Almanya 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanıyan tasarıyı dün ezici çoğunlukla onayladı. Keşke bu tasarı mülteci kriziyle birlikte Türkiye karşısındaki güç asimetrisini daha da kaybeden Almanya’nın tribünlere oynamak amacıyla değil de; gerçekten de ataları 1915’te olağanüstü acılar yaşamış olan herkesin gönlünü ferahlatmak amacıyla kabul edilmiş olsaydı. Fakat öyle olmadı. Belki de Türkiye’nin etkin, sınırları belli bir diaspora politikası olabilseydi, Almanya ile Türkiye arasında son aylarda gerginleşen ikili ilişkilerin giderek daha da onarılamaz yaralar alması önlenmiş olabilirdi.
İtici bulunan bir tabir: “Türkiye Diasporası”
“Türkiye diasporası” siyasi arenada yeni yeni duyulan bir kavram öbeği. “Diaspora” kavramının genellikle Ermeni ya da Yahudi diasporasına atıfla olumsuz bir bağlama sahip olması bu kavramın Türkiye’nin yurt dışında yaşayan 6 milyon vatandaşı için kullanılmasını büyük ölçüde zorlaştırsa da Türkiye’nin bir diasporası var; fakat bu diasporaya yönelik bütüncül bir politikası yok. Bu, Türkiye devletinin yurt dışındaki milyonlarca vatandaşına yaklaşımının temelsiz ve rastlantılara açık olması anlamına geliyor.
65. Hükûmet Programı’nda yurt dışı vatandaşlara yönelik vaatler, 144 sayfalık programın en sonunda sadece 4 sayfada toparlanmış. Bu 4 sayfadan bir “Türk diaspora politikası” çıkartabilmek mümkün değil. Türkiye diasporasıyla sahada en çok ilgilenen devlet kuruluşu olan Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının yeni hükûmetle birlikte Yıldırım Tuğrul Türkeş’in sorumluluğuna verilmesi, Türkeş’in daha önce Avrupa’daki Türkiye kökenlilere yönelik uzmanlığının bulunmadığı göz önüne alındığında aslında diasporanın hâlâ pek de önemsenmediğini ortaya koyuyor. Bütün bunlara rağmen diasporadan beklentiler büyük: Diasporanın Türkiye’de seçimler olduğunda yurt dışında kurulan sandıklara koşması, ha bir de Almanya’nın dünkü kararı gibi kriz zamanlarında cephede cansiperane bir şekilde Türkiye’nin menfaatlerini savunması bekleniyor.
“Erdoğan’ın İlerleyişi: Boğaz’ın patronunu kim durduracak?”
Almanya’da Anne Will isimli televizyoncu 29 Mayıs’ta Das Erste kanalında yayımlanan tartışma programında bu soruyu ele aldı. Programın konukları arasında Alman Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Norbert Röttgen, Sol Parti Milletvekili Sevim Dağdelen, Spiegel gazetecisi Christiane Hoffmann, siyaset bilimci Burak Çopur ve AK Parti Milletvekili Mustafa Yeneroğlu vardı.
Almanya’da Böhmermann’ın Erdoğan’a hiciv/hakaret kriziyle doruk noktasına ulaşan ve kökleri –ne yazık ki- oldukça sağlam olan olumsuz Türkiye diskurunu 1 saatlik bir talkshow’la değiştirmek elbette mümkün değil. Fakat Anne Will’e ikinci kez konuk olan Mustafa Yeneroğlu’nun bu değişimi tetiklediği açık. Programın ardından Alman basınında Yeneroğlu’ndan (“Erdoğan’ın Almanya’daki kolu” olduğu eleştirilerinin yanında) “nesnel”, “tutarlı” ve “zeki” olarak bahsedilmesi bunun göstergelerinden. Demek ki diasporanın başarılı fertleri, Almanya’nın çoğu zaman kendi iç politikasını regüle etmeye yarayan Türkiye politikasını sorgulamak ve çoğunluk toplumunun zihninde “acaba” oluşturmak konusunda kilit rol oynayabiliyorlar. Bunun tam tersini Cem Özdemir ve Sevim Dağdelen gibi Türkiye kökenli politikacıların Türkiye’deki siyasi iradeye karşı seneler boyu sürdürdükleri obsesif söylemde gördük. Bugün Alman kamuoyunda siyasi iktidarı aşarak bir bütün olarak Türkiye’ye yöneltilen olumsuz algılarda, Türkiye’deki muhafazakâr-dindar çevreye neredeyse düşmanca duygular besleyen Türkiye kökenli siyasetçilerin payı çok büyük. Elbette Alman Parlamentosundan dün çıkan kararda da aynı pay söz konusu.
Çifte ahlakın sorgulanması
Türkiye yurt dışındaki vatandaşlarına onları araçsallaştırmayıp bilakis güçlendiren, sınırları belli ve şeffaf bir politika çerçevesinde yaklaşabilseydi, bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde Türkiye’ye kültüralist gözlüklerden bakan Türkiye kökenli politikacıların sayısı bu kadar fazla olmayabilirdi. Ya da bu olumsuz söylemi dengeleyen karşı söylemler daha da çoğalabilirdi.
Mustafa Yeneroğlu’nun Alman kamuoyundaki tartışmalara Türkiye’deki iktidar partisinin bir vekili olarak Almanca katılması/katılabilmesi Almanya’da Türkiye’ye yönelik hâkim algıyı ters yüz etmeye yetmese de bu yönde büyük bir adım. Yeneroğlu bu tartışmaya, Almanya’da büyümüş, Alman kamuoyunun hassasiyetlerini bilen, buranın tartışma kültürüne vâkıf bir siyasetçi olarak katıldığında Cem Özdemir gibi kişilerde yansıma bulan “Türkiye aleyhtarı Türk siyasetçi” prototipini ve bazı çifte standartları sorguluyor. Örneğin ülkenin en çok izlenen tartışma programlarından birinde, PKK’yı terör örgütü olarak görmeyen Sol Parti Milletvekili Sevim Dağdelen’in hemen yanında, PKK’nın Almanya’da sadece kâğıt üzerinde yasaklı olduğunu, örgütün Almanya’yı finansman ve silahlanma merkezi olarak kullandığını ve Almanya’da kamu yararına çalışan bir örgütmüş gibi görüldüğünü söyleyebiliyor. Yine örneğin Panama, Paraguay ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi “olağanüstü demokratik(!) ülkelerin” hiçbir AB kriterini yerine getirmeden nasıl vize serbestisine sahip olduklarını sorabiliyor. Yine Alman Parlamentosu’nun Almanların Güneybatı Afrika’daki Herero soykırımını henüz tanımazken Ermeni meselesine olan ilgisini sorgulayabiliyor. Yine 70’li yıllarda Alman devletinin ülkedeki terör olayları sebebiyle 34 kişinin ölmesi neticesinde neredeyse cinnet geçirerek olağanüstü hâl ilan etmesinin unutularak bugün Türkiye’nin terörle mücadelesinin diskredite edildiğine dikkat çekebiliyor.
Alman kamuoyunda Türkiye’ye yönelik çifte standartların nesnel ve vicdanlı bir şekilde sorgulanışı oldukça yeni. İlginç olan Alman kamuoyunun bu yeni sese kulaklarını tıkamıyor olması. Zira Yeneroğlu son aylarda birçok radyo programına ve haber bültenlerine Türkiye’nin pozisyonunu izah etmesi için davet ediliyor, Alman basını şaşılacak bir şekilde bu yeni sesi anlamaya çalışıyor. Özetle, muhatabına kulaklarını tamamen tıkamamış olan Alman kamuoyu üç-beş sinirli Türk’ün ellerinde bayraklarla meydanlara çıkmasına değil; ikna edilmeye, diyaloğa, izaha ihtiyaç duyuyor.
Türkiye eğer “diaspora”yı sadece Ermenilerle ilişkilendirmeyip, yurt dışındaki vatandaşlarına yönelik köklü ve şeffaf bir diaspora politikası hayata geçirebilmiş olsaydı, bu politikayla yurt dışında kendi elitlerini yetiştirebilmiş olsaydı; belki de Alman televizyonlarında sadece Sevim Dağdelen ve Cem Özdemir gibi Türkiye siyasetine ideolojik gözlüklerle bakıp Alman kamuoyunun Türkiye’ye kültüralist yaklaşımını kışkırtan değil, Mustafa Yeneroğlu gibi bir paradigma değişikliği talep eden daha vicdanlı sesler duyabilirdik. Diasporaya hiç değilse sağlayabileceği bu “fayda” üzerinden değer biçilseydi, bugün Almanya’da Ermeni meselesine dair sonuçsuz mitingler yerine Yeneroğlu’nun yaptığı gibi kamuoyunu ikna edebilen vicdanlı argümanları daha fazla duyuyor olacaktık.
Türkiye’deki siyasiler kritik zamanların ardından Türkiye diasporasına, “Bir dahaki krizde görüşmek üzere!” dediği müddetçe ilk alternatifin yinelenip duracağı açık.