Bir önceki yazımda (“Bu seçimler biraz farklı gibi” 15.5.2018 serbestiyet) yaklaşan seçimlerin AKP’nin varoluşundan bu yana yaşadığı en riskli seçimler olduğunu ve iktidar kaybıyla sonuçlanabileceğini öne sürmüştüm. Ancak, yazıyı bağlarken “ ileri sürdüğüm düşüncelerin tüm etmenleri doğru yerden yakalayamıyor da olabileceği” uyarısıyla, düşünce çerçevem üzerine kuşku belirtmiştim.
Bu kuşku, aktüel siyasi koşulların değerlendirilmesinde düşülecek hatalardan daha ziyade, ülkede cari siyasi kültürün yapısı ve rolünü hak ettiği ölçüde dikkate almamak üzerine bir kuşku…
Kestirmeden giderek şöyle açayım: Yaygın zihniyet yapımız otoriter özellikler taşıyor. Sorunları; iknayla, uzlaşarak, taviz vererek, kendimiz de değişime açık durarak çözme alışkanlığımız yok. Zihniyet kodlarımız, paylaşarak, hakları karşılıklı tanıyarak ahenkli toplum düzeni kurulacağına inanmaya yatkın değil. Bu sadece siyasi bir ideoloji de değil üstelik. Sivil ilişkilerimize, iş hayatımıza, eğitim anlayışımıza, aile düzenimize kadar geniş bir yaşam alanında işleyen bir akıl ve duygu dinamiğini ifade ediyor. Ünlü futbol yorumcumuzun reytingi tepelerde dolaşırken, ta içinden gelen bir isyanla “ben Genel Kurmay Başkanı’nın kodum mu oturtanını severim” cümlesini hatırlarsınız. Çok bizdendir bu cümle, çok avamdır. Ama avamı da aşar, “seçkin” in de ruhuna dokunur; hak verdirir. Bugün hala, erkek dünyasında tırnak tırnak tırmanıp önemli iş pozisyonları yakalamış; kendisine pahalı bir orta sınıf hayatı kurmuş; kentli, sükseli kadınlardan, erkek şiddeti konusu açılınca “o kadınlar da hak ediyorlar” cümlesi duyarsanız kaçınız şaşırırsınız? Kestirmeden gideyim dedim, o halde uzatmayayım. Bu ülkede yaygın kültür, güç kullanmadan düzen sağlanamayacağı; uzlaşmanın zaaf ve eksiklik belirtisi olduğu; hak ve adalet sağlamanın da güçlü egemenlikle gerçekleşebileceği ve muktedirin sorumluluğunda olduğu kabulüne dayanır. Bunu, bu açıklıkla söyleyemeyenlerin bile bilinçaltlarının sık sık pırtladığına tanık olursunuz.
Bu kültürün siyasete tercümesi; “biz bize benzeriz”dir. Biz (ne yazık ki!) bir Norveç, bir İsveç değilizdir… (Gerçi şimdi oralarda da gerçek bir demokratik zihniyetin var olmadığını; Batı’nın değerlerinin de sahte olduğunu düşünüyoruz. Bu daha geniş bir tartışmanın konusu; geçelim). Fakat hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de siyasi hayatın Batı demokrasileri standartları üzerine kurulamayacağı; bizim koşullarımızın farklı olduğu; güvenli bir kamu düzeni kurabilmemiz için devletin kısıtlayıcı, baskılayıcı otoritesine ihtiyaç duyduğumuz argümanı uzun yıllar askeri vesayet düzeninin egemenlerinin dilinden düşmemişti. Şimdi o argümanı ileri demokrasi vaadiyle yollara çıkan iktidar devraldı. Görülüyor ki bu her devirde revaçta olan argümanın kültürel bir zemini var ve bir hayli işlevsel…
O halde soru şu: Seçimlerde rekabet yaşayacak iki bloka baktığında “Selim Türkhan”lar ne görecek ve gördüklerinden nasıl etkilenecekler. (Alper Görmüş’ü takip edenler Selim Türkhan karakterinin, ismini iletişimci Ateş İlyas Başsoy’un koyduğu, partisiz, angajmansız, kampanyalara ve duygularına göre tepkisi değişebilen ve seçim sonuçlarını belirleyen kesimleri temsil eden bir kurgu karakter olduğunu bilirler)
İktidar bloğunun güçlü bir otoriteyi; kararlı, mücadeleci bir iradeyi temsil ettiğini; oysa muhalefetin etkin bir merkeze sahip olmadığını; çok parçalı yapısı ve siyasi profilleri itibarıyla devlete ve topluma hükmetme konusunda yeterince güven vermediğini düşünen çok sayıda seçmen olduğunu kabul etmek yanlış olmaz. Erdoğan’ın birçok siyasetini, özellikle ekonomi politikasını beğenmeyen fakat onun gitmesi durumunda oluşacak vakum etkisinden endişe eden; Türkiye’nin Erdoğan’a bir bakıma mahkûm olduğuna inanan insanlar var. Erdoğan hatırı sayılır yanlışlar yapıyor ama bu yanlışlar da yine ancak onun iradesi ile aşılabilir diye düşünüyorlar. “Tamam Erdoğan’a vermeyelim de başka alternatif mi var?” klişesi oldukça canlı bu kesimde. Ülkenin ve bölgenin karşı karşıya olduğu sorunların kolay baş edilemezliği inancı da bu “alternatifsiz otorite” algısını besliyor. Olağanüstü durumlar, olağanüstü liderler gerektirir diye düşünülüyor.
Bu düşünce kalıbının kuşkusuz ki yukarıda değinmeye çalıştığım otoriter zihniyet kodlarımızla dolaysız bir ilişkisi var. Demokratik uzlaşmanın, düşünce ve ifade özgürlüğünün ve hatta insan haklarının “romantik ütopyalar” olduğunu haykırabilen; baktığı her yerde bizi imha etmek isteyen düşmanlar ve hainler gören bir kesim yaşıyor aramızda.
Eğer kararsız tarafsız seçmenler (Selim Tükhan’lar) dünyasında son sözü böyle düşünenler söyleyecekse; muhalefet, bu otoriter zihniyet kalıplarının ürettiği endişeleri aşmayı başaramazsa, iktidar her şeye rağmen bu dönem de yola devam edecektir.
Başka türlü söylersek; Selim Türkhan’lar gerçekten kavga ve gerilimden yorulmuş, umut ve huzur mu arıyor; yoksa korkuları bu arayışlarını erteleyecek kadar diri ve derin mi… 24 Haziran’da biz bunun cevabını alacağız…