Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAdını koymak…

Adını koymak…

İnsan bir şeyin adını yaşadıklarıyla koyuyor, öyle “biliyor” bazen. Mesela faşizm çocukluğumuza sonradan sızan terimler arasında… O günlerde faşizmi “anlamak”, parmağınla göstermek de daha kolay sanki. Faşiste faşist demek de… Bugün pek kolay değil. Gündelik münazaralarda sıklıkla telaffuz edilen faşizmin, “kavga”da kolayca söylenebilen “faşist”in adını koymak bile mesele.

Devrimcilik “Atatürk devrimleri”yle doğuştan, bünyemizde olan bir şey de… Sosyalizm, komünizm, ardından faşizm çocukluğumuzun “büyüme dönemi”ne sonradan sızan siyasi terimler arasındaydı. Emeklemekten dikilen insana döndüğümüzde karşılaştığımız ilk toplumsal olayın adı da dolaşımdaki kelime haznesiyle koyulmuştu zaten: “27 Mayıs İhtilali, Devrimi…”

İkinci Dünya Savaşı anlatılarından kulak dolgunluğumuz olsa da, o “izm”leri sokakta görmek, anlamak için az büyümemiz gerekiyordu. Gerçi mahallemize, ilk-ortaokul yıllarımıza 68 kuşağıyla, o ulusal tabiriyle “Deniz Gezmiş ve arkadaşları”yla Rusya, Çin üzerinden gelen “sıcak” hava dalgasında sosyalizmi, komünizmi kendince “anlamak”, ayarlamak da zor değildi. O çevrede, abilerin, hatta ebeveynlerin etkisiyle, o hissiyatla uzaktan hoş gelen yeni bir şeydi de penceremizde. Devrimciydiler nihayetinde.

Parmakla göstermek kolay

Hepsi okumuş, iyi, cesur, dürüst çocuklar… Vatansever, Amerika’ya karşı, zalimin değil mazlumun, zenginin değil yoksulun yanında. Mücadelene para gerekiyorsa devlet bankasından “kredi”yle değil banka şubesini “kamulaştırıp” alırsın misal. Şiirleri, edebiyatı güzel, türküleri, marşları, