Ana SayfaYazarlarElektrik ve medeniyet

Elektrik ve medeniyet

 

 

Her elektrik kesilişinde, yıllar önce evimde misafir kalan genç bir Alman konuğun, elektrikler kesilince hayretle “Ne demek? Elektrik kesilecek bir şey değildir ki zaten vardır!” tepkisini hatırlarım ister istemez. Su, hatta oksijen gibi bir doğaverisi olarak algılıyordu elektriği de. Buradan kestirmeden "Eller aya biz yaya!” sonucuna varmak an meselesi ama benim tercihim başka perspektiflerin de olabileceğini hatırlatmak olacak.

 

Ne olursa olsun 31 Mart’15 Salı günkü Türkiye çaplı kesinti hakkında akla yatkın ciddi bir açıklama yapılamamış olmasının hayret vericiliğine gölge düşürmeyecek perspektifler bunlar. Yağmurun ne zaman yağıp/dineceğini tv’lerden alenen öğrenebildiğimiz, hatta birkaç ay sonraki seçimlerin oy dağılımlarının kestirilebildiği bir dünyada; ne doğal ne de sosyal olayların bilinemezlik ortalamalarına sığmayacak teknik ve sosyal bir arkaplan hakkında, en azından yüz yıllık geçmişi olan teknokratik, bürokratik örgütlenme kapasitesine sahip bir devletçe yönetilen ve iyi kötü 50 yıldır sanayi kapitalizmi içinde nefes alıp-veren bir toplumun bu kadar kör kalabilmesi akıl alır şey değil. Yine de, bunca zaman sonra iktidar [AKP] eleştirisi için malzeme yapmak pek akıl kârı sayılamayacağı malum olsa da elektriğin yaşamımızdaki [aşikâr olduğu için] böyle tuhaflıklar olmadan farketmediğimiz yerini konu etmeye başlamak üzere hatırlatmaya engel değil.

 

 

Çaylak Alman konuğumun zannettiği kadar doğal bir parçamız olmayıp son kertede insan mamülü bir araç olduğunu hatırlatacak daha fazla vakaya tanık olarak yaşasak da, bizim bile alışkanlıklarımızın hissettirdiğinden daha yakın bir geçmişi var elektriğin. Türkiye’de, yüzyılın ilk çeyreği doğumlu ebeveynimin kuşağı deneyimlemiş, kentlere teker-teker bağlanan elektriğin getirdiği dönüşümü. Pencerenin menzili içindeki sokak lambası aydınlığında okunan kitap ve çalışılan dersleri birinci ağızdan dinledik. Onların başlangıcına, bağlanışına tanık olduğu elektriğin tüketim sepeti eşliğinde buzdolabı, çamaşır/bulaşık makinaları, elektrik süpürgesi, saç kurutma/traş makinaları ve mutfağın mahir eli robotların evlerin kapısında 5’er-10’ar yıl arayla sıraya dizilmesine de yüzyılın ikinci çeyreği doğumlu benim kuşağım tanık oldu. Şimdi, fax makinası-PC-cep telefonu öyküsünü bile fakültenin ortak birinci sınıfı dersi “sanat/eşya kültürü”nde benden dinliyor öğrencilerim.

 

 

 

Uzun insanlık tarihinde bugünün başlangıcı diye bellenmiş Endüstri devrimi, elektriksiz yapılmıştı. Bulunmamış değildi ama bir şebekeye dönüşerek kentlerin kılcal damarlarına nüfus etmesi için Edison, Faraday gibilerin buluşları ve kentlerin o ilk elektrik santrallerine yapacakları yatırımlarla birlikte yaklaşık yaklaşık ikiyüz yıl gerekti.

