Türkiye sinema tarihinin en "nadide" temalarından biri annesinden/babasından utanan genç kız/oğlanın zengin sevgilisi ile yalan üzerinden başlayan, hüsranla devam eden ama mutlaka mutlu sonla biten öyküsüdür.
Genç kız/oğlan fakir bir ailenin çocuğudur. Bir şekilde kendini ekonomik seviyesi yüksek bir çevrede bulur. Ailesinden utanır. Yalan söyler. Zengin sevgilisi ile 'aşk' yaşamaya başlar. Yalanı (çoğu zaman) o zengin çevredeki kötü anti-karakter tarafından deşifre edilir. Sevgilisi onu yalan söylediği için terk eder. Fakat en sonunda hikâye bir vuslatla biter.
Bu tema klasik bir hikâye olmasına rağmen, günümüzde de tekrarlanarak, seyircinin ilgisini çekmeyi başarmıştır. Örneğin yakın zamanda yayınlanmış ve reyting rekorları kırmış "Adını Feriha Koydum" isimli dizi buna örnektir.
Bu konu mutlaka seyirciyi esas fakir kız/oğlanla sempati kuracak şekilde işlenir. Seyirci bu "masum" ve "gerekli" yalanı anlamaya, hatta sempati duymaya yönlendirilir. Fakirlikten utanmak "normdur", bunu saklamak ise "zaruret"… İzleyici kaçınılmaz sonun yani, yalanın ortaya çıkmasının, gerçekleşmemesi için dua eder. Kaçınılmaz son gerçekleşince ise, bunun affedilmesini bekler.
Bir yandan mutlak iyi ve kötünün karşılaşmasıdır bu hikâye. Fakir aile iyidir, masumdur, namusludur, zengin çevre ise yoz, kötü ve günahkâr. Hikâyenin zengin esas kız/oğlanı bu yoz çevreden çıkmış bir istisnadır. Lakin diğer yandan, fakir aileye yüklenen tüm ahlaki üstünlüğe rağmen, fakirlikten utanılmasının bir norm olduğu varsayımı üzerine oturur tüm hikâye. Fakir kız/oğlan bir yandan dahil olduğu zengin çevre içinde kendini yetersiz hissetmez. O çevredekiler kadar ve hatta daha fazla güzeldir, yakışıklıdır, yeteneklidir, iyidir. Ama diğer yandan kategorik olarak kendini onlarla eşit de görmez, göremez. O sadece ve sadece ailesinin gelir durumu nedeni ile "lekelidir". O aslında diğerlerinden daha "iyidir" ancak kendi kimliği konusunda dürüst olursa, asla kulübe dahil olamayacaktır.
Seyirci "evladım utanmıyor musun seni bu yaşa getiren ailenin kim olduğunu saklamaktan" sorusunu sormaz. Zengin kız/oğlana "sana ailesinden utanan, yalan söyleyenden hayır gelmez" demez. Yalanla başlayan bir ilişkinin izdivaç ile sonlanması gerektiğini düşünür. Yalan söyleyenin ahlaki zaafı sorgulanmaz. Yalan söylemenin, kendi ailesinden o veya bu sebepten utanmanın, kendi kimliği ile böylesine hastalıklı bir ilişki kurmanın yanlış, kötü ve hatta tedaviye muhtaç bir hastalık olduğu kimsenin yüzüne vurulmaz.
Türk'ün kimliği ile imtihanını bundan sarih anlatabilecek bir çelişki var mı?
"İmaj kaygımız" aslında hiç fakir genç kız/oğlanın "masum ve elzem" yalanından farklı oldu mu? "Muasır medeniyet" ile muhatap olan "Türkiye'nin aydın yüzlerinin" psikolojisi ailesinden utanan fakir genç kız/oğlan'dan farklı oldu mu?
Esenboğa'da inen yabancı heyeti Çankaya'ya götürürken yol üzerindeki gecekonduları görmesin diye arabanın camındaki perdeyi kapatan, on yıllarca kendi ülkesi hakkında yalan söylemeyi analiz sanan, Eurovision'a Opera gibi ucube bir şarkı yollayan bir zihniyet sağlıklı olabilir mi? Daha da vahimi bunu normal gören, hatta bir yalanla yaşamayı seven, bu yalanı deşifre eden, oyunu bozan kişiye öfkelenen bir ideoloji ile konuşulabilir mi?
200 yıldır Batıdan saklamaya çalıştığımız her şeyi temsil eden birileri memlekette ne zaman demokrasi olsa iktidara geliyor. Darbe dönemleri dışında (epey nadir istisnalar dışında) sandıktan onlar çıkıyor.
Hasolar, Memolar, takunyalılar, bidon kafalar, göbeğini kaşıyanlar.
Kendini sosyetik muhitin, şımarık genç kızı/oğlanı için acı gerçeği sandık hatırlatıyor.
Sorun şu ki: “Batı” ile izdivaca mani olan şey aslında utanılan aile değil, bir yalanın üzerine inşa edilen kimlik.
Başbakan Davutoğlu, Fransa'da Charlie Hebdo saldırısı sonrası düzenlenen gösteriye katılmazsa adımız IŞİD'ciye çıkar diyenlerin, dün Türkiye'de gerçekleşen terör protestosunu faşizan bulması karşısında aklıma yine Türk sinemasının bu nadide teması geldi.
Ve Türkiye'deki tartışmanın aslında ideolojik değil, psikolojik olduğu…