Türkiye’nin son altı yılına ilişkin anlam şemaları oluşturabilmemiz, bazı kırılma noktalarına dair bir uzlaşmaya varmamızdan geçiyor. Birinci kritik nokta, “Türkiye’nin demokratikleşmesinin neden sekteye uğradığı” hususudur. Burada sadece ve sadece FETÖ ile dış güçlere öncelik verip iç dinamikleri görmemek hatâ olur. Bence bu konuda iktidarın da büyük hatâları söz konusu.
İktidar, Cemaate aşırı imkân sunulmasının ve Cemaatin devlette kadrolaşmasının günün birinde soruna dönüşeceğini öngörebilmeliydi. Maalesef ülkeyi yöneten kurmay heyet, bu sorgulamayı yapacak bir öngörü geliştiremedi. Veya bu öngörüyü geliştirecek güçlü bir danışmanlık hizmeti alamadı. Bugün dönüp geçmişe baktığımızda, ülkeyi yöneten aklın Türkiye’nin dönüştürülmesinde hem kullandığı araçlar, hem hayata geçirdiği yol haritası itibarıyla çok ciddi bir yoğunlaşma içine girmediği, hazırlık yapmadığı, çoklu düşünce geliştirerek sürece yaklaşmadığı anlaşılıyor. Bu da askeri vesayetle hesaplaşmada yol gösteririci yön levhalarının olmamasına, sürecin öznesinin de iktidar değil Cemaat olmasına yol açtı. Zaten Erdoğan’ın Cemaat hakkında yaptığı değerlendirmeler, Erdoğan nezdinde de durumun böyle okunduğunu gösteriyor.
İkinci kritik nokta, Türkiye’nin yaşadığı son altı yılı nasıl kavramsallaştıracağımıza ilişkindir. Özellikle 15 Temmuz sonrası yaşadığımız süreç bir devrim mi, yoksa karşı-devrim midir? Veya Halil Berktay’ın ifadesiyle devrim değil ama karşı-devrimi püskürtme hali midir? Öyle ki, arkasından gelen ihtilâl hukuku mudur? Ben yaşadığımız sürecin, ABD hegemonyasındaki sisteme bağlanmaya itiraz eden Türkiye’nin içerden ele geçirilmesi, yeniden hegemonik sistemin jandarması yapılması süreci olduğuna inanıyorum. Ama bu sonucu Amerika’ya biz sunduk. Bugün Amerika’nın Türkiye’yi yanlış okumasının faturasını hem Amerika hem Türkiye ödüyor.
Paradoksal destek
Kuşkusuz her etki bir tepki ve sonuç doğurur. Nitekim son altı yılda yaşananlar da bir sonuç oluşturdu. Oluşan sonuçlardan kastım, iktidarın kendisine karşı geliştirilen girişimlere karşı takındığı tutum ve aldığı önlemlerdir. Bu karşı-tutumların değerlendirilmesi konusunda da belirli uzlaşmalara varmamız lâzım. Bu uzlaşma, ders çıkarmamız ve anormal günlerden normal günlere ulaşmamız bakımından hayati önemdedir.
Burada yapacağımız sorgulamada önem arz eden husus şu: iktidar kendisine karşı girişilen girişimlere karşı önlemler alırken işi abarttı mı? Daha farklı davranabilir miydi?
İktidar 15 Temmuz darbesinden sonra daha farklı davranamazdı. Ülke İslâmcılar, laikler ve Kürtler şeklinde üç kampa ayrılmışken; devlet tarumar olmuş, istikrarı sağlayacak sütunlar yıkılmışken; devlet aygıtı içinde henüz daha deşifre olmamış, tasfiye edilenlerden daha fazla kripto unsurlar varken ve bu unsurlar pusuda beklerken; buna bir de uluslararası kuşatma eklenmişken… Türkiye’nin 15 Temmuz’u daha fazla demokratikleşerek karşılaması gülünç olurdu. Karşılasaydı çözülür giderdi.
O yüzden ülkenin süratle bir ara koridora alınması, normalleşmek için bir istisna hali yaratılması zorunluydu. Bu yapıldı da. Ama ara koridora ilişkin Halil Berktay’ın yaptığı sorgulamayı önemli buluyorum. Halil Berktay hem dış kuşatmanın, hem FETÖ tehlikesinin, hem de darbenin hakkını veriyor. Bu konularda ayrı düşmüyoruz. 15 Temmuz sonrasını devrim sonrası durum olarak tanımlıyor. Tamamen katılıyorum. Bu sonuca da bir devrimle değil karşı-devrimi püskürtme yoluyla ulaşıldığını söylüyor. Burada da hemfikiriz. İktidarın karşı-devrimi püskürtme haline giderken geniş bir çizgiyi değil fazla dar bir çizgiyi esas aldığını söylüyor. Bu konuda Berktay’a hem katılıyorum, hem katılmıyorum. Bunun nasıl mümkün olabildiğini açıklamaya çalışayım.
Çözülerek oluşan devlet aklı
Hukuk ile siyaset arasındaki sınırın budandığı tesbiti doğru bir tesbit. Ancak bunun ne kadarının siyasi iradenin isteği ve arzusuyla olduğunu, ne kadarının oluşan yeni halin kendi içi dinamiklerinin tetiklediği bir durum olduğunu bilmiyoruz.
Ama şunu biliyoruz: Bu sonuç daha çok AK Parti içindeki gerilimin bir sonucu olarak oluştu.
Karşı-devrimi karşılama halinde, AK Parti içinde iki blok oluştu. Birinci blok, olağanüstü günleri kendi İslâmcı ajandalarını gerçekleştirmek için bir fırsat olarak gördü. Bunun da lobisini yaptı. İkinci blok, İslâmcı lobinin psikolojik taarruzu altında devlet aklı ile yol almayı tercih etti. Çünkü karşı mücadele, devlet aklını arkasına almadan verilecek gibi değildi. Devlet aklı (bunu paradoksal olarak çözülürken oluşan devlet aklı diye tanımlasak daha yerli yerine oturtmuş oluruz), 2016 yılından sonra hükümeti rahatlatacak atraksiyonlar yaptı. Suriye üzerinden nasıl bir karşılık verilebileceğini planladı. İçerde de kuşatma aktörlerinin elimine edilmesine yönelik bir sürek avı başlattı.
Tehlikenin boyutları, iktidarın tehlikeyi karşılama kapasitesi (zira devlet çökmüştü), muhalefetin çözümün değil problemin tarafı olan tutumları düşünüldüğünde, iktidarın “dar çizgi”yi esas alması haksız bir eleştiri gibi görünmekte. Ancak diğer taraftan iktidar içinde bu durumu fırsata çevirmek isteyenlerin varlığı, ayrıca aşırı cepheleştirme dili, AK Parti karşıtı olan renklerin mücadele içine alınmasının yeterince yeterince teşvik edilmemesi dikkate alındığında, haklı bir eleştiri olarak da duruyor.
Darbe hukuku mu?
Halil Berktay, askerî darbe sonrası kaleme aldığı yazılarda içine girilen süreci devrim sonrası durum olarak tanımlamış, alınan önlemleri de karşı-devrimi püskürtme olarak ifade etmişti. Ancak aradan geçen iki yıllık süreden sonra Berktay, darbe sonrası yaşanan süreci ihtilâl hukuku olarak kavramlaştırıyor. Bu tesbiti de kısıtlanan özgürlükler alanına bakarak yapıyor.
Ortaya çıkan tablo, bu kavramlaştırmayı haklı çıkartmıyor değil. Ancak kavramlaştırmanın kendisi, mevcut durumu tam olarak karşılamıyor. Zira ihtilâl hukuku daha çok iktidarı zor kullanarak ele geçiren öznenin yarattığı edimleri çağrıştırırken, bizdeki durum böyle değil, sonuçları ihtilâl hukuku ile benzerlik arz etse de. Bu realitenin Berktay tarafından görülmediğini söylüyor da değilim.
Ama yine de sahaya ihtilal hukukundan ziyade, devrime karşı geliştirilen karşı-devrim için alınan önlemler diye bakmak gerekir. Ne var ki yeni durumu bu da tam karşılamıyor. Zira AK Parti geliştirdiği tedbirlerde “karşı-devrim önlemleri”nin dışına çıkacak uygulamalara da yöneldi. Meselâ kendisi gibi düşünmeyenleri, özellikle sol eylem ve düşünceyi kriminalize ederek hapsetti. Bugün cezaevlerinde olan öğrenci sayısından da bunu anlamak mümkün.
Ancak burada da şöyle bir çıkmaz var. Ya bu öğrenciler serbest bırakılsaydı, bugün üniversiteler böyle olur muydu? Veya sokaklar tenha olur muydu? Bizde öğrenciler şiddetsiz gösterilerle değil şiddet ve kaos üreten eylemlerle kendilerini ifade ediyorsa, bu nazik günlerde durumu daha da ağırlaştıracak sonuçlara hangi iktidar rıza gösterirdi? Gene de burada, kriminal hareket eden unsurlar ile sadece görüşlerini ifade eden öğrenciler arasındaki ince çizginin çok muğlaklaştığını, hattâ aşıldığını vurgulayabiliriz. Örneğin milliyetçi hassasiyeti yüksek yerlerde gösteriler yaparak toplumsal infial yaratmaya çalışan öğrencilere dokunulması doğruydu. Ancak sırf yöneticileri bir şeylere benzettikleri için bazı öğrencilerin tutuklanmaları yanlıştı.
Bir dilemma daha
Yapacağımız değerlendirmelerde bizleri çeşitli ikilemler karşısında bırakacak bir boyut daha var. Kendilerini düşüncelerini ifade ederek var kılan simaların tutuklu olmasını ne ile açıklayacağız? Osman Kavala, Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak gibi simaları veya onlar gibi tutuklanan ama sonra bırakılan diğer ünlü isimleri hangi anlam şemaları ile anlaşılır kılacağız? Ben burada iktidarı harekete geçiren saikin, bu isimlerin çok hassas, bıçak sırtı durumların yaşandığı günlerde, güçlü toplumsal ve psikolojik ekolar yaratabildikleri için “toplumsal yaşamın dışına itilmelerinin” daha doğru olacağı düşüncesi olduğuna inanıyorum. Osman Kavala meselesinde ise, dışarıdan gelen finansmanın (AB fonları veya diğer dış STK’ların yolladığı yardımların) projelere aktarılmasında çok stratejik bir referans olduğu, bu finansmanın da devletin güvenlik açısından sıkıntılı gördüğü kişi ve yapılara gittiği hissiyatının etkili olduğunu zannediyorum.
İfade özgürlüğünü yakından ilgilendiren konularda bir tarafım, bu isimlerin kesinlikle içerde olmaması gerektiğini söylüyor. Ancak diğer tarafım da, Türkiye’nin bıçak sırtı günlerini yanlış yorumlayan bu isimlerin Türkiye’yi bir uçuruma sürükleme gücü olabileceğini, bunun engellenmesinin daha önemli olduğunu söylemiyor değil. Ancak her ne olursa olsun hukuk, durum analizinden ziyade dosyadaki suç delillerine bakarak işler. Bizde de öyle olmalı. Nazlı Ilıcak hariç bu isimlerin dosya durumunun güçlü deliller barındırmadığını söylememe bilmem gerek var mı?
Nereye bakacağız
Son altı yılı kuşkusuz tek boyutlu olarak ve tek nedene bağlayarak izah edemeyiz. Edersek hakikati çokluğu içinde görünür kılamayız. Ancak bazı vurguları daha ön plana çıkartabiliriz. Özellikle 15 Temmuz sonrası iki olguya, (1) devletin içine; (2) yeni iktidar kipine bakarak son altı yılı daha anlaşılabilir kılabileceğimiz kanaatindeyim.
Devlet yıkılıyor; yerine yenisi inşa ediliyor. Bu neden önemli? Toplumsal merkezi oluşturan ve şekillendiren güç olduğu için. Ama ilginçtir; devlet yıkılırken kaos ve güvenlik boşluğu oluşmuyor. Bunun sırrı üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Ben işin sırrının, güçlü siyasal temsiliyette (merkeziyette), güçlü karizmatik liderlikte ve güçlü bir kurumsal kültürü bulunan MİT’te düğümlendiğini düşünüyorum. Bir de, yıkılanın yerine daha sürmekte olan inşa süreci var. Bu da belirsizlik yaratıyor.
Yeni bir iktidar kipi oluşuyor. Ben bu kipin, daha çok Foucault’un izinden giderek, beden ve ruhun şekillendirilmesi yoluyla işleyen bir biyo-iktidar dili olduğunu düşünüyorum. Özellikle cinselliğe, kadına ve kadın bedenine yönelik vurguları, toplumsal kontrol mekanizmalarının çoğaltılmasını, yeni bir iktidar kipinin inşası çağrısı olarak görüyorum. Bu yeni iktidar kipinin bir özelliği daha var: Boyun eğdirmeye adanmış bir iktidardan ziyade yeni güçler yaratmaya, büyümelerini sağlamaya, bu güçleri düzenlemeye eğilimli bir iktidar. Bunu en bariz şekilde medyada ve ihalelerle güç transferinde görüyoruz.
Ancak AK Parti yeni iktidar kipini hayata geçirirken Kemalist panoptik ile de bir kopuş değil süreklilik yaşıyor. Yer yer (yargılayan, ölçen, düzelten) Kemalist panoptik iktidar tarzını taklit ediyor. Bunu da daha çok İslâmî tonlarla yapmaya çalışıyor.
Bir yazım daha olacak. O yazımda da Halil Berktay’ın “artık normalleşme zamanı gelmedi mi” sitemini ele alacağım.