bir şeye dönüşmez. Neyin neden olduğuyla ilgili bir açıklama modeli geliştiremezsek tepkilerimizi daha çok öfke patlamaları ve infiallerle dışarı vururuz. Acıyı içimizde işleyecek bir olgunluğa da ancak hatırlama adaleti ile ulaşabiliriz. Sadece beni ve topluluğumu kayıran, bana sadece kendi tarihimi ve acımı sevimli gösteren bir bakış yerine ‘benim de bir parçası olduğum duyarsızlık, ötekinde ne tür acılara yol açmış olabilir?’ sorusunu sorarak. Türkiye'nin temel problemlerinden birinin de yas tutamamak olduğunu düşünüyorum. Laf kalabalığı ile matem zamanlarını geçiştiriyoruz. Çünkü matem de bir olgunluk gerektiriyor. İçimize aldığımız bir şeyi orada tutabilmeyi, dilimizi tutabilmeyi, bu niye oldu, yeniden olmaması için ne yapabiliriz diye düşünmeyi gerektiriyor. Berlin'deki Soykırım Müzesi'nde Primo Levi'nin biz sözü var: "Oldu, bu şu demektir; yeniden olabilir". Bizler, olan ve bize acı veren şeyi çok iyi düşünebilmeli, onun nedenlerini ve yol açtığı sonuçları çok iyi analiz etmeliyiz ki tuttuğumuz matem de bir işe yarasın. Matemi laf kalabalığı ile geçirdiğimiz zaman, kendi acımıza bakmaktan korktuğumuz zaman çoğu kez ideolojik tarafgirliklere savruluyor ve birbirimizin canını yakarak rahatlayacağımızı düşünüyoruz. İnsan başkalarının yaralarına işaret etmekle kendi yaralarının sızısından kurtulmaz. Dolayısıyla bir itiş kakış halini alan bu kabile savaşını böyle zamanlarda bitirmek ve ağlayarak, üzülerek, birbirimizin omzuna yaslanarak yaşamak mecburiyetindeyiz. 
 

Türkiye, bugün çokça dile getirildiği gibi, PKK terörünün en vahşi yöntemleriyle tanışıyor. Terör bizim ortak rüyalarımızı, ortak dualarımızı ve geleceğe baktığımızda kurduğumuz ortak hayalleri elimizden alarak bir düşmanlıklar toplumu yaratmak istiyor. Dünya, Bosna ve Ruanda savaşlarıyla dünün sakin komşularının nasıl yarın  acımasız katillere dönüşebildiğini gösterdi. Bugün karşımıza çıkan terörün de toplumda büyük bir buhran yaratma amacına matuf olduğu açıktır. Terör bölge insanını sindirerek kendi yanında saf tutmaya icbar ederken Türkiye’nin Batısında ve İç Anadolu’da ‘kötü çocuk Kürt’ algısını pekiştiriyor. Böylece terör sempatizanı olmayan  Kürt vatandaşın da zoraki kendi saflarına itilmesini sağlamak istiyor. İki yıllık bir çatışmasızlık döneminin ardından gelen bu terör, aslında Türkiye’nin geleceğini ve insanların umudunu  gasp etmek istiyor. İnsanlarda yaygın bir çaresizlik duygusu üreterek gelecek irademizi felç etmeye niyetleniyor. Kendi üstünlüğünü, mağlup edilemezliğini tescil etmek ve kendi şartlarını da bu psikolojik üstünlük hali içinde dayatmak istiyor. Geçtiğimiz on yıllarda terör eylemleri, daha çok, üç-beş insanın öldürülüp daha fazla insanın seyretmesini amaçlıyordu. Ama bütün dünyada süregiden terör olaylarına baktığımız zaman artık bir mega terörle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Artık terör eylemleriyle, daha çok insan öldürülüp daha çok insanın psikolojik olarak hasarlı bırakılması amaçlanıyor. İnsanlar bir korku psikolojisi içerisine hapsedilerek, onların gelecekle ilgili ümitleri elinden alınmak isteniyor. Dolayısıyla terörün günümüzdeki hedefi mümkün olduğunca çok insanda psikolojik hasar bırakmak. İnsanları kendi gölgesinden, farklı partiye oy veren komşusundan, köşedeki Kürt manavdan korku duymaya yönelten bir terör amacına ulaşmış olur.

Terörün insanlara yılgınlık yaymak istediği bu gibi  zamanlarda birbirimizle dayanışma içerisinde olmayı, terörü kınamayı, mağdurla aynı omuz hizasında duran bir ahlakı öncelemek zorundayız. Bilinen failin dışında hoşlanmadığımız politik figürlere, düşüncelere, içimizdeki öfkeyi yansıtan basitleştirmelerden uzak durmalıyız. Sosyal medyada örneğine sıkça rastladığımız yalan ve manipülasyonlara karşı uyanık olmak, dikkatli davranmak ve sözümüzü sakınarak söylemek yapabileceğimiz bir şey. Bizi millet yapan, ortak acılar ve türküler etrafında buluşabilmektir. Bir Yemen türküsünün hepimiz tarafından biliniyor ve söyleniyor olması bizi bir millet yapar. Bunun örneğini yaşadığımız büyük depremlerde verdik. O dönemde ülkenin Doğu ve Batısı kenetlenebildik.

 

Şiddetin ilacı her zaman merhamettir, ötekine gitmek ve onunla konuşmaktır. Irkçı şiddet kendinden ayrı saydığını insanlıktan çıkararak onu linç etmeyi, ona kurşun yağdırmayı veya onu aşağılamayı seçiyor. Biz sakin durarak, itidal çağrıları yaparak, terör ve şiddetin tedhiş eylemini tamamlamasına izin vermeyeceğiz. Geçtiğimiz günlerde bir sosyal paylaşım ağında, 1980 öncesinde sokak eylemlerinde bulunmuş bir kişi, ‘Sokakta seni kimin maşa olarak kullandığını anlayıncaya kadar saçların beyazlar’ diyordu. Terörün yaktığı yangını, körüklediği misilleme ve linç öfkesini ancak sükunetimiz ve dayanışmamız söndürebilir.

 

Hepimiz hikayelerimizi anlatmak için bir süreklilik hissine sahip olmak istiyoruz. Gelecekte de benliğimizin devam edeceğini görebilmek, kendi geçmiş ve geleceğimize bakabilmeyi arzuluyoruz. Terör geçmişi karanlıklaştırdığı gibi geleceği belirsizleştirmek istiyor. Yaşadığımız hayata tanıklık etmeye devam etmeliyiz, yasımızı sadece kaybettiklerimizi tekrarlamakla değil, neyi elimizde tuttuğumuzu birbirimize hatırlatmakla da yaşayacağız. Hüznün yanında umut da var olmalı. Yürekleri acıya boğan şehit haberlerinin arasında bu ülkeye ve onun insanına umudumuzu tazeleyecek haberlere de ihtiyacımız var. Çözüm sürecinin büsbütün berhava olduğunu düşünmüyorum, bu süreç bize barış içinde bir ülkede yaşamamızın mümkün olduğunu fısıldadı. ‘Başka bir Türkiye’ mümkün dedi bize ve işte bu fısıltıdır ki bugün terörü kitlesel destekten mahrum bırakıyor.

 

Kendi içimizde hain aramaktan vazgeçelim artık. Acılı ailelerin, şehit yakınlarının sitemlerini, feveranlarını bütünlüğümüze yönelik bir tehdit olarak algılamaktan vazgeçelim. Ateş düştüğü yeri yakar. Vatanı için evladını toprağa veren bir annenin, bir ağabeyin feryadını kendi sinesine basamayacak bir devlet müşfik bir devlet olamaz. Devlet o feryatları da içine alarak büyür. Toplumsal bir yas dönemindeyiz ama yastan iyileşmenin en önemli yolu hayata tutunmaktır. Artık kimse bize unutturamayacak. Terörün geçmişte ve bugün ne yaptığını, hangi cürümleri işlediğini çok iyi biliyoruz. Cinayeti gördük. Üzerimizde oynanmak istenen oyunun pek ala farkındayız. Hayatı her zamankinden daha aziz, kardeşlerimizi her zamankinden daha çok yar bileceğiz. Türkiye, aziz vatan, Türk’ün ve Kürt’ün ortak rüyası, ortak duasıdır. Yasımızı birlikte tutacak ve birbirimizin omzunda ağlayacağız.

 

* Bu yazı Al Jazeera Türk'te yayınlanmıştır.

_______________

[1] P. Connerton, TheSpirit of Mourning. History, Memory andthe Body. Cambridge, 2011.

[2] W. Sofsky, Dehşetli zamanlar. Amok, Terör, Savaş. İletişim, 2009.

 

- Advertisment -