 

 

Bu yatırımlar yapılıp kentlerin düzenli elektrik enerjisine kavuşması, önce üretim kapasitesini artırdı. Buhar basıncı yerine elektrik akımı ile çalışan makina, herşeyden önce istikrar demekti. Kentin tamamına servis veren santral, üretim birimlerini teker-teker enerji üretme yükünden kurtarıyor; ayrıca, hacmi ve maliyeti azalmış torna tezgahı gibi küçük makinaların yayılmasıyla üretimin büyük girişimlere bağımlılığı azalıp sanayi devriminin küçük ölçeğe yaygınlaşıp demokratikleşmesi de mümkün kılınıyordu.

 

19.-20.yüzyıl dönümünde, 2. Sanayi Devrimi diye nitelenebilecek elektriğin sosyal yaşam üzerindeki ikinci grup etkisi, kamusal hayata etkisidir. Sokakların düzenli aydınlanması, güvenli ve istikrarlı bir sokak hayatını mümkün kılıyor; yanı sıra, elektriğin kamu ulaşım araçlarında kullanılmasıyla kent-içi hareketlilik artıyordu. İstanbul’un merkezini Tarihi Yarımada’dan [Eminönü, Fatih] Beyoğlu yakasına taşıması ve Asya yakası haricinde iki yakalı bir kent olarak işlemesi, 19.yüzyıl ortasından 20.yüzyıl ortasına yaklaşık yüz yıl sürdüyse; bu geçişte önemli pay, iki yakayı kitlesel ulaşımla birleştiren elektrikli tramvay seferlerinin olmuştu. İsmini de o hattan alan Peyami Sefa’nın “Fatih-Harbiye” romanında anlatılan, iki ayrı dünya arasında defalarca gidip-gelen düzenli bir aracın olması, sadece gidiş-gelişi kolaylaştırıp normalleştirmekle kalmıyor “öteki”algısını da dönüştürerek kentin kozmopolitleşmesine de katkıda bulunuyordu.

 

 

Elektrifikasyonun dönüştürdüğü üçüncü alan, gündelik hayatın dokusunu oluşturan özel hayat, yani ev hayatı oluyordu. 1920’lerden itibaren orta öğretimdeki “ev idaresi”derslerinin de teşvikiyle adeta profesyonel bir işe dönüştürülmüştür. Aile bütçesinin yönetimi ev işlerinin ve aile hayatının organizasyonu bir kurum yönetimiymişcesine ciddiye alınıp konu edilmeye başlanmış. Amerika’da General Electric, Avrupa’da AEG gibi büyük şirketler, yeni icat elektrikli ev aletlerle ev hayatının yapısını tamamen değiştirmişler. O zamana kadar evlerin tâli servis mekanları olan iki yer, mutfak ve banyo, yepyeni donatılarıyla giderek evin yaşam konforunu belirleyen asli ortamlara dönüşüyor. Beslenme ve temizliğin makinalaşmasının yanısıra bir gelişme de haberleşme araçlarında yaşanıyor: telefon, radyo ve TV’nin yaygınlaşmasıyla kamusal hayat ev hayatına nüfuz ediyor; bu aygıtların eve girdiği oturma odası, aile fertlerinin birbirlerinden ziyade kamusal-sosyal hayatla iletişime geçtikleri bir arayüze dönüşüyordu. Böylelikle sanayi devrimi ürünü makina, sadece torna tezgahı gibi orta ölçek makinalarla küçük üretimi sanayileştirmekle kalmıyor; çamaşır, bulaşık, süpürge, traş, mutfak robotu, kurutma gibi mini makinalarla özel hayatı da sanayileştirmiş oluyordu. Bu aygıtları kullanmak kadar onlarla yaşamanın tüketim normlarına ayak uydurmak da tecrübe kazanılması gereken başlıbaşına bir işe dönüşüyordu. Zaten, kadının, ev kadını statüsüyle aile ölçeğinde emeğin yeniden-üretimine harcanmış emeği, sistemin karşılığı ödenmemiş emek kategorisi olarak adlandırılması da bu sürecin farkındalığından öte bir şey değildi.

 

 

 

Yüzyıl başından başlayarak ev hayatının makinalaşmasına eşlik eden bir diğer gelişme de özel otomobil tüketimindeki artış eğilimidir. Elektrikli tramvay, raylı kent-içi kitlesel taşımacılığın başlangıcıysa, metro ağı bu sistemin doruğu olmuştur. Elektriğe paralel bir gelişme de içten patlamalı motorların icadı olmuş; Amerika’da Ford, Avrupa’da Volkswagen, her aileyi bir de motorla donatmanın hesabından en azından yarım yüzyılda başarıyla çıkınca 50’lerden itibaren otomobil sahipliği de bir standarda dönüşmeye başlamıştır. Böylece ailenin mahrem özel hayatı evle sınırlı kalmayıp, hareket haline de taşınmış olacaktır.

 

 

 

Çok değil, üç-dört kuşaktan bahsediyoruz. 20.yüzyılın ardarda çeyreklik dilimlerinde doğmuş kuşakların yaşamı içinde olup bitti, bugün birlikte yaşadığımız maddi-kültür dünyasına ait herşey. Birkaç adım öteye gidip manevi, zihinsel dünyamıza baksak, oralarda da benzerlerini göreceğiz. Geçen yazımda New York’u konu ederken değindiğim Pop-Art bir yana, müziği, sporu, magazini ve markalarıyla popüler kültürün ömrü ne ki? Nitekim onun da telefon, radyo, TV’den, “Haberler ve “Reklamlar”dan apayrı bir geçmişi yok. Zaman zaman hızlı geçer görünse de, çok genç bir dünyada yaşıyoruz, lastik gibi uzuyor herşeyin ömrü. Değiştikçe aynı kalıp, tekrarlandıkça değişiyor.

 

O nedenle geçmişi olmayan bir iş endüstri tasarımı;. Endüstri Devrimi’nin başına bile değil, elektriğin yüz yıllık tarihine gidip dayanıyor o kadar. Bu yüzden, Tasarım Fakültesi değil Mimarlık Fakültesi koyuyoruz, içinde mekândan ayrı tasarım eğitimleri de verilen fakültelerimizin adını.

 

 

 

İçinde bulunduğumuz maddi ve manevi koşulları mutlaklaştırma eğilimi taşırız, insanlar ezelden beri bizim yaşadığımız gibi yaşamış sanırız. Öyle olmayacağı aşikârdır. Ama değişimin bu hızla gerçekleştiğini tecrübe ve mantığımızla kavratacak araçlara da sahip değiliz. O kadar ki, bilinemeyecek uzaklıktaki atalarımız değil bir kuşak öncemizdeki ebeveynimiz bambaşka koşullarda yaşamış; üstelik onların ebeveyni, yani büyük-anne/babalarımız da onlardan. Dolayısıyla her kuşakta yaşam, maddi/manevi baştan-aşağı yenileniyor. Yanı sıra çocukluğumuzla gençlik, orta-yaş ve yaşlılığımızın koşulları da değişmiş oluyor.

 

Hep kültürler, inançlar, yaşam biçimleri arasındaki uyuşmazlıkları ve anlayışsızlıkarı konu ediyoruz da hangi inanç ve kültürden olursa olsun, kuşaklar arasında çok daha derin uçurumlar açan süratte bir tempoyla yaşadığımızı ihmal edebiliyoruz. Modern insanın tatminsizliğinin ardında herşeyden önce değişimin bu hızının yorgunluğu olsa gerek.

 

Sık başvurduğum anımdır, 80’lerin ortasında kullandığım; lap-top öncesi; ekranı, işlemcisi/hafızasıyla aynı kutuda Mac-Classic. İlk bilgisayarımı çalışma masamda bırakıp New York’a gittiğimde, aynısını Modern Sanatlar Müzesi, MoMa’da sergilenirken görmüştüm. Bizim geriliğimizden değildi; orada da hala aktüel olan modeldi. Ama daha kullanılırken düşmüştü müzeye; prestij kaybıda değildi. Tersine bilgisayar tarihinde yeri olacağı öngörüsüyle almıştı seçkin nesneler arasındaki yerini.

 

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik