Devlet, Çözüm Süreci çöktükten sonra başlayan çatışmalı ortama hazırlıksız giriş yaptı. Çünkü kısa, orta ve uzun vâdeleri kapsayan; sosyal, siyasal, ekonomik, psikolojik, askerî yönleri düşünen bir master plan hazırlığı yoktu.
Diğer taraftan devlet, daha spesifik olarak da ordu, FETÖ’nün elindeydi. FETÖ, sorunları çözen değil sorunların altında ezilen bir devlet ve ordu konsepti yaratarak devletin işlevsizleşmesini amaçlamıştı.
Çatışmalar başladı. Sahada devletin mücadele ruhu vardı; ancak o ruhu aydınlatacak bir strateji yoktu. “Su akar yatağını bulur” misali bir süreç gelişecekti.
Hiç mi düşünce yoktu? Vardı. O düşünceyi (açık kaynaklara yansıyan verilere bakılırsa) PKK ve Öcalan’la temas kuran devlet birimleri ve kadroları seslendiriyordu. Ama mahcuptular.
Bu kadrolar kısık sesle de olsa şu tezi dillendiriyorlardı: “Kandil’de oluşan, amaçlara ancak askeri mücadele yöntemi kullanılarak ulaşılabileceği düşüncesi, bir daha canlanmasına imkân vermeyecek şekilde hezimete uğratılmadıkça, uzlaşma ve barış hayaldir.”
Bu kadrolar ayrıca, örgütü hayal noktasından yeniden buluşma noktasına getirecek bir “gerçeklerle yüzleştirme” stratejisi uygulanmasını; masayı deviren KCK ile artık siyasî değil askerî bir müzakere yürütülmesini istiyordu. Amaç Kandil’i çözüm ve uzlaşmaya ikna etmekti.
Yeni kadrolar, yeni tez
Ancak her geçen gün şiddet debisi artan çatışmalar, güvenlik koridorlarında örgüt ile müzakere yürüten kadrolara kulak verecek kişilerin sayısını azalttı. Güvenlik koridorlarında artık “PKK’nin burnu sürtülerek barışa ikna edilmesi” değil, daha çok “ara, bul, yok et” anlayışının somutlandığı Rusya’nın Çeçen askerî stratejisi ya da örgütün ana karargâhını yok etmeyi amaçlayan Sri Lanka modeli seslendiriliyordu.
Başarısız 15 Temmuz askerî darbesinde güvenlik bürokrasisinin yerle yeksan olması, “dişe diş, kana kan mücadele” anlayışını savunan bu kadrolara aradıkları fırsatı verdi. Tasfiye edilen FETÖ’cü güvenlik eliti yerine, ağırlıklı olarak Ülkücü, belirli oranda da Ulusalcı zihniyet taşıyan kadrolar geldi.
Yeni güvenlik eliti, çok geçmeden alternatif bir tez yarattı. Bu tez tasfiye konseptiydi. KCK-HDP diye bir bütün olarak kavramlaştırılan organizmayı toptan çökertme harekâtıydı. Tez çok kısa bir süre sonra güvenlik bürokrasisi içinde egemen tez haline geldi, hararetli taraftar buldu. Bunda, devletin umduğu PKK ile bulduğu PKK’nin birbirinden farklı çıkması da etkili oldu.
Taktik içinde taktik
Devlet, çatışmaların başlamasından sonra askerî alanda daha “dişli” bir rakip bekliyordu. Alan düşüren, alan tutan, özellikle Botan-Zagros-Behdinan hattında hareketli savaş taktiği güden, örgüt diliyle ifade edersek Amed, Dersim, Bingöl, Mardin gibi eyaletlerde yaygın gerilla yöntemleri deneyen, sınır hattında araziye dayalı taktik savaş sayesinde kırmızı alanlar geliştiren bir örgüt beklentisi vardı. Bu örgüte karşı verilecek askerî mücadelenin daha yorucu olacağı düşünülüyordu. Ancak sahada daha farklı bir gerçeklikle karşılaşıldı.
Devlet, 1990’lı yıllarda girebilmek için akla karayı seçtiği Cudi’ye, gene 90’lı yıllardaki direnişle karşılaşmasına rağmen daha hızlı girebildi. Botan-Zagros-Behdinan’da, özellikle de Avaşin’de örgütün uygulayacağı hareketli savaş taktiğini bu kez devletin kendisi uyguladı. Yani örgütün hareket ve düşünce mantığını bu kez bir karşı-strateji olarak örgütün karşısına çıkardı. “İç eyaletlerde” ise savaş, olağan hayatın akışını engelleyecek bir yoğunluğa hiçbir zaman ulaşamadı. Tüm bu gelişmeler devlette “askerî alanda sonuç alabiliriz” duygu ve düşüncesi oluşturdu.
Şimdi ne olacak?
Şimdi ne olacak? Bence yanıtını en çok merak etmemiz gereken soru bu. Yeni güvenlik eliti, kendi içinde organic bir ilişkiler ağı geliştirir, bu ağı daha organize yardımlaşma ve dayanışma kültürüne dönüştürür, medya network’unu eline geçirmeye ve yönlendirmeye başlarsa ne olacak?
Bundan hangi sonuçlar çıkar?
Yaşadıklarımız, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ve JİTEM’in kurucusu Cem Ersever’in tasfiye edilerek yeni güvenlik elitinin oluşturulduğu 1993 yılına mı benzeyecek?
Yoksa yaşadıklarımız Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından hep başarılarla yâd edilen; alan düşüren, alan hakimiyeti kuran, PKK’yi yeni bir askeri taktik ve strateji ile çok büyük oranda gerileten bir güvenlik elitinin yaratıldığı 1994 yılıyla mı büyük paralellikler taşıyacak?
Veya…
Biz her değişim ve dönüşümü zırh giyip her yerde ejderhalar arayan bir ruhla gerçekleştirdik. Ergenekon dâvâları, bu arayışın en trajik deneyimiydi. O deneyimde yarattığımız aktörlerden daha sonra korkar hale gelmiştik. Yine öyle mi olacak?