Ana SayfaYazarlarOyunları ve oyuncuları karıştırınca

Oyunları ve oyuncuları karıştırınca

 

 

 

Fenerahçe, Robben ve İbrahimoviç’i alacakmış. Önce akıllı ve hayırlı proje olduğuyla başlanmalı. Akıllı, çünkü Yandex’le isim yazma karşılığında para pazarlığıyla yetinilmeyip “kazan-kazan”ın; yani toplam kazancı artırarak bölüşmenin yaratıcı yolu bulunmuş. 

 

Hatta sırf Fener’le Yandex arasında bile değil, bir yöneticiden şu mesajı dinlediğimde inanamadım: “Onlar (taraftar kastediliyor) arama motoruna FB yazdıktan sonra, Robben’i istiyoruz diyecekler, biz de alacağız!” Neredeyse katılımcılık vaadli bir demeç; demokratlığı çağrıştırıyor, ( doğrusu user friendly [kullanıcı dostu] )  hem de dayanışmacı. Demokrat, demokrasi gibi siyasi içerikli sözcüklerin yerli yersiz kullanılmasına dertlenenlerdenim.

 

Demokrat, sözcüğü,yurtseverle birlikte 60-70’lerin sol jargonunda komunist olmaya tırmanan merdivenin basamaklarından biri anlamında kullanılmakla zaten  yeterince çarpılmıştı. Bu arada,E.G.Sandalcı yönetiminde,destek verdiği günlük gazetenin adını “Demokrat” koyan Devrimci Yol’un hakkını yememeli. Demokrat sözcüğünün bu denli çarpıldığı bir yerde liberty [serbestlik,özgürlük] kökünden türeme, liberal ve liberalizm sözcüklerinin de sağlam kalması beklenemezdi. O denli yamuldu ki ne sağda ne solda, kimse açıkça ben liberalim diye siyaset sahnesine çıkamadı, liberalizmin siyasi/ideolojik tezlerini siyaset sahnelerinde dolaştıramadı.

 

Liberalizm ve Liberallik böylece, 80’lere kadar siyaset sahnesinin öznesi olamayıp, bilinçaltının bastırılmış hatıra hammaddesi gibi şu veya bu dolayımla Türk-İslam sentezi rotasında seyreden sağ cereyanlarla; ne bir kavram ve gerçeklik olarak devlet mevhumuna ne de global resmi siyaset kanallarına yeterli mesafeyi koyamamış  Marksist iddialı ve/ya sosyal-demokrasi iddialı  “Ortanın solu/demokratik sol”(İ.İnönü/B.Ecevit )arasındaki yelpazenin gölgesinde kalmış oldu.

 

 

12 Eylül ertesi muhalefet de S. Demirel/H. Cindoruk ve B.Ecevit gibi eski  parlamenterlerle DİSK, TMMOB gibi sol çevrelerin kontrolundaki örgütlü güçlerle seçilmiş belediye başkanı Terzi Fikri’nin Fatsa’daki istisnai önderliği türü Marksist siyasi sol iddialı  çıkışlarla; Eski ilişki ağlarıyla, sınırlı maddi imkânlarını geliştirme fırsatı bularak Birikim dergisi/yayınevini İletişim yayınları, Yeni Gündem dergisine devşirmiş Murat Belge/Ömer Laçiner çevresinde öbeklenmiş ağırlığı Marksist aydınlarca yürütülünce; bastırılmış  gölgedeki liberallerin “geri dönüşü”(Kemal Sayar’ın komşusu olunan bir ortamda psikanaliz menşeli mecazı uzatmayıp “su yüzüne çıkışı” denmeli) aşikâr ki Adnan Kahveci gibi prenslerinin de desteğiyle Turgut Özal’ın göz kırpmasına kadar ertelenmiş oldu.

 

Aslında ses getiren ilk ciddi entellektüel liberal çıkış da hep sol çevrelerle hareket etmiş Toplum ve Bilim dergisinin de kurucularından iktisat profesörü Asaf Savaş Akat’tan ve kuruluşuna katıldığı İletişim yayınlarınca yayınılanan kitabıyla geldi. Özal ertesinde  ipliği iyice pazara çıktığından beri “İthal İkameci” kalkınma artık hiçbir kimse ve kesimce açıkça savunulamıyorsa; bu ustaca derlenmiş kitabın payı hiç de az değildir. (Özellikle de solunkinde.)

 

Akat’ınki akademik/entellektüel bir çıkıştı. Onun da içinde bulunacağı ilk siyasi çıkış. Kürt açılımının da gayrıresmi (devlet-dışı) ilk hamlesi sayılması gereken YDH (Yeni Demokrasi Hareketi) idi ve nereden bakılsa bir beyaz-Türk olan işadamı Cem Boyner’in liderliğinde, Marksist sol ve Kürt nüfusun yoğunlaştığı bölge dışından kaynaklanan bir siyasi hareket Kürt sorununa ilk kez açıkça sahip çıkıyordu.  

 

 

Sonrası Besim Tibuk liderliğinde liberalizmin ilkelerini şiar edinerek siyasallaşmaya çalışan Liberal Demokrat Parti gibi girişimlerle geldi. Daha da sonra Wallerstein, Arrighi gibi tanınmış Marksistlerle State University of New York/Fernand Braudel Center’den Türkiyeli akademik mesai arkadaşları Çağlar Keyder gibi Marksist yazarların açtıkları perspektiflerle bazı solcular da dahil birçok kişi  liberalizme sözünü etttiğim liberty içerigi dolayımıyla en azından daha toleransla yaklaşmaya başlayabildiyse de, İ.Selçuk, E.Çöleşan çizgisinden beslenen “liboş” pejoratif içeriğinin ağırlığını üzerinden atamadı. Edebiyat eleştirmeni Nurdan Gürbilek’in kitaplarında “taşralı”yla karşıtlığı içinde inceden-inceye analizi yapılmış Türkçe edebiyatın vazgeçemediği tiplemesi “züppe”yle anlam bağını koparması da kolay olmayacak gibi.

 

 

Nitekim D.Bahçeli’nin TİP’in kuruluş zamanları 60’lar bağnazlığının kirli çamaşırlarından devşirdiği “Boğaz-viski” sembol eşleştirmesinde de bünyeye sinmemiş züppe imâsı belirgindi. Ayrıca derin Orta – Amerika’nın New York-Bostonlu Doğu-yakası demokratlarına; derin Güney Almanya’nın Hamburg’lu ve Kuzey Ren’li solcu-yeşillere biçtiği tiplemelerden hiç de farklı olmamasından da belli ki  Anadolu’ya has değil, geç-kapitalizme özgü, küreye tanıdık bir reaksiyon bu; anti-kapitalist sol jargonun geç kapitalizme taktığı onay görmüş “neo-liberalizm”  kavramındaki sol reaksiyonla anti-demokratik cumhuriyetçi/faşizan  sağın reaksiyonlarını ifade için, biri daha teorik, diğeri lumpen tınılarla (neo-liberal/entel/dantel-liberal) aynı sözcükte buluşmuş olmaları da bu eğilimin şansı kadar şanssızlığı da olsa gerek; kapitalizme yapışıp kaldığı ölçüde, onunla birlikte ömrü de uzayıp şanı yürümüş oluyor.  

 

 

Fener’le başlamıştık, diyeceğim şu idi: profesyonel ve/ya dalnının zirvesi amatör  sporcular, mektepli veya alaylı hiçbir pozisyonun olamayacağı kadar erken ciddi bir populerliğe ulaşırken, onları tanıyan kitlelerin özenip, asla sahip olamayacağı  yeteneklerini sergileyerek birer kahraman da oluyorlar. Daha 20’li yaşlarında bu hakedilmiş özgüvenle yaşamaya alışarak olgunlaşmış bir gence ileride (büyüdüğünde) edinebileceği sosyal bir konumdan bakarak amca/teyze, abi/abla muamelesi yapılması telafisi güç sakarlıklara yol açıyor. Alex vakası tipik örneğidir, Fener’deki hiper-performansından önce Brezilya’ya kaptanlık da yapmış bir dünya yıldızını antrenörü sosyal medyada eleştirdi veya başkan karşısında bacak bacak üstüne attı diye  kendisine tribün kurmuş taraftarına şikayet etmek gibi saçma bir konumda kalınması bir yana, takım da binbir güçlük ve masrafla  alınıp, bünyeye sindirilmiş müstesna yıldızından mahrum kaldı.

 

Böyle davranılacaksa, takımımda görmeyi isteyeceğim ilk oyuncu A. Robben’i de boşuna getirip gönüllerimizi oyalayıp yormasanız. Çünkü bize o tadı Roberto Carlos’la zaten tattırdınız diyecektim ki demokrat sözcüğünün çarpılmış anlamından sıçrayıp liberalliğe takıldım. Zaten “Tekerrür ve Muamma” başlıklı son seçimlerin by-pass edilmesinin tuhaflığına değinen yazımı, ciddiye almadığı, reel siyaset oyunları bakımından da muhattap kabul edip yanıtlayan Etyen Mahçupyan’ın “Demokrasiyi Oyun Sanmak” yazısı üzerine de ciddiye aldığım açıları bakımından iki kelam etmek istiyordum. İyi denk geldi veya getirdim. Devam edeyim..

Liberallerin en hassas oldukları konunun siyasi sahnede rolsüz kalmak olma nedeni yakın tarihlerindeki  bahsettiğim bastırılmışlık olsa gerek. Yoksa Etyen gibi kapasiteli  ve dikkatli bir yazar neden benim gibi reel politikaya mesafesi aşikâr biriyle siyasi polemiğe kalkışıp laik-Kemalizmin sözcüsü bellesin?  O yazının ardındaki motivasyonu siyasi özne olamayış ve kendi tahayyülünü okurlara empoze etmek diye okusun?  Birkaç dostane karşılaşma dışında şahsi ilişkim olmasa da bahsettiğim bastırılmış liberallerden olduğunu sandığım köşe komşum Etyen Mahçupyan gibi enerjik aydınların nefesi de yetmedi liberalizmin kaderini değiştirmeye; rol kaptırılmıştı bir kere, Sırf Akat’ın bahsettiğim kitabıyla sınırlı da değildi entellektüel/ideolojik alandaki hamle gecikmesi. Yeni Gündem dergisinde Orhan Gencebay gibi beyaz-Türk nefret objesine (solun o zamanki klişesi de “kadercilik”ti) alenen ve yaptığı arabesk müzik üzerinden sahip çıkmakla kalmayıp bir de okul kantinlerinden, meclise bu bastırılmış liberal profilin karikatürünü de çizmişti Murat Belge. İç-konuşmaları ve ironisiyle, Oğuz Atay’ın edebi dünyasından türediği aşikâr Sadık Özben müstearlı karakteri kullanıyordu editörü olduğu dergideki haftalık periyodik yazılarında. Özben’i, dizi-karakter ikizi rollü arkadaşı “düz devrimci Azmi” ile zıtlaşmaları aracılığıyla tanıyorduk. Kamusal/siyasal/ideolojik görünürlüğü olmayıp ötekileştirdiği arkadaşı Azmi dolayımıyla varediyordu karşımızda kendini. Okulda, sokakta, gölgesinde kaldığı Azmi’yi hep bize yeniden şikayet ediyordu. Bireyciliğin parodisi Sadık’la, adanmışlığın/misyonerliğin parodisi  Azmi. Türlerinin özellikleriyle donanmış tiplemelerdi bunlar. Azmi’nin düzlüğü de zaten, insaniliğin çeşitliliği kadar maddi/ruhsal/zihinsel dalgalanmalarına da kör, devrimci-yurtsever-demokrat hiyerarşisini benimsemesinden bağımsız değildi. Her iyi tipleme gibi kendilerinden beklenen rolleri oynuyorlardı. Marksist klasiklerle ve söylemle şekillenmiş Azmi, asgari bir toplum mevhumuna ve dayanışma bilinciyle tecrübesine sahipti. Sadık da mesela edebiyattan nasibini almıştı. Etyen’in edebiyatla ilişkisini bilemem ama tüm entellektüel iddialılıklarına karşın sosyal felsefe ve sosyal dayanışmayla çok geç tanışmış olmanın zaafları bu kadar zaman sonra bile göze batıyor hala. Ben sözcüsü olsam da olmasam da “laik kesim” diyerek  işaret ettiği “sosyal-öbekleşmeyi”  “özne” saymamak için vesayet kurumları ve zihniyet kalıplarıyla işlemiş asırlık bir rejimin hiçbir sosyal/siyasal temeli olmadan işlediğini sanmak gibi bir safdilliği gerektiririr ki; bu kadarı olamayacağına göre, lafın kuramsal dünya içinde gidebileceği yeri kestiremeyen tecrübe noksanlığı deyip geçelim. Haydi sosyal dayanışmanın da üzerinden atlayalım, ama söylemimden vücut dilime kadar üzerime sinmesi muhtemel Cumhuriyet’e angaje aile mensupluğumdan zihniyet türetme de nesi? Azmi’ye Etyen’in sosyal sınıf olarak burjuvalığıyla, her halükarda görece-özerk bir varlık alanı olacak zihniyet dünyasını birbirine karıştırtacak olası zihin tembelliklerinin sol dışına da sızmasının tezahürü sezilmiyor mu bu kestirmeciliğin berisinde? O laik-Kemalist öbekleşmenin sözcülüğünü yaptıracak irademin dışındaki sosyal aidiyetim haricinde herhangi bir zihinsel angajmanım olmadığı gibi; Marksist hareket içinde bulunmuşluğun olası şahsiyet profili matrisi; Azmi misali bir tiplemeyle tüketilemeyeceğine göre, pekala da Marx’ı ve mesela Lenin’in “Devlet ve Devrim”ini dikkatli okumuşlarda gelişebilecek baskı ve ideolojik aygıtlarıyla kayda değer bir devleti ilga perspektifiyle de yöneltmiş olabilirim 7 Haziran seçiminin göz göre-göre yok sayılmasına olan tepkimi. Tıpkı bu devirde hanedanı ve petrol serveti kapasitesi olmayan iyi-kötü sanayileşip modernleşmiş, yarım asırdır parlamentosu kesintilerle de olsa çalışan bir coğrafyada adlı adınca saray yaptırılmasının ironisine tepkimi de mimari eleştiriyle sınırlamam gerekmeyeceği gibi… Herşey Sadık-Azmi tiplemesinin sadece imâ etmekle yetinebileceği şablonların sınırı içinde cereyan etmez. 

 

Otoriterliğe tepki Fransız devriminden beri çoğunlukla, liberty sözcüğünden türeme  ideolojiden değil, Sadık’ların en azından bir kısmına diktatörlük diye yutturulmuş Marksizm’den kaynaklandı. Birinden zaten bastırılıp, siyasal/sosyal bir gerçekliğe  dönüşemediği, diğerinden de içinde bulunmadığı için nasiplenmemişliğin bedeli de; Somut kişiliklerle kurmaca tiplemeleri birbirine karıştırmakla da kalmayıp, belirli bir siyasi iktidarın kertelerini, mesela AKP’nin tarihsel nedenlerle demokrat tonları ve eğilimleri barındırdığı 2008 öncesi zamanlarıyla, pastiche saraylar yaptırıp, keskin nişancılara çatılardan sivil avlattığı  zamanları karıştırmak da  olabiliyor ki genç yaşlarda siyaseti ciddiye almanın bedelini, daha 20’li yaşlarımızda sıradakilerden birinin sık-sık katledildiği bir kortejde bulunmakla ödemişler olarak, siyasetin oyun olmadığını lüzumundan da erken öğrendik. Türkiye’nin hasbelkader yönetici olmuş spor insanlarının dünya yıldızlarını gözlerinde hala büyütemeyip mahalle maçına çıkmış komşu çocuğuyla karıştırmaları  gibi, Türkiye’nin siyaseten olgunlaşamamış liberalleri de siyaseti, tam göbeğinde olduklarında dahi asla sızamayacakları  bir oyun; solcuları da Sadık’ın Azmi’ye biçtiği rol gibi; sosyal sınıfla karıştırdıkları, kendilerini oyuna almayan topların sahibi şımarık zengin-çocuklarının öncüsü zannedebiliyorlar. Solun 70’lerdeki kitleselleşmesi solun kendisine pek yaramamıştı, liberallik, kitleselleşmese de yayılıyor. “Bizde birey yok!”la başlayıp öyleyse roman da yoktur”la devam edip, sonra “café yok”a sıçradı; roman yoksa futbol, futbol yoksa altyapı[tesis] de olmazdı. Roman, café ve futbol yokluğu vehiminden çeyrek asır sonra Orhan Pamuk Nobel, GS Avrupa kupası almış, milli takım Dünya Kupası 3.olmuş, Pera ve Teşvikiye’nin zemin katları adeta tek merkezden idare edilen birer café-semt”e dönüşmüştü. Eksiklerimizin bilançosu da “bizde ön direğe orta yok” derecesinde incelmişti. Demek ki aklıevvel, muhayyilesi/dili güçlü bir yazarın Azmi Dayanışma ve “düz liberal Sadık” tiplemeleri yaratma koşulları ağır-ağır olgunlaşıyor.

 

 

Demokrasi geniş anlamıyla siyasete ilişkin bir kavram. Seçime indirgenemeyeceği gibi,hele ki seçim olup-bittikten sonraki görevi-verdim-aldım prosedürel oyunlarına hiç  indirgenemez. Bu gerçekleri açıklama enerjimizi de böyle yazılarla buralarda birbirimize laf yetiştirirken değil, varsa tanıdığımız, bizi dinleyecek egemenlere anlatmaya sarfederek tüketsek daha faydalı olmaz mıydı? 

 

Resmi siyasete  mesafem Ankara reel siyaseti kadar, egemen konumlardan  korunmama da yaradığından, sözüm burada bitiyor. Sürdürürülürse dinlerim.   

- Advertisment -