Çoğu insan ilk kez Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu’nun seslendirdiği bir türkünün sözleri olarak rastgelmiştir. Bir türkü vesilesiyle intişar bulup dikkat çeken, daha sonra da Muhteşem Yüzyıl dizisindeki kullanımıyla popüler bir nitelik kazandığı anlaşılan bir tasavvuf şiiri bu. “Zahid bizi tan eyleme” diye başlıyor. Kimisi Melamî kimisi Bektaşî nefesi yapmış. Kimisi Alevî deyişi hatta devrimci sözü yapmış, kimisi Ehlisünnet dairesindeki tasavvufun ifadesi bir nutk-u şerif yapmak istemiş. Rağbet gören bir estetik sözü kendi meşrebine asimile etme çabalarını işin ehli tarihçilere havale etmek lazım. Bir rivayete göre onyedinci yüzyıldan kalma bu eser Muhyî nam bir zata ait olup Kadızadeliler veya benzeri bir temayüle karşı dile gelmiş bir protesto. Burada bu şiirin kısa bir şerhini, bir kavramsal yorumunu yapmak istiyorum. Şiirin azıcık daha uzun versiyonları da var. Buradaki amacımız açısından meşhur biçimi yeterli. Okuyalım:
Zahit bizi ta’n eyleme
Hak ismin okur dilimiz,
Sakın nefsane söyleme
Hazrete varır yolumuz.
Sayılmayız parmak ile,
Tükenmeyiz kırmak ile.
Taşramızdan sormak ile,
Kimse bilmez ahvalimiz.
Erenlerin çoktur yolu,
Cümlesine dedik beli.
Gören bizi sanır deli,
Usludan yeğdir delimiz.
Muhyî sana olan himmet,
Aşık isen cana minnet.
Cümle alemlere rahmet,
Saçar şu yoksul elimiz.
Zahit kimdir, kimi ta’n eylemektedir? Bu şiirde Zahit’e seslenen kimdir? Aralarında ne tür bir fark, ne tür bir kavga var? Türkiye’de zühd tasavvufun bir parçası sayıldığı için zahitten yana şikayetçi tarafın tasavvuf olduğunu tasavvur etmek çok zordur. Çünkü Türkiye’deki dindarlık anlayışında zühd ve tasavvuf o kadar içiçe geçmiştir ki birbirinden ayrı düşünülemeyen şeylerdir. Halbuki zahid tarafından nefrete konu olup da zahidi cevaben protesto eden taraf Sufi’dir. Yani tasavvuf ehli. Peki Zahit ile Sufi arasında ne tür bir anlaşmazlık var?
Evvela “zahit” Ahmet, Mehmet gibi bir şahsın ismi değil, bir olma biçiminin adı. Zahid bir prensip insanıdır. Prensibi Allah korkusu veya kilo alma korkusu olabilir. Manevi fitness kaygısı ile diyet ve egzersiz yapar. Şeytanın kuşatması altındaki bir mümin olarak sürekli nöbettedir. En büyük korkusu teyakkuzdan düşmektir. Haramdan sakınmak için sınır çizgilerini keskinleştirir. Format insanıdır. Keskin hatları sever. Sınır ihlalinden korkar. Kuralcıdır. Namus insanıdır. Helal ve haram arasında inzibat hastasıdır. Allah ile ilişkisi korku ve saygı üzerine kuruludur. Zahid’in özelliği dini bir kurallar manzumesi, harfiyyen uyulması gereken bir ödevler topluluğu olarak görmesidir.
Zahid, Allah’a layık olmak için kendine işkence eden insandır. Uhrevi amaçlarla dünyadan el ayak çekmek zahitliğin sadece bir versiyonudur, dini bir versiyonudur. Zühd için ne dünyadan çekilmek ne de dindar olmak şarttır. Önemli olan bir ilkeye, bir kitaba sığmak için kendini şekillendirerek formda tutmaya çalışmaktır. (Buna eski Yunan’da askesisdenirdi). Zahidin en büyük özelliği verili emre sadakat, bir kurala ittibadır.
Zühd kişinin kendi kendini engizisyona tabi tutmasıdır. Kendi nefsini bir teslimiyetin veya bir kuralın hapishanesine atıp terbiye etmesidir. Zühdün temelinde korku vardır: Allah korkusu, kilo alma korkusu, yanılma korkusu, çelişme korkusu, trafikte şeritten sapma yahut şeriatte daireden çıkma korkusu. Onun için Zahid hamur gibi olan beden ve benliğini şeriat (fıkıh, yasa, ilke) denilen hudud’un bıçakları ile kesip biçmek ister. O eminlik arayan bir insan modelidir.
Zahid suyu bulmak için kuyu başına gider. Kuyudan su içer. Kuyunun dışı onun için çöldür, susuzdur. Kutsal olan kuyuyu sever ve çölden nefret eder. Susuz saydığı ölçüde kendini de çölden sayar. Kupkuru bir sadakatın tedirginliği içinde yaşar. Zahid takva ehlidir, çile insanıdır. Tanrı’yı dünyaya, insanı da harama bulaştırmamak için tetiktedir. Zahid o yüzden bir polistir. Bir fıkıh doktoru, bir yasa diktatörüdür.
Sufi ise serhoştur ve bir ihlalcidir. Laçkadır. Teorisi hulul ve tevhiddir. Sufi Allah’a layık olmak için kendini salıveren insandır. Aşkta namus olmadığı için aşk mesleğini takip eden sufi de namussuzdur. Allah sevgisiyle herşeyden vazgeçip kendini maşukuna adamak aşk mesleğinin sadece bir versiyonu, dini bir versiyonudur. Çoğu kez Leyla ile Mevla karıştığı için son tahlilde ikisi birdir. Sufi serhoş olduğu ölçüde taşkındır ve aşkındır. Zahit bir kuralın içine sığmaya çalışırken Sufi onun dışına taşmak, özüne inmek zorundadır. Zahit sınırlarda jandarma gibi gezinirken, Sufi sınırların yapaylığını (tarihselliğini) görüp toprakta kesintisiz bir yekparelik içinde kayıptır. Tasavvufun temelinde muhabbet yani aşk vardır. Aşkın gözü kör olduğu için sufi sevgiliden başka şey göremez. Sufi kendini de göremez. Kendi kendini sıfırlama pratikleri kendi bilincini, farkındalığını yok etmek içindir. Herşeyi fena’da eritir. Sevgili varolabilsin diye yokolmayı ister. Korku yerine sevgi, fark yerine fena onun alemindeki bütün sınırları eritip siler. Kıyıyı değil ummanı isteyen Sufi fıkha karşı mistlikliği, legalizme karşı anlamı (daha doğrusu görüntü yerine tadı) önemser.
Tipik olarak Zahit zahir ehli olmakla, Sufi ise batın ehli olmakla suçlanır. Fakat bunların ikisi de sebep değil sonuçtur. Asıl mesele Tanrı ile olan ilişkinin mahiyetidir. İki çelişen ilke sözkonusudur: Allah korkusu ile hareket eden Zahidin kulluk prensibi sakınmadır (içtinab). Allah sevgisi ile hareket eden Sufinin kulluk prensibi ise yapışmadır (birleşme). İlki Tanrı’yı tenzih edip aşkınlaştırırken, ikincisi Tanrı’ya yapışıp onda erimek, onunla birleşmek ister. Zahid’in ‘mutsuz bilinci’ ile Sufi’nin ‘bilinçsiz mutluluğu’ aynı Tanrı kapısına varmak isteyen farklı çırpınışlardır.
Dışarıdan bakınca Zahid görüntüye ve kurallara ziyadesiyle değer atfeder. Çünkü Şeriat zahire göre hükmeder. Zahid de Şeriate. Fakat Sufi için (itiraf etmese de) şeriat değil hakikat önemlidir. Olmak, dokunmak, yapışmak anlamında hakikat önemli olduğu için kabuğu kırıp öze inmek ister. Zahid için kuyunun duvarı kutsal iken, Sufi için duvar suyun hapishanesidir. Tevhid kuyunun genişleyerek bir okyanusa dönüşmesi, kıyısız kalmasıdır. Kuyu Ka’be’dir. Su için çölde yürümektense Sufi heryerde ve herşeyde suya dalabilmek ister. Onda çöl de su olur. Kıyı yoksa Zahid yoktur. Sufi ise sudan gayrı birşeye tutunuyorsa yoktur. Çünkü onunkisi bir iflastır: tutan el tuttuğu şey, yüzen ben yüzdüğü su haline gelmelidir. Bu bir açıdan da Taksimatçı Molla Kasım ile Oşinograf Yunus Emre’nin hikayesidir. Bir tarafta rasyonalitenin ızgarasının doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü ayrıştıran kıyımı var. Öbür tarafta tüm parçaları tek bir özde bir’leştirmek için eriten bir varlık heyelanı var. Zahid ile Sufi’de gördüğümüz şey ayrıştıran farkındalık ile birleştiren farksızlığın çatışmasıdır.
Trafik Polisi ve Sarhoşun Savunması
Zahid ile Sufi arasındaki gerilim Zahid’in edepliliği ile Sufi’nin rahatlığı arasında ortaya çıkar. İki olma biçimi karşımıza bazan fakih ile mistik, bazan kural ile amaç, bazan da şeriatın yerelliği ile tevhidin evrenselliği arasındaki fark olarak çıkar. Zahit Sufi’yi (polis sarhoşu trafikte) yanlış yola girerken veya madde etkisi altında kendini sürerken yakalamıştır. “Serseriye bak” diyerek onu ta’n eylemektedir. Kelepçe takip inzibatî tedbirler almak hakkını kendinde görmektedir. Sufi der ki “Zahid bizi tan eyleme, Hak ismin okur dilimiz”. Yani biz sufileri doğru yolda değil sanma. Serseri değil acile(n) giden yolcuyuz. Haktan sapanlardan değil Hakka gidenlerdeniz. Kendine gelmemiş değil, kendinden geçmişlerdeniz. Fakat Zahid bu ayrımı yakalayabilecek bir radara sahip değildir. Legalizmin emrinde bir değnekçidir o.
“Sakın nefsane söyleme, Hazret’e varır yolumuz.” Yani zahiren serseri ve başıboş, rahat, kuralları iplemez görünsek de halimiz için sakın nefsanidir (keyfi bir sorumsuzluk üzereler) deme. Zira Hazret’e varır yolumuz. Yani tanıdık bir yol olmasa da, Hazret’e varır gittiğimiz bu yolumuz. Haritada tanımlanmış bir yol olmadığı için yolda değil yoldan çıkmış görünüyor olabiliriz (Şeriatın navigasyon haritasında). Fakat bizim gittiğimiz bu yol da Hazret’e götürür. Sadece Şeriat aplikasyonundan bakınca öyle görünmez. Peki Hazret kimdir? Hazret’in ucu açıktır. Hazret, Hazreti Allah olduğu gibi Hazreti Muhammed de olabilir. Hazreti Şeyh de olabilir. Tasavvuf açısından gerçekte bunlar birdir ve her birisi ötekisinin bahanesidir, vesilesidir, portalıdır. Okyanusta damla, dere, deniz birdir. Tevhiddeki asimilasyon gücü, Hazret ibaresinde netleştirme lüzumunu gereksiz bırakmıştır. Şüphesiz bu müphemiyet Zahid açısından kriminal bir haldir. Fakat Sufi için tam da aranan haldir. Bıçağın keskinliği ile atmosferin oksijeni karşı karşıya gelmiştir. Zahid’in “fark”ı ile Sufi’nin “fena”sı sırasıyla ayrıştırma polisi ile aynılaştırma sisi olarak tecelli etmiştir. Kuralın katılığı ile anlamın uçuculuğunu burada bırakıp şiire dönelim:
“Sayılmayız parmak ile, tükenmeyiz kırmak ile.” Burada sanıldığı gibi sayımız çok o yüzden ne kadar saysan veya ne kadar kırsan yine de bitmeyiz demiyor. Diyor ki saymanın nesnesi olan görünürlükten mahrum olduğumuz için kim bizdendir bilmek zordur. Ayrıca zaten eridiğimiz için kırmanın nesnesi olan sertlikten, varlık iddiasından da uzağız. Yani sayma’nın ele geçirici nüfuzuna tabi olmadığımız (radara yakalanmadığımız) gibi kırma’nın tüketici kahrına da maruz kalmayacak kadar varlık iddiasından çıkmışız. Ölüyü öldüremezsin. Hangisidir diye bilemediğin birşeyi sayamazsın, kıramazsın. Burada bu görünmezlik Zahid’in zahire direkt yansıyan görünürlüğüne karşı Sufi’nin su olmasından kaynaklanıyor. Çölü delen Sufi su olup eridiği için su ne sayılır ne de kırılır. Bu görünmezlik kaybedecek hiçbirşeyi olmayanın özgürlüğünden gelen bir rahatlıktır.
“Taşramızdan sormak ile, kimse bilmez ahvalimiz.” Taşra birşeyin dışına, çevresine, periferisine verilen isimdir. Taşramıza yani dışarımıza sormak ile ahvalimizi (kim ve nerede olduğumuzu yahut ne yaptığımızı) bilmek mümkün olmadığı için bizi dışarıdan bakanlar bilmez, fark etmez. Yüzeyden öze, çölden suya geri çekilmiş bir olma biçiminin çölün sathından veya zahir nazardan görünmemesi sözkonusu. O yüzden biz zahirden tanınmayız ve anlaşılamayız diyor Sufi.
“Erenlerin çoktur yolu, cümlesine dedik beli.” Erenlerin yani sufilerin yolu çoktur. Yani Allah’a giden yollar (Şeriat içinde ve dışında) çoktur. İnsanlar adedince Allah’a giden yollar vardır. Biz hepsine “beli” (evet) dedik, hepsini meşru sayarız. Trafik polisi bir yerden bir yere gitmeyi sadece araçla ve sadece otoyol üzerinden tasavvur etse de nice başka kestirme veya dolambaçlı off-road yollar vardır. Hepsi de haktır.
“Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz.” Görenler bizi yoldan çıkmış, yoldan sapmış, dağda bayırda serserice yol giden manyaklar gibi görse de aslında deli (kaybolmuş, nereye gittiğini bilmeyen) değiliz. Bizim off-road yolumuz otoyoldan daha iyidir. Daha kestirmedir (uslu’dan yeğ’dir delimiz). Uslu burada klişe anlamda uslu-efendi gibi anlaşılmamalı. Uslu, us sahibi, akla tabi, terbiye edilmiş, bir yolun işaretlerine sadık kalan, rasyonel kişi demektir. Burada delilik, Sufi’nin sarhoşluğunun bir diğer adıdır. Kanun adına polis sarhoşu, toplum da deliyi tutuklamak ister. Fakat okyanus kuyuya yeğdir.
“Muhyî sana olan himmet, aşık isen cana minnet.” Burada Muhyî, diyor ki işini severek yapanın işi iş olmaktan çıkar hobi olur. Aşık olana sevgiliye varma yolundaki emek yük değildir. Aşık canını vermek ister. Aşkın mıknatısvari cezbesi yolun uzunluk ve zorluklarını ortadan kaldırır. Aşk yolunda dünyayı da taşısan tüy gibi hafif hissedersin. Çünkü teslim olmuşsun. Akıntıya kalmışsın.
“Cümle alemlere rahmet, saçar şu yoksul elimiz.” Yoksul el, tuttuğu bir şey olmayan, tutma iddiasından vazgeçmiş tutma yerine tutulmayı seçmiş bir eldir. O el, geleni mutlak bir kabul ile kabul ettiği, güvenlik ve inzibattan geçirmediği için artik bir ahize, bir aktarım cihazı haline gelmiştir. Rahmet o elden aleme dağılınca sadece Zahid’in üzerine titrediği otoyoldan değil her yerden tüm aleme dağılmış olur. Zira bu bir sel rahmeti yahut rahmet selidir. Yol kendi dışını kaplayacak şekilde genişledikçe ne yol kalır ne yolun dışı. Heryer yoldur, her istikamet Hakka’dır. Kuyu ile okyanus arasındaki fark Zahit ve Sufi’de öyle tecelli eder. Zahit çöllerden geçerek kuyuya varmak zorundadır. Suyu bulmak için yoldan gitmek zorundadır. Sufi ise okyanusta sırtüstü akıntıda zevketmektedir. Gidecek yolu, aranacak suyu yoktur. Aralarındaki ayırım dikiş tutturma ile kendini bırakma arasındaki ayırımdır. Zaptetmeye çalışma ile fethedilmek istemenin ikisi de su peşindedir. Biri kuyudan su çeker, bir okyanusta boğulur.