Zulümden, ölümden binbir güçlükle kaçıp göçtüğü ülkede, korkularını, ani irkilmelerini, küçük bir sesle sıçramalarını üzerinden atlatabilmiş değil henüz. “Sığınmacı” olmasının ilk haftalarında her gece tuhaf, korku dolu rüyalar görüyor, tetikte uykusu hâlâ kâbuslarla bölünüyor.
“Yönünü değiştirip meçhul bir havaalanına inen bir uçaktaymış; iniş merdiveninin altında silahlı, üniformalı adamlar onu bekliyorlar: Alnında soğuk terler, Çek polisini tanıyor. Bir başka sefer, küçük bir Fransız kasabasında dolaşırken, ellerinde bira kupalarıyla ona doğru koşan bir grup tuhaf kadın görüyor. Küfredip haince bir laubalilikle gülüyorlar, dehşete kapılan Irena bağırıyor, uyanıyor.
Eşi Martin de -gurbette ölmeden kısa bir süre önce- aynı düşleri görüyor. Her sabah birbirlerine ülkelerine dönmenin dehşetini anlatıyorlar. Sonra, kendisi gibi iltica etmiş Polonyalı bir kız arkadaşıyla konuşurken, Irena bütün sığınmacıların, istisnasız hepsinin aynı düşleri gördüğünü anlıyor.
Önce, birbirini tanımayan insanların bu gece kardeşliği karşısında duygulanıyor, daha sonra ise biraz sinirleniyor: Nasıl olur da bir düşteki mahrem deneyim, kolektif olarak yaşanabilir? Bir şey kesin: Binlerce sığınmacı aynı gece boyunca, sayılmayacak kadar çok çeşitlemeleriyle hep birden aynı düşü görüyor. Sığınmacılık rüyası: 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısının en tuhaf olgularından biri.”
Öte yandan gemlenemeyen, engellenemeyen bir sıla hasreti çekiyor ve “tamamen zıt, bambaşka deneyimler yaşaması, düş ve kâbuslarının gizemini (yükünü) iyice artırıyor onun için”: Güpegündüz, ülkesinden manzaralar görünüyor gözüne. Bir metro vagonunda itilip kakılırken birden saniyenin bir parçası boyunca Prag’ın yemyeşil bir semtindeki küçük ağaçlıklı yol karşısında beliriyor.
Bütün gün bu uçucu görüntüler onu ziyarete geliyor, kaybolan Bohemya’sının eksikliğini bir nebze gideriyor. Gündüzleri ona ülke manzaralarından mutluluk resimleri gibi parçalar gönderen bilinçaltının sinemacısı, geceleri aynı ülkeye tüyler ürpertici dönüşler organize ediyor. Gündüz, terk edilen ülkenin güzelliğiyle aydınlanıyor, geceyse oraya dönüşün dehşetiyle. Gündüz ona kaybettiği cenneti gösteriyor, geceyse kaçtığı cehennemi…”
Bilmemenin ayıp olduğu mevzu
Milan Kundera’nın 1968’de Sovyetlerin 2 bin tank, 250 bin askerle Çekoslovakya’yı işgalinin ardından başka ülkelere sığınmak zorunda kalanları anlattığı “Bilmemek” romanının hikâyesi, tarihimize yabancı değil. O ortak “sığınmacılık kâbusu”, nicel ve nitel açıdan bin beteriyle gözümüzün önünde yine yaşanıyor. Ancak Kundera’nın romanına verdiği ad hâlâ özetleyebiliyor birçok insanın tutumunu: Bilmemek…
Bilmiyoruz. “Yabancı bir dünyada kendine küçücük bir yer edinmenin ne kadar zor olduğunu bilmiyoruz”. Bilmek de istemiyoruz, ötesi “bildiğimiz” de başka hikâyelerin, mecraların kulaktan kulağa sahte, kurgu anlatıları. Belletilmiş resmi, gayrı resmi “tarih” artıklarının, terkibi kolayca değişebilen, genişleyen yabancı düşmanlığının her gün yeniden üretilmesi…
“Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” atasözü laf-ü güzaf kalıyor, her an göz önündeki bu mevzuda. Tarihi, insanların “öteki”lere karşı duygularını bilemeyi, bilmemeyi görev edinerek ayıklamak, içinden beğendiğini, işe yarayanı almak her zaman kolay, her şeye elverişli. Kirli tarihin baştan savma kenar süsleriyle, tedrisat vecizleriyle “temize çekilmiş” defteri yeter bilmeyene, bilmek istemeyene…
Kamplaşmada “mülteci ateşkesi”
İyi iş görüyor. Sözlü, laflı, twitli tarih de bunun yaygın, abartılı taşıyıcısı, söylenicisi oluyor; onların “sinsi, çıkarcı, yıkıcı” duygularını, hatta savaştan, kıyımdan kaçarak bir ülkeye göç etme, sığınma nedenlerini, amaçlarını, etkilerini bile kendi çizgisine, dar “dünya”sına göre “düzeltiyor”.
Kendi gündelik “çile”sini, gelenlerle bozulan manzarasını, derdini, onların ölümcül çaresizliğinin üzerine çıkartıyor rahatça. Sonunda mutsuzluğunun, rahatsızlığının üretilmiş, yönlendirilmiş sebebini karşısında, elinin altında buluyor. Onları cümlesinin öznesi yapıp, her konuda “Bu yüzden dolayı…” diyor, bilmemeyi dil bilgisine de genişleten bozuk pekiştirmesiyle…
Zira gerçeği görmemek/duymamak/hissetmemek, paylaşılmış düşünsel/duygusal cehalet bazen insana iyi gelir. Dolaşımdaki makbul yalanı, işgören dedikoduları kabullenmek, onları reddedip doğrunun, adaletin peşine düşmekten daha konforlu, daha risksiz. Sağdan sola, muhafazakârdan moderne, hepimiz, orada, o mevzuda, onlara karşı “hepimiz” olabiliyoruz sonuçta. Bölünmüşlükte, kamplaşmada bir nevi “mülteci ateşkesi”…
Nüfus artışının adresi mezarlık
“Doğduğun yerde geber”… Böyle kadılıkların açıkça yahut yazılı ifade edemediği tek cümle bu belki. Ama öyle demeye getiriyor her imasıyla. Döndüklerinde hiçbir yönüyle o “eski”, zulümden, katliamdan önceki memleketlerini, şehirlerini, kasabalarını, köylerini, işlerini, geçimlerini, en önemlisi insanlarını bulamayacaklarını kaydetmiyor öyle duyguların tarihi. Şehrin, kasabanın, köyün harabe ıssızlığını, mezarlıklarının geçen sürede nüfusunu arttıran tek mekân olduğunu düşünmüyor. O insanların, orada sadece geleceğini değil artık geçmişini de yitirdiğini…
Kundera romanında sığınmacıların nostaljisine, dönme hayallerini öne çıkartarak ayrıntılarıyla değiniyor: “Dönüş, Yunanca’da nostes demek. Algos, keder anlamına geliyor. Yani nostalji, doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder. Avrupalıların çoğu bu temel kavram için Yunanca kökenli bir sözcük inostalgie, nostalgial, sonra kökü kendi ulusal dillerinden gelen başka sözcükler kullanabiliyorlar. Bu sözcükler her dilde farklı anlamsal nüansa sahip.
Çoğunlukla ülkeye dönüşün olanaksızlığının neden olduğu hüznü belirtiyorlar. Sıla hasreti. Gurbet acısı. Çekçe’de en dokunaklı aşk cümlesi; Styska se mi po tobe… Sana hasretim; yokluğunun acısına dayanamıyorum. (…) Bu etimolojik aydınlatmanın ışığında, nostalji, bilmemenin acısı olarak (da) ortaya çıkıyor. Uzaktasın ve ben sana ne olduğunu bilmiyorum. Ülkem uzakta ve ben orada neler olduğunu bilmiyorum.”
Yüzmek isteyen çocuklar
Sığınmacının hatıraları, ıstırabı, karşılaşacağı “hayat”, elindeki bavulundan, yükünden çok ağır her zaman… O da görünmüyor. Edindiği “pahalı” bir cep telefonu, kolundaki imitasyon saat, sınırlı bir bayram, mutluluk anıyla kalkıp memleket havasıyla, oraya has figürlerle oynaması, bizim caddelerimizde elini kolunu sallaya sallaya dolaşması, görünüyor sadece.
Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği’nin (SKYGD) 2016’da İstanbul’da yaptığı “Türkiye’de Sığınmacı Çocuk Olmak” başlıklı saha araştırmasına göre, o çocukların kuvvetli arzularından, hayallerinden birisi “yüzmek”…
Yaz geldi ya; şimdi onları plajlarda bile “görüyoruz”. Siyasi yelpaze, dünya görüşü “Sağdan sola salla bayrağı” misali buluşuyor bu ortak “görgü”de. “Bu kadarı da olmaz ki!”leri yarışıyor birbiriyle… “Halk plajları doldurdu vatandaş denize giremiyor”u eskisinden kapsamlı hortlatıyor güncel, asabiyet yarıştıran yakınmalar.
Suriyeli üç yaşındaki Aylan Kurdi bebeğin Bodrum kıyılarına vuran minicik bedeninin fotoğraflarını “Ah-vah” içinde sosyali-asosyaliyle paylaşan medyada, artık öyle faciaların, “kaza”ların ana başlığı bile “Kaçak Mültecilerin Sonu”yla, öyle sonları “hak etmişlikleri”yle özetlenebiliyor. Suriyeli “çocuk”lar, eskinin “Ağlayan Çocuk” posterleri kadar iş yapmayan o fotoğraf dışında gözüyaşlı, ağlayan tıklama almıyor.
Doğmamış çocuğa “mektup”
Onlara dair kurulan çoğu cümlede, “ayakaltındaki sevimsiz” varlığıyla, hatta görüntüsüyle bile rahatsız edici “şey”ler hepsi. “Çocuk”u zalimliğiyle büyütüyor, “merhamet”ten bile uzaklaştırıyor kurdukları cümleler. Suriyeli çocuğu, ana karnında bile istikbaldeki yetişkin ve elbette “suçlu” hâliyle yargılıyor. Doğmamış Çocuğa Mektup”lar, küfürler mi desem, doğmamış çocuğa kefen biçmek mi?
Hele trafik ışıklarında, duraklarda yaptıkları “vicdan” sömürüsü! “Yoksul arsızlığı” demişti birisi, twitinde… Bir başkası “İyice kabak tadı verdi, kendi memleketimizde yaşamamız zorlaşıyor. Bitirilmiş olan çocuk hastalıklarının yeniden hortladığı hekimler tarafından söyleniyor” diyor: “Koronadan beterler, aşısı da yok ki”… Genç bir kız şimdiden dertli: “Bu üreme hızıyla 20 yıl sonra Suriyeli nüfusu 15 milyon olacakmış. Tüylerim ürperdi yani bugün doğan çocuğumuz 20 yaşına geldiğinde 15 milyon Suriyeli ile iç içe yaşayacak”.
Birisi hevesle ekliyor: “13-14 stadyum dolusu Suriyeli çocuk, Türkiye’de doğmuş”. Bir delikanlı katılıyor; “Abi ırkçı filan değilim ama her Suriyeli en az beş, altı çocuk yapıyor, hani açtı bunlar?” Hiçbirimiz ırkçı değiliz elbet de, bir yere kadar yani. Hem yabancı düşmanlığı başka şey, ırkçılık başka…
Suriyeli kadınların “arsız doğurganlığı” 10 çocuğa yükseliyor, twitter borsasında. Sokakta oynayan çocukların hepsinin Suriyeli olduğundan yakınıyor, bir diğeri. Bir başkası altı çocuklu Suriyeli ailenin “yürüme yolumuza minder attığını” aktarmış. Neyse ki ikaz edince defolup gitmişler.
Nasıl da sevimsizler…
“Evsiz, barksız” çocukların ortalığı pislettiği, manzaramızı bozduğu âşikâr; en çok twitlenen cıvıltılardan… Apartmandaki manzaramızı bozduğu için çeyrek, yarım asırlık ağaçları kesenlerin ülkesi burası. Kavak alerjisi nedeniyle kesilen ağaçlar ne ki, toplumsal alerjinin yanında? Öteki çocuklar büyüyünce ülkemizde karşılaşacağımız kaotik durum, en hevesli senaryoların, bilimi boş veren kurgu filmlerin konu başlığı…
Hem “sevimsiz”ler de, her şeyden önce. Öyle parklarımıza uluorta yayılan, “kabile ilkelliğiyle”, “yoksul arsızlığı”yla iyice sevimsiz… Edip Cansever’in Umutsuzlar Parkı gözümün önüne geliyor, yıllar öncesinden: “Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak /(…) Yalvaran bakışlarıyla -nasıl da sevimsiz- /En kötüsü, belki de en kötüsü /Bir duygu açlığıyla soluyarak /Parklara yerleşiyorlar, parkların /Onları çağıran köşelerine”…
Donmanın doğal ölüm sayılması
“Evsiz, barksız”ın ötesinde… Yönetmen: Agnes Varda’nın 1985 yapımı filminin adı geçiyor aklımdan; “Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi)”… Fransa kırsalında geçen filmin orijinal ismi “Çatısız, yasasız” anlamını da haznesinde taşıyor.
Farklı bir bağlamda da olsa, filmin en çarpıcı sahnelerinden birisi gözümün önünde: Gencecik bir kız bir hendekte atılmış, savrulmuş yahut pes etmiş gibi sırtüstü yatıyor. Yüzünden belli; yaşıyla asla kıyaslanmayacak ölçüde yorgun ölüm… Perişan giysileri, fermuarı artık bozulduğu için ayağının üzerine yığılan konçları/astarıyla eski çizmeleri, hemen göze çarpıyor. Yüzü, elleri kirli… Üstünde kimlik yok.
Bulanların ve gelen polislerin ilk tahmini doğal ölüm; soğuktan donmuş olmalı… Serseri görünümlü, yoksul, oralı olmayan, evsiz-barksız birisi için soğuktan donmak, o aşmış medeniyette bile tabii ki doğal ölüm. Yaşarken yersiz yurtsuzdu, ölünce de adresi değişmiyor: Kimsesizler Mezarlığı.
Polis sorunca pek kimse “tanımıyor” da… Hemen herkes onu öyle ya da böyle hep görmüş oralarda. Hep göz önünde… Ortalıkta dolaşırken, kuru bir ekmeği kemirirken, bahçelerindeki tulumbadan pet şişesine su doldururken, bir duvarın kıyısına, bir harabenin kuytusuna küçük, korunmasız çadırını kurarken, üzüm bağlarının ortasında titreyerek ufka, bir boşluğa uzun uzun bakarken… Yersiz yurtsuzun biri nihayetinde…
Son yerine, şair Cengiz Kaplan’ın “adsız, adressiz” sokak çocuklarını anlattığı “Sokaktan Gelen Mektup” kitabından bir dizeyi bırakmalıyım ortaya: “Sahi niye korkuyorsunuz /sokağa bakmaktan /ben sizin çocuğunuz değilim.”
BİR ROMAN/BİR KRİTER
YETERİNCE KANLI DEĞİL
Milan Kundera çarpıcı bir örnek veriyor romanında: 1950’de, dünyaca tanınmış besteci Arnold Schoenberg gazetecilerin karşısında… 1936’da Nazi zulmüyle memleketinden sürülmesine ve on dört yıldan beri ABD’de yaşamasına rağmen, Amerikalı bir gazetecinin “sinsice soruları”na hedef oluyor: “Acaba göçmenlik sanatçıların yaratıcı güçlerinin kaybolmasına neden oluyor mu? Anayurdun kökleriyle beslenmesi durduğu an, sanatçının esin kaynakları da kuruyor mu?”
“Düşünün! Soykırımdan beş yıl sonra! Ve Amerikalı bir gazeteci Schoenberg’in, dünyanın gözlerinin önünde en büyük dehşetin yaşandığı o toprak parçasına bağlı kalmayışını bağışlamıyor! Irena ile kocası da 1969’da Prag’dan Fransa’ya iltica ettiler. Ülkelerinin başına gelen felaketin, bir numaralı kötülükle kıyaslandığında yeni dostlarını etkileyecek kadar kanlı olmadığını çok çabuk anladılar.” (Yukarıdaki resim kitabın 2001 Türkçe basımındaki kapağından alınmıştır.)