[6-7 Eylül 2015] Yukarıda, İzmir’in Cumhuriyet Meydanı’nın bugünkü halini görüyorsunuz. Düzenli, ferah, modern. Kuzeyden, İzmir Körfezi’nin içinden güneye doğru bakıyoruz. Sağ alt köşede Pasaport ve eski limanın başlangıcı. Meydanın yarım daire şeklindeki yeşil alanının ön kenar ortasında, 1927-32 arasında İtalyan heykeltraş Pietro Canonica’ya yaptırılan Atatürk heykeli yer almakta. Onun arkasında ve tam karşımızdaki enlemesine kibrit kutusu, 1950’lerde yapılan Büyük Efes Oteli; şimdi Swissôtel zincirine ait. Heykelin arkasında, oteli aralarındaki dar açıya alarak sağ çapraza (güneybatıya) ve sol çapraza (güneydoğuya) giden iki büyük cadde görülüyor. Sağdaki Gazi Osman Paşa Bulvarı, soldaki ise Şehit Nevres Bulvarı, doğru Fuar alanının (doğru adıyla Kültürpark’ın) Montrö (Montreux) Kapısı’na giden. Montrö’den doksan derece sola (doğuya) saparsanız, Şair Eşref Bulvarı sizi, deniz tarafından gelen Vasıf Çınar Bulvarı’yla kesiştiği noktada Fuarın asıl büyük ve anıtsal Lozan (Lausanne) Kapısı ve Meydanı’na çıkarır. Bir de en solda, meydanın doğu kenarındaki, önünde yedi sekiz otomobilin durduğu büyük binaya dikkat edin. 1960’lara kadar yoktu. Sanırım 60’ların ortalarında yapıldı, biz İzmir’den ayrıldıktan sonra. 1964’te üniversiteye gittiğim Amerika’dan ya ilk döndüğüm 66 veya ikinci döndüğüm 67 yazında, bu da ne diye şaşırıp hüzünlendiğimi hatırlıyorum.
Nasıl hüzünlenmeyeyim; yokedip yerini aldığı şey benim doğup büyüdüğüm dede ve baba evimdi. Aşağıda soldaki fotoğraf, Cumhuriyet Meydanı’nın herhalde 1950’lerin sonlarındaki haline ait. Büyük Efes Oteli bitmiş; buna karşılık Şehit Nevres Bulvarı’nın iki yanındaki apartımanlar henüz görece alçak; dolayısıyla bulvarın ne kadar ağaçlık olduğu ilk resme kıyasla daha net farkediliyor. Dikkat ederseniz, sol alt köşede, yani meydanın doğu kenarında, 60’ların
ikinci yarısının o koca blok apartımanının yerinde beyaz, iki katlı bir bina var. Yanındaki renkli kartpostal, karşıdan görünümünü veriyor. Yakın planda, erken Cumhuriyet döneminin favori heykeltraşı Canonica’nın eseri. Çağının çok klasik, çok resmî, çok muhafazakâr, çok anıtsal bir sanatçısı Pietro Canonica. Önemli bir kısmı (hayvanı iradesine râm ettiği gibi insanlara da hükmeden bir iktidarın simgesi olarak) at sırtında gösterilmiş yöneticilerin heykelleriyle ünlü. Çar II. Aleksandr’ın St Petersburg’a dikilmesi düşünülmüş anıtı için alçı maket (1912-14). Gene St Petersburg’daki Grandük Nikola anıtı (1913; ihtilâl sırasında 1918’de yıkılmış). Sonra büyük bir Türkiye cevelânı: Ankara’da, Etnoğrafya Müzesi’nin önündeki at sırtında Atatürk heykeli (açılışı 29 Ekim 1927); gene Ankara’da, Zafer Meydanı’ndaki mareşal üniformalı Atatürk heykeli (açılışı 4 Kasım 1927); İstanbul’daki Taksim Cumhuriyet anıtı (açılışı 9 Ağustos 1928); nihayet İzmir’de, tekrar at sırtındaki heykel (açılışı [ya 27 Haziran ya 28 Temmuz] 1932). Devamında Irak Kralı I. Faysal’ı da hemen tıpatıp aynı atlı formülle resmedecek (Bağdat 1933). Öyle ki, Etnoğrafya, İzmir ve Bağdat heykellerini yanyana koysanız birbiriyle örtüşür; üç ayrı kişi yapmış olsa plagiarism, intihal sayılır. Canonica oradan Mısır Hidivi İsmail’e (İskenderiye 1935), İtalya Kralı Vittorio Emanuele’e (Roma 1935) ve Papa XI. Pius’a da (Roma 1941-49) uzanacak.
Biz gene çocukluğumun İzmir’ine dönelim; yukarıda sağdaki kartpostal-fotoğrafta, Cumhuriyet Meydanı’nın batı-doğu ekseni boyunca doğuya, Gündoğdu ve Alsancak yönüne bakıyoruz. Heykelin arkasında, işte o bembeyaz yapı Akdeniz Apartımanı. Dedem Halil Namık Bey ve babaannem Ülfet Hanımın, 1940-41’e kadar İstanbul’da, Teşvikiye-Nişantaşı civarında, Şişli Terakki ve eski Işık liselerine yakın bir yerde oturdukları kesin. 1940 yazında Paris düştüğünde hemen karşılarındaki terasta eğlenip coşan Almanları oradan seyretmişler ve benim hep olağanüstü yumuşaklığıyla hatırladığım dedem, orta-lise öğrencisi amcalarıma “merak etmeyin, onların da sonu gelecek” gibi kâhin ve keskin bir şey mırıldanmış. Sonra 1941 baharında Naziler Yugoslavya ve Yunanistan’ın işgalini tamamlayıp Trakya sınırına dayanınca İstanbul’dan kaçış başlamış. Bizim aile de önce Ankara’ya, oradan da zaten Girit’ten ilk geldikleri İzmir’e göçmüş. 1941-42 olmalı (vakti zamanında bunları adam gibi sorup kaydetmemek ne salaklık). İlk birkaç yıl Karşıyaka’da Deniz Bostanlısı’na yerleşmiş; herhalde harbin bitiminde, San Francisco Konferansı’ndan sonra, muhtemelen 1945 sonu ama belki 46 başlarında Akdeniz Apartımanı’ndaki daireye taşınmışlar. 47’de orada doğmuşum. Arada bir Salihli-Alaşehir faslı var; sonra 50-51’de geri dönüş (1951-52 TKP tevkifatı başladığında, babam iş kendisine uzanırsa, ki uzandı da, annemin ve benim gurbette ve yalnız kalmamamızı hesapladığından).
İlk gerçek Akdeniz Apartımanı anılarım (babamın götürülüşü dahil) işte o 1951 yılından kalma. Bingazili zengin bir Araba ait olduğu söylenirdi; net bir kuzey Afrika havası vardı nitekim. Sanırım üç ayda bir zuhur eden bir vekilharç; kira 112.5 liradan 125’e çıktığında annemin yakınması. Günümüz ölçüleriyle, muazzam bir yer israfı. Meydandan girişte hangar gibi bir kapı ve sağlı sollu iki büyük işyeri, dükkân-mağaza mekânı (sol köşede ve deniz tarafında Şark Halı; sağ köşe ve arkada, 50’lerin tarımsal makinalaşmasını simgeleyen Massey-Ferguson traktörleri montaj ve bakım atölyesi). İkinci katta topu topu dört daire. Üçü konut, biri Millî Piyango. Upuzun, 13 küsur metrelik (çocuk merakımla ölçmüştüm) bir koridora açılan, ikisi balkonlu sıra sıra odalar. En dipte veya sağ uçta, yuvarlak köşeye denk gelen benim odam. Sonra dedem ve babaannemin yatak odası. Sonra (tek sobanın dört mevsim kurulu durduğu ve kışın yandığı) yemek odası. Ondan buzlu cam kapılarla geçilen oturma odası. Sokak kapısına en yakın da annemin ve babamın yatak odası. Koridorun ortasında ve yemek odasının karşısında, mutfak, tuvalet, (odun yakılan termosifonuyla) banyo ve hem banyoya hem koridora bakan odunluk. Şimdiki gibi 2:30’luk değil, tastamam 4 metrelik, kaçan balonlarımın merdivensiz indirilemediği, İzmir’in ünlü depremlerinde her köşesinin ayrı oynayıp çalkalandığı tavanlar.
Bütün bunları sıradaki iki fotoğraftan biraz olsun algılamak mümkün. Kendisi de İzmirli olan arkadaşım Cemil Koçak bulup verdi; teşekkür borçluyum. Yukarıdaki ilki, Akdeniz Apartımanı’nın (annemin dediğine göre 1920’lerdeki) yapımını gösteriyor. Gene (henüz adı konmamış) Cumhuriyet Meydanı boyunca batıdan doğuya bakıyoruz; en solda deniz (Priştine’nin dolduracağı park ve gezinti alanı tabii mevcut değil); ileriye, Alsancak’a doğru dümdüz uzanan Kordon boyu; rıhtıma paralel tramvay rayları ve bir atlı tramvay. (İstanbul’da 1869-1914, İzmir’de 1880-1928 arasında faaliyet gösteren atlı tramvayların, ilk elektrikli tramvay hattının 18 Ekim 1928’de açılmasından hemen sonra, 31 Ekim 1928’de son seferlerini yapıp kaldırılmış olması, resmin 1923-28 arasına tarihlenmesini doğruluyor.) Giriş kapısının büyüklüğü de, tavanların yüksekliği de bu betonarme inşaat fotoğrafından apaçık ortada.
Aşağıda ise, daha çok Birinci Kordon diye bilinen Atatürk Caddesi’nin (İkinci Kordon = Cumhuriyet Bulvarı) Cumhuriyet Meydanı’na açıldığı aynı noktanın muhtemelen 1950’lerin ortalarındaki halini görebilirsiniz (50’lerin ortaları, çünkü yollar hâlâ parke; bu taşların sökülüp Kordon’un beton-asfalt yapılmasını çok iyi hatırlıyorum). Besbelli bir bayram, belki bir 30 Ağustos veya 29 Ekim kutlaması; aynen burada görüldüğü gibi, tören kıtaları Birinci Kordon boyunca gelip meydanda birden üç misli genişleyen caddeye yayılır, Akdeniz Apartımanı da kendiliğinden eşsiz bir şeref tribünü konumunda olduğunda teras ve bütün daireler misafir dolup taşardı. Giriş portalinin üzerindeki MİLLİ PİYANGO İDARESİ tabelası ve onun da tepesindeki, terastan sarkan bayrak, binanın cephesini ortadan ikiye bölmekte. Ön sol dairede CHP’li
bir avukat otururdu; nitekim soldan ikinci, tıklım tıklım dolu balkona dikkat edin; 27 Mayıs 1960’a giden süreçte İsmet İnönü İzmir’e geldiğinde, meydana kurulan bir kürsüden değil, doğrudan doğruya bu balkondan konuşmuştu. Bayrağın ve Milli Piyango tabelasının sağında ise bizim daire uzanıyor. Sağdan üçüncü pencere, babamların yatak odası (annemin beni doğurduğu). Sağdan birinci pencere, daha önce sözünü ettiğim sobalı yemek odası. İkisinin arasında, yemek odasına geçişimli salon yer almakta. Önündeki küçük balkonda, o sırada herhalde on yıldır burada ikamet etmekte olan Berktay ailesinin, resim büyütüldükçe flulaştığından tam teşhis edemediğim ama daha çok kadın gibi duran en az üç mensubu seçilebiliyor. İkisi muhtemelen annem ve babaannemdir; diğeri veya diğerleri kim acaba? Anneannem? Babaannemin küçük kardeşlerinden Zekiye Tete veya Muzaffer Tete? Belki İstanbul’dan gelmiş olabilecek Suzan teyzem veya Solmaz ablam? Aradan geçen onyıllar, henüz çözülmemiş “büyük aile”mizin (zadruga mı demeli) boyutları ve böyle bayram günlerinin özel kalabalığı, daha iddialı bir tahminde bulunmayı imkânsız kılıyor.
Öyle veya böyle; 1951-64 arasında işte bu evde geçti çocukluğum. Her sabah buradan çıkıp Özel Devrim ve sonra Gazi ilkokullarına gittim. Buradayken 5712 no’lu ev telefonumuz 25712 ve sonra ya 32838 ya 34708 oldu (biri ev, diğeri babamın avukatlık hakkını kaybedince kurduğu Kültür Kitapevi; karıştırıyorum artık). Akdeniz Apartımanı’ndayken tramvay kalktı (1954) ve troleybüse geçildi. Kore’den gelen Amerikan askerî nakliye ve hastane gemilerinden vinçle indirilen tabutları ve koltuk değnekleriyle sekerek rıhtıma çıkan askerleri o balkonlardan seyrettim. Babam mahkûmiyetinin son altı ayını yatmaya Nevşehir’e gitti; o arada hem dedem hem anneannem öldü; bir yandan da ilkokulu bitirdim ve kızkardeşim Neyyir doğdu (hepsi o karmakarışık 1957 yılında). 27 Mayıs o evdeyken oldu. Giderek genişleyen halkalar halindeki yatılı hayatım da o evdeyken başladı. Hep daha uzaklara; 1957’de İzmir Koleji’ne (şimdi BAL), 1961’de Robert’e, 1964’te Yale’e yollandım.
6-7 Eylül de beni ve bizi Akdeniz Apartımanı’nda buldu. 6 Eylül babamın doğum günüydü (şu geçtiğimiz Pazar yani; yaşasaydı 94 olacaktı). Bir zamanların küçük ve kapalı Türkiye’sinde, 20 Ağustos – 20 Eylül İzmir Enternasyonal Fuarı çok büyük olaydı. Hemen her akşam giderdik, kâh annem babam kâh arkadaşlarımla. Pavyon pavyon gezer, Lunapark’ta çarpışan otomobillere ve diğer oyuncaklara biner, geceyi ayran ve sosisli sandviçle taçlandırırdık. 1955’in 6 Eylül akşamı da babamın [34’üncü] yaşgününü kutluyorduk. Üç kişiydik; ben sekiz yaşımdaydım; Neyyir henüz yoktu. Gölün 9 Eylül Kapısı’na yakın ucunda bir yerlerdeydik. Havada bir olağanüstülük belirdi. Anormal bağrışma ve koşuşmalar duyuldu. Lozan Kapısı’ndan girişte solda Yunan pavyonu vardı. Bize göre uzun havuzun ötesinde kalıyordu. Uzaktan, şimdiki tahminimce belki 100-150 metreden gördük; alev alev yanıyordu. O yaşta mesafe tahmin edemezdim tabii, ama görüntünün kendisi hiç silinmemecesine kafama kazınmış: Binanın etrafını saran uğultulu bir kalabalık; ateşin aydınlattığı ama henüz tam sarmadığı çatıda dolaşıp ellerine ne geçerse kırıp dökerek aşağı fırlatan bir takım insanlar. Gidelim, dedi babam. O güruhun içinden geçmemek için her zamanki gibi Lozan’dan değil Montrö’den çıktık ve hemen bir faytona atladık. Her zaman arabacının yanında otururdum; bu sefer babam olmaz, geç arkaya annenin yanına dedi ve hayret, oraya kendisi oturdu. En başta sözünü ettiğim Şehir Nevres Bulvarı, Montrö’den Cumhuriyet Meydanı’na ve bizim eve kısacık bir mesafeydi (GoogleMaps kapıdan kapıya 610 metre diyor). Ama bitmek bilmedi. Cadde o geç saattte de kalabalıktı; sağımızda solumuzda hırpani tipler kaldırımdan değil yolun ortasından yürüyordu. Bazılarında sopalar, birkaçının elinde şişeler vardı. Aralarından geçiyorduk. Biri döndü ve sağdaki atın gemine sarılıp arabayı durdurmak istedi. Babam doğruldu ve anlamadığım, ama çok sert ve mütehakkim bir şeyler bağırdı. Sarhoş herif eli yanmış gibi bıraktı dizginleri. Bir daha da sataşan olmadı.
Kişisel hikâyem burada bitiyor. Gerisi genel bilgiler. 1890’ların 200,000 dolayındaki, yüzde 55’i gayrimüslim “Gâvur İzmir”iydi. Üzerinden Seferberlik, Yunan işgali, 13-17 Eylül 1922 İzmir Yangını ve Mübadele geçti. Eski Rum ve Ermeni mahalleleri dönüştüğü kapkara “yangın yeri”ne, geçmişin anılarının kelimenin tam anlamıyla üstünü örtmek amacıyla (zamanın başbakanı İsmet İnönü bu konuda çok nettir) Kültürpark kuruldu. 6-7 Eylül’ün de yaşandığı 1950’ler boyunca nüfus 225,000’den 300,000’e tırmandı. Bugün ise neredeyse 3 milyon. Yeryüzünün bu köşesinin “kan toprakları”ndaki hemen her kent gibi İzmir de bir palimpsest. Eski yağlıboya tabloların üzerine her seferinde yenilerinin vurulduğu bir tuval. Alttaki katmanları görmek için röntgenden geçirmek lâzım.