[16 Aralık 2019]Maalesef pek çok konuda, dünyanın nerede durduğu ile bizim nerede durduğumuz arasında önemli bir fark var. Fakat en kötüsü, bu farkın da farkında olmayışımız.
İnternetten öğreniyorum. Amerika ile aramızdaki gerilim tırmanıyormuş — ABD Senatosu’nun Ermeni soykırımını tanıyan yasa tasarısını kabulü nedeniyle. (Haberin orijinalinde kritik ibare tırnak içinde ama ben almıyorum; ayrıca, son derece nadir bir Demokrat-Cumhuriyetçi işbirliği sonucu söz konusu tasarının yüzde yüz oybirliğiyle geçtiğini de eklemeliyim.) ATV ile A Haber kanallarının ortak yayınına konuk olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu tür yaklaşımları karşılıksız bırakmayacaklarını belirterek, Türkiye’nin de Amerika'da Kızılderililere yapılanları, Afrika’dan köle ticaretini, Fransızların Ruanda ve Cezayir’deki katliamlarını dünya gündemine taşıyabileceğini ifade etmiş. “Bunların elimizde belgeleri var, arşivlerde belgeleri var” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin bu konuda savunmada değil taarruzda olacağını söylemiş. “Batı’nın tarihinin, ırkçılık ve sömürgecilik tarihi olduğunu ortaya koyacağını” dile getirmiş.
Evet, son cümle bir ölçüde yanlış ama bir ölçüde de doğru; Batı’nın tarihi tamamen değilse de bir boyutuyla, 1500 dolaylarından bu yana ciddî bir ırkçılık ve sömürgecilik boyutunu içermekte. Bunun içinde, gene evet, Amerika’ların yerli halklarının beyazlarca yerinden yurdundan edilmesi de var; (bu ilâve benden olsun) Rusya’nın Kafkasya ve İç Asya’ya doğru genişlemesinin sonuçları da; Atlantik köle ticareti de; Fransızların Afrika’da ve Hindiçini’de yaptıkları da; (ve bu da gene benden olsun) İngilizlerin keza Afrika ve ayrıca Hindistan’a reva gördüğü zulüm ve şiddet de. En tepeye bunun çıplak bir örneğini koydum: eski adıyla Rodezya, bugünkü adıyla Zimbabwe’de, 1896 Shona ayaklanmasının bastırılmasının ardından, ağaçlara asılmış siyah ve Bedreddinî bedenleri huzur ve keyifle seyreden sömürgeciler. Belki daha da korkuncunu aşağıya alıyorum: Belçika’nın Kongo’dan çıkartıp dünyaya sattığı kauçuğun bedeli, itaatsizlik gerekçesiyle kesilmiş ellerin, ibret olsun diye gene yerlilerin eline tutuşturulup, efendilerinin nezaretinde resim çektirtilmesi.
İyi de, birkaç problem var kafama takılan. İlki, tarihte vahşetin, fütuhatın, yayılmacılığın, işkencenin (meselâ kazığa oturtma veya çengele geçirmenin), başka ülke ve halkları istilâ ve işgal edip imparatorluklar kurmanın, sonra isyanları terörle bastırmanın, kuyuları kesik kellelerle doldurmanın, ortalıkta eceliyle ölen pek az sadrazam ve halife bırakmanın, iktidara rakip olmasınlar diye kardeş katlini vacip kılmanın, hattâ öz oğlunun yay kirişiyle boğulmasını seyretmenin… Batı ile sınırlı olup olmadığı; faraza “bizim medeniyetimiz”de de görülüp görülmediğiyle ilgili. Şimdilik sadece kaydedip, koyuyorum bir kenara. Döneceğim.
Buradan ikinci bir soru da türetilebilir kuşkusuz: “Biz yaptıysak siz de yaptınız” mıdır mesele? Herkül Millas’ın yıllar önce Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin karşılıklı mevzileniş biçimlerini eleştirdiği kitabının başlığından hareketle, “Tencere dibin kara, seninki benden kara” mantığıyla nereye varılır? Bu, herkes ama herkes susup oturmalı ve asla insanlık adına konuşmaya kalkmamalı… mı demektir?
Bugünlük buna da girmeyeceğim. Bence ilk ağızda bunlardan da önemli bir sorun var. Yukarıdaki iki fotoğraf (ve daha niceleri) gizli bir kaynaktan değil, doğrudan doğruya İngiliz tarih kitaplarından alınma. Bu kitaplar Britanya İmparatorluğu’nun olanca gerçekliğini hiç lâfını sakınmadan anlatıyor. Emperyalizmi ve kolonyalizmi savunmuyor; her yönüyle inceliyor ve gözler önüne seriyor. Ve gerek İngiltere’nin, gerekse İngiliz Milletler Camiası’nın hemen bütün üniversitelerinde, daha nice benzerleriyle birlikte ders kitabı olarak okutuluyor. Sırf kendi kütüphanemde, herhalde birkaç yüz cilt var bunlardan. (Şimdi baktım; sadece İngiliz imparatorluğu beş büyük rafı kaplıyor.) Aynı şey ABD, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda… için de üç aşağı beş yukarı geçerli. En kritik nokta: Bu ülkelerin artık resmî bir “millî tarih” ideolojisi kalmamış. Hükümetleri böyle net ve katı bir “tarih ideolojisi”ne sahip değil. En azından geçmişte, vesayet dönemindeki haliyle Türk Tarih Kurumu gibi, işi gücü “resmî tarih” üretmek olan devlet kurumları mevcut değil. Bizdeki Millî Eğitim Bakanlığının Talim ve Terbiye Kurulu’na karşılık gelen müfredat düzenleyicileri, kendilerini böyle herhangi bir “resmî tarih” çizgisini ilk ve orta öğretime dayatmakla yükümlü saymıyor. Tek tip ders kitapları da yok. Öğretmenler ders kaynaklarını seçmede büyük ölçüde serbest. Her türlü arşiv, “niyet”inden kuşkulanılmaksızın her türlü araştırmacıya açık. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sanki sırmış gibi “elimizde belgeleri var” dediklerini, zaten herkes bin kat fazlasıyla biliyor. Medya ise her “aykırı” görüş sahibini alelacele infaz etmeye kalkışmaktan çok uzak. Özetle: tarih özgür, tarihçiler özgür, üniversiteler özgür. Dolayısıyla bütün o Tarih, Sosyoloji, Antropoloji, Arkeoloji vb bölümleri, ırkçılığın, sömürgeciliğin, etnik temizlikçiliğin, katliamların, soykırımların en karanlık sayfaları hakkında istediği dersi istediği müfredata koyuyor. İtiraz eden olursa da, bu, siyasetin bilime saldırması değil, bilim içi bir tartışma biçiminde cereyan ediyor.
Halen bizim ülkemizin genel akademik ortamı ve bilhassa tarihçilik ortamı, böyle geniş ve hoşgörülü bir hürriyetten (serbestiyetten mi desem?) kuşkusuz hayli uzak. Onu da geçtim. Hâlâ içeriye değil dışarıya bakmaya devam ediyorum. Bu koşullarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve/ya Dışişleri Bakanlığımız ve/ya Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Amerikan kızılderililerini, Afrika köle ticaretini, Cezayir’i ve Ruanda’yı” nasıl taşıyacak dünya gündemine? Müthiş sarsıcı açıklamalar gibi mi karşılanacak? Ortalık altüst mü olacak? Vay, meğer biz de ne kadar suçluymuşuz diye hemen ezilecek mi Batı, sürpriz gerçekler karşısında? Kim bilmiyor ki bunları? Ya da, inkâr etmeye kalkacak bir hükümet çıkacak mı Sayın Erdoğan’ın karşısına? Çıkarsa da ben söyleyeyim kim çıkar: Trump, Putin ve benzerleri çıkar. Yani şu anda umut bağlar gibi olduğumuz yeni hamilerimiz. Yoksa, İngiltere’de deli dolu Boris Johnson’ın kuracağı Muhafazakâr hükümet dahi reddeder mi, örneğin 1857-58’de Büyük Hindistan İsyanı’nın nasıl bastırıldığını? Hiç sanmıyorum.
Dolayısıyla sorun, insanlığın geçmişinde bu tür dehşetlerin yaşanıp yaşanmadığı değil. Sorun, bugün bunları “beka” ve “dâvâ” adına inkâr edip etmemekte. Sorun, bilimin ve bilim kurumlarının bu açıdan özgür olup olmamasında. Aramızdaki küçük fark burada yatıyor.