Ana SayfaYazarlarYerli muhalefet liderliğinden, Bakur-Rojava başbakanlığına (1)

Yerli muhalefet liderliğinden, Bakur-Rojava başbakanlığına (1)

[12-13 Aralık 2015] Yukarıda spotta yer alan sorulara, 7 Haziran seçimlerinden sonra ve özellikle Temmuz ortalarında PKK’nın “yeni devrimci halk savaşı”nı başlatmasının ardından, hem defalarca Serbestiyet’te yazarak, hem çeşitli televizyon programlarında konuşarak kendimce cevap vermeye çalıştım (dipnot 1). Geçtiğimiz iki haftada Etyen Mahcupyan, gelinen durumu bir kere daha özetledi (dipnot 2).  Artık bütün tablo ortaya çıktı; herşey çok net gözüküyor. En son, 10 Ekim Perşembe akşamı Ülke TV’nin “Söz Bitmeden” programında, Elif Çakır’ın soruları beni tekrar bir tarih ve mantık sırası kurmaya zorladı.  Şimdi burada, dönüp baktığım eski yazılarımdan genişçe alıntılar da yaparak, bir kere daha toparlamak istiyorum.

 

(1) Temel katman: şiddete düşkünlük. Dipnotlarda sıraladığım bütün yazı ve talk-show’larda, hep öncelikle şunu belirttim: Bu tavrın gerisinde, bütün güncel, taktik  değişikliklerin üzerine oturduğu derin bir kayak, bir “tektonik levha” var. O da, 1977’den itibaren neredeyse kırk yıl hep şiddet kullandığı için, belirli bir silâh ve şiddet iptilâsı peydahlamış olması. PKK şiddet içinde ve bir şiddet örgütü olarak doğdu. Herhangi bir sivil (velev illegal) siyasî partinin askerî kanadı olmadı. Tersine, ismindeki “parti” sözcüğüne karşın hep silâhlı, askerî bir nitelik taşıdı (ve ancak zamanla kendine sivil, siyasî uzantılar edindi). Önce diğer solcu Kürt akım ve örgütlerine karşı başvurduğu şiddet sayesinde, 1977-85 arasında kendine doğu ve güneydoğuda bir yer açtı. Sonra, devlete karşı geliştirdiği gerilla savaşı yöntem ve taktikleriyle giderek güçlenip tabanını yaydı ve ilk alan hâkimiyetini kurdu. 1990’larda devlet buna, Tansu Çiller – Doğan Güreş ikilisinin “kirli savaş”ıyla mukabele etti. Derken 1999’da Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Yargılandı, müebbet hapse mahkûm oldu, İmralı’ya kondu. Çatışma ve çatışmasızlık zigzagları birbirini izledi.

 

Öyle veya böyle; PKK’nın Kandil’deki önderliği, otuz küsur yıldır dağdan inmemiş; barış ve normal siyaset nedir bilmeyen; tersine, bütün hayatı ve varlığı şiddet olan; savaş içinde yaşlanmış ve zihnen katılaşmış kişilerden oluşmakta. Bir seferinde kullandığım benzetmeyle, Olimpos dağının eski Yunan tanrı ve tanrıçalarını andıran efsanelerin kuşattığı bu “komutan”ların kudreti, hem silâha hem sıradan insanlarla aralarındaki mesafeye bağlı (dipnot 3). Fatih Mehmed’in saray protokolünü değiştirip sultanın divan toplantılarına katılmamasını (ama kafes arkasından dinlemesini) kurallaştırmasının yarattığı yarı-tanrısal “herşeyi görür ama kendisi görülmez, herşeyi duyar ama kendisi duyulmaz” gizemini, Kandil’in hükümdarları da sonuna kadar kullanıyor. Bunlar olmadan yapamayacak duruma geldiler. Savaş belirli siyasî hedeflere ulaşmak için bir araç olmaktan çıktı; başlı başına bir amaca dönüştü. Kürt halkı her durumda yararı gözetilecek temel kitle olmaktan çıktı; sırf bir iktidar tabanına, araçsallaştırılan bir tebaya indirgendi.  Cemil Bayık’ların, Duran Kalkan’ların, Murat Karayılan’ların silâhı toptan bırakıp düze inerek halkın arasına karışmayı; etrafa korku salan, boyun eğdiren ve haraç toplayan muhafızları olmaksızın, ister AKP’yle, ister diğer Kürt partileriyle eşit koşullarda rekabet etmeyi göze almaları imkânsız. Herşeyden önce bu yüzden, barıştan korkmaya başladılar. Her türlü barış, çatışmasızlık ve müzakere girişimini soğuk ve isteksiz karşıladılar. Çıtayı habire yükseltme ve yeni yeni bahanelere başvurma yollarını aradılar.

 

(2) Bu, Türkiye’nin genel demokratikleşme sürecine adım adım sırt çevirmekle elele gitti.

Bunun başlıca nedeni, PKK’nın artan AKP korkusudur. Yaygın olarak zannediliyor ki PKK ve HDP’nin Erdoğan’a ve AKP’ye düşmanlığı 7 Haziran 2015 seçimlerine giden yolda Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” demeciyle başladı. Hayır, o sadece bütün bir gelişmenin tavan yapması ve en berrak ifadesidir; yoksa bugünden dönüp de geriye baktığımızda, söz konusu tavrın daha 2007 cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinin hemen sonrasında uç verdiğini görebiliyoruz. Ne oldu 2007’de? Bir yanda AKP oy oranını yaklaşık yüzde 47’ye yükselterek durumunu sağlamlaştırdı; aynı zamanda Abdullah Gül’ü Çankaya’ya çıkararak (Hrant Dink’in öldürülmesinin, komplolarından sadece birini oluşturduğu) o meşum 2007 yılının fırtınalarını sonunda atlattı ve artık kolay kolay devrilmeyeceğini cümle âleme ilân etti. Diğer yanda Kürt hareketi de Meclise 26 bağımsız milletvekili sokmayı başardı; böylece ilk defa bu iki güç, Kürt sorununun iki ucunda karşılıklı olarak mevzilenmiş oldu. PKK pek de sevinmedi bu duruma; tersine, Öcalan’ı ve Kandil’iyle “mesele AKP’yle çözülemez, ancak devletle çözülür” virajına girdi.

 

O sırada 2013 yazının Gezi eylemleri de yoktu; aynı yılın 17-25 Aralık “yolsuzluk operasyonları” da yoktu; dolayısıyla demokratikleşme uğruna AKP’ye destek veren sol-liberal aydınlar bölünmemiş ve bir kısmı koyu AKP düşmanı kesilmemişti. Onun için, solun önemli kanaat önderleri dahil çoğu insan PKK’nın bu tavrını hayretle karşılıyor; tümüyle gerçekçilik dışı, akıl almaz bir garabet gibi görüyordu (ve haklıydılar da, ama zaman içinde PKK’dan çok kendileri değişti). Kandil’in her zamanki “kalın derili” aldırmazlığına karşın bu eleştiriler 2010 anayasa değişikliği referandumu sürecinde doruğa çıktı. Zira PKK ve o zamanki yasal uzantısı BDP, AKP’nin 12 Eylül 1980 darbesinin kamburuna karşı otuz yıl sonra özellikle 12 Eylül 2010’e denk getirdiği bu referandumda, gene kolayca izah edilmesi mümkün olmayan kaypak ve oportünist bir tavır aldı. Doğan Tarkan henüz hayattayken “yetmez ama evet” kampanyası açıp solun taşlaşmış hayırcılık alışkanlığını sarsalayan minicik DSİP’in yarısı kadar cesur olamadılar; sırf AKP’yle birlikte görünmemek uğruna, bütün değişiklikleri destekleyeceklerine kimine evet kimine sudan bahanelerle hayır demeyi tercih ettiler.

 

Henüz Cemaatin tümüyle el koymadığı eski Taraf’taki 2010-2011 Okuma Notları’mı gözden geçirdiğimde, ben de meğer bu probleme ne kadar sık eğilmek zorunda kalmışım diye düşünüyorum. O yazılardan birinde, örneğin, şöyle demişim: “… PKK ve yan örgütleri dışında, sadece AKP mevcut. Dolayısıyla PKK için AKP bir değil iki şey. Hem, barış için PKK’nın kendi arka bahçesi, kapalı av alanı saydığı güneydoğuda, AKP de kuvvetle mevcut. Hattâ şöyle diyebiliriz : görüşmek ve uzlaşmak zorunda olduğu hükümet. Hem de yerel ölçekte en ciddî, tek ciddî siyasî rakibi. Bu durumda PKK, parti olarak AKP’ye karşı mücadelesini hükümet olarak AKP’ye karşı  mücadele üzerinden yürütmeyi tercih ediyor. AKP’yi hükümetleştirerek ve devletleştirerek, hükümete ve devlete indirgeyerek yürütmeyi tercih ediyor” (31 Mart 2011: PKK’nin AKP sorunu). Kanımca bu tesbit, PKK’nın bugüne kadar gelen bir politika devamlılığına işaret ediyor.  

 

(3) Aynı doğrultuda PKK, ayrılma ve devletleşme hedefinden aslında hiç vazgeçmedi. Bu doğrultudaki belirtiler, aşağı yukarı aynı sıralarda, yani 12 Eylül 2010 referandumundan 12 Haziran 2011 seçimlerine giden yolda çoğalmaya başladı. Güya artık sırf Türkiye içinde Kürtler için daha fazla hak ve özgürlük arayacaklardı. Ama bir yandan da silâhlı mücadelede ısrarlıydılar; bu bir tutarsızlık oluşturmuyor muydu? Bu açıdan önemli bir gösterge, “silâhlı mücadelenin miadını doldurduğu” yolunda bir demeç veren (Diyarbakır Belediye Başkanı) Osman Baydemir’in, Öcalan’dan haddini bil, sen kim oluyorsun kıvamında çok şiddetli bir azar işitmesiydi. Ben bundan, sadece “Kandil’i ve İmralı’sıyla PKK bir türlü vazgeçemiyor şiddet paradigmasından” sonucunu değil, aynı zamanda, ayrılma hedefini başka ad ve kılıflar altında sürdürdüğü sonucunu da çıkarmıştım: Çünkü  “Türkiyeci olmak, Türkiye içinde demokratik hak ve reformları esas almak, asla silâhlı mücadeleyi kaldırma ve taşımaya ‘politik bakımdan yeterli’ bir amaç olamaz”dı (26 Mart 2011: Hegemonya ve “psikolojik savaş”). Gene aynı makalede, “nihaî hedef”in yerini “hareketin bekası”nın aldığını da vurgulamıştım: “PKK için, reformdan reforma ilerleyen bir mücadele anlamında değil; barış ihtimali (veya tehlikesi) karşısında örgütün kendi kendini koruması ve sürdürmesi anlamında ‘hareket’ galiba her şey haline geldi. Esasen ‘tasfiye korkusu’ denen şey de tam bunu yansıtıyor.”

 

İlginç bir boyut daha var, dünü bugüne bağlayan. O da silâhların gölgesinde yerel hegemonya arayışıyla ilgili. Bugün “özyönetim” deniyor; 2011’de “demokratik özerklik” adıyla anılıyordu. Ne tesadüf;  son iki yılda bütün umutlarını HDP’ye bağlayan, arkasındaki PKK’yı ise hemen hiç eleştirmez olan bir kısım sol-liberal aydınlar, bu “demokratik özerklik” projesine karşı çok sert şeyler söylemişler 2011’de. Örneğin Oya Baydar PKK’nın despotizminden söz etmiş. Murat Belge, PKK gelecekte devlet olsa halka neler yaşatabileceğinden duyduğu endişeyi yansıtan iki yazı yazmış (ve bu yüzden Veysi Sarısözen’in saldırısına uğramış). Ben ise bütün bunları devlet denmeyen bir devlet, ayrılma denmeyen bir ayrılma hedefine bağlamışım. Şöyle diyorum, aynı 26 Mart 2011 yazımda: PKK’nın bütün tavırları “kendi alanı diye baktığı Kürt bölgelerinde tek olmak veya kalmak etrafında dönüyor. Öcalan bu yüzden, kör kör parmağım gözüne, bütün diğer Kürt aydınlarını, PKK’nın yerel iktidar organı olmaya hazırladığı DTK’ya katılmaya çağırıyor. Keza, (BDP’nin değil ama) DTK’nın ‘demokratik özerklik’ projesi, birçok gözlemcinin farkettiği üzere, Kürt bölgelerini kim(ler)in temsil edeceğini mutlak surette kontrol altına almak gibi, pek de demokratik sayılamayacak (faraza Oya Baydar’ın düpedüz despotik diye nitelediği) bir amaca yöneliyor.   

 

“Acaba bu tür hamleler doğrudan doğruya barışa mı karşı — yok artık, bu kadarı da olmaz dedirtip, PKK’nın ara zemini elimine ederek yerel hegemonyasını sürdürmesine en elverişli durum olan savaş halini geri getirtmek için mi yapılıyor? Öyle bir boyutu da var, herhalde. Ama bana öyle geliyor ki daha önemlisi, (bu yaklaşımla nasıl geleceği belli olmasa da, ez kaza gelirse) barış sonrasında güneydoğuda rakipsiz, tekelci bir konuma yerleşmek. Bunun bir anlamı, Kürt bölgelerinin fiilen ayrılmış gibi olması. PKK’nın, örgütsel varlığının garantisi olarak (bayrağı ve ‘öz savunma’sıyla) aradığı hegemonya düzeyi, ayrılık hedefini telaffuz etmeksizin bir ayrılık hali yaratmaya varıyor.

 

“Aynen, Murat Belge’nin Veysi Sarısözen’in köpürmesine yol açan iki yazısında olduğu gibi, hani meselâ gelecekte devlet olsalar, o devletin nasıl bir iç siyasal hayatının olacağı hakkında çok şeyi şimdiden açığa vuruyor.” 

 

Bugün hendekli-barikatlı “özyönetim” bölgelerinde PKK’nın Kürt halkına yaşattığı zulüm, Oya Baydar ve Murat Belge’nin dört yıl önceki kaygılarının ne kadar haklı olduğunu ispatlıyor.

 

(4) Nitekim bir adım ötede PKK, ilk defa 2011’de, “köprüden önceki son çıkışı” kullanarak barıştan kaçıverdi. Maalesef bunu da daha olmadan, çıkagelmeden görmüş ve dümdüz yazmışım, 12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde. O sıralar PKK’nın bir “yeni tahlil” tevatürü var; ben bunu savaşa dönüş olarak okumuşum (ve doğru okumuşum). Örneğin şöyle demişim bu doğrultuda: “Bana göre PKK barış fikrini sindiremiyor, kendini ‘barış hali’nin içinde göremiyor, hayal edemiyor. Kalıcı barış beklentisinin arttığı bir ortamdan nasıl çıksam diye bakıyor. Aslında hiç istemediği halde kendini evlilik hazırlığı içinde bulan bir gelin veya damat adayı nikâh memurunun ve bütün şahitlerin önünde hayır dememek için, nasıl daha önceden kaçmaya çalışırsa, PKK da öyle, ‘köprüden önceki son çıkış’ fırsatlarını kaçırmamak peşinde. Bence işte bu noktada, askerî vesayet mihrakının bitmeyen provokasyonlarıyla birlikte ‘yeni tahlil’ de devreye giriyor; PKK-BDP önderliği belki büyük bir virajı tabanına açıklamaya bu gerekçelerle hazırlanıyor” (19 Mayıs 2011: Kaybolduğum haftalar).

 

“BDP bloku” ortamına çok ters düşen lâflardı bunlar. Hatırlatayım: 7 Haziran 2015 seçimlerinde nasıl bir HDP ve “Selocan” aşkı yaşandıysa, 12 Haziran 2011 seçimlerinde de bir BDP aşkı yaşanıyordu. BDP etrafında bir “emek, demokrasi, özgürlük bloku” kurulmuştu ve bütün sol buna oy vermeye çağrılıyor — ama hepsinden önemli olması gereken “barış” sözcüğünün nedense hiç adı geçmiyordu. Hattâ yüzde doksan aynı düşündüğümüz Gürbüz Özaltınlı bile eleştirmişti beni o zaman. 24 Mayıs 2011 tarihli Berktay’ın metaforu notunda, bu nikâh bozma benzetmesini beğenmediğini, PKK’nın iç farklılaşmalarını ve Öcalan’ın “net açıklamalar”ını görmediğimi, “iki PKK gerçeği”ni atladığımı söylemiş; devamla, “Berktay neden bunu yapıyor anlamadım” demiş; bir ihtimal olarak barıştan umudumu kesmiş olmamı; bir ihtimal olarak da barış için daha güçlü bir AKP’ye daha fazla şans tanıyor olabileceğimi kaydetmişti. Ben de buna ve diğer itirazlara beş gün sonra aynı sayfada altalta yayınlanan iki yazıyla cevap vermiş; PKK’nın şiddet dilini tırmandırarak sürdürdüğüne işaret etmiş; “blok”u desteklemek için çok basit bir barışçılık koşulunun dahi hiç akla gelmemesini tuhafsamış; sonuçta, “[Ç]ok sevdiğim kişilerin de bütün çağrılarına karşın ve yalnız kalmak pahasına, ’emek, demokrasi, özgürlük bloku’ denen PKK-BDP cephesine oy vermeyeceğim. Sorgulanmayan alışkanlıklar ve boş hayallerle sürüklenilen yanlış bir analiz, yanlış bir tavır olduğu kanısındayım” demiştim (Gerillaya oy vermeyeceğim ve Solun “haklı şiddet”i reddedemeyişi; ikisi de 29 Mayıs 2011).

 

İyi ki demişim. Sonrasında ne olduğunu hepimiz hatırlıyoruz (veya hatırlamamız gerekir). BDP etrafındaki mahut “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” toplam 36 bağımsız adayını Meclise sokmayı başardı. Derken Yüksek Seçim Kurulu, (örgüt propagandasından aldığı 20 aylık cezayı gerekçe göstererek) Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürdü (21 Haziran) ve bunun üzerine BDP/Bağımsızlar Meclisi boykot etmeye karar verdi (23 Haziran). Bu da PKK’ya, silâhlı mücadelenin üstünlüğünü ispatlamak için aradığı gerekçeyi sundu. 14 Temmuz 2011’de PKK’nın Silvan saldırısı meydana geldi. Genelkurmay “çatışmada ve ormanlık alanda teröristlerce atılan el bombalarının etkisiyle çıkan yangından dolayı” 13 askerin öldüğü, 7’sinin yaralandığını duyurdu. PKK çoğu zaman yaptığı gibi önce yalan ve inkâra sığındı; TSK helikopterlerinin gaz ve yangın bombaları atarak kendi personelini vurduğu gibi saçmalıklar dolaştırdı. Zamanla “zaferi” üstlendi. Çatışmasızlık bitti ve tekrar savaşa dönüldü.   

 

Herşey bir yana; şu 2010-2011 süreci ile 2014-2015 süreci arasındaki benzerlik çarpıcı gelmiyor mu size? O zaman PKK+BDP’nin, dört yıl sonra PKK+HDP’nin yöntemleri neredeyse tıpatıp aynı değil mi? O zaman (hiç barışçılık koşulu aranmadan) “BDP bloku”na bağlanan umutlar ile dört yıl sonra HDP ve Demirtaş’a (sırf AKP karşıtlığı uğruna ve arkaplandaki PKK unutularak) bağlanan umutlar, keza tıpatıp aynı değil mi?

 

Sorgulanmayan alışkanlıklar, boş hayaller… Fakat yani naifliğin de bir sınırı yok mu bu dünyada? Hiç lâfımı sakınmayacağım. Bakın, PKK’nın güneydoğuyu şimdi ne hale getirdiğine. Haydi birincisinde aldandı herkes. Aynı salaklık ikinci defa nasıl işlendi; akıl alır gibi değil. Buradan devam edeceğim.

 

 

NOTLAR

 

(1) Yazılış tarihleri itibariyle, bkz Diyarbakır önlenebilmeliydi (6 Haziran); Suruç’un ardından (2) PKK’nın yeni karşı-devrimci iç savaşı (24 Temmuz); Suruç’un ardından (3) HDP ile kısa ve beyhude bir tartışma (25-26 Temmuz); En basit soru: PKK’nın istediği tam nedir? (6 Ağustos); Neleri geri almaya hazırım (7 Ağustos); Dengir Mir Fırat’ın mektubu (17 Ağustos); Kaçınılmaz bir çatlağın aleniyet kazanması (26-27 Ağustos); Bu “özerklik” o özerklik; bu “özyönetim” o özyönetim mi? (30 Ağustos); Nefes nefese (30 Eylül); Bir felâkete sürükleniyoruz (10 Ekim); Ahlâksız Teklif (Indecent Proposal) (11 Ekim); Demokrasi ve meşruiyet için (17-21 Ekim); Bir metin şerhi denemesi (Demirtaş'ı okuma kılavuzu) (9 Aralık 2015).

 

(2) Bkz PKK ne istiyor? (24 Kasım) ve İngilizcesi, What does the PKK want? (28 Aralık); PKK ne yapıyor? (26 Aralık) ve İngilizcesi, What is the PKK doing? (29 Aralık); Kürtler ne yapacak? (9 Aralık) ve İngilizcesi, What will the Kurds do? (8 Aralık 2015).

 

(3) Bu benzetme için bkz En basit soru: PKK’nın istediği tam nedir? (6 Ağustos 2015).

 

 

 

 

- Advertisment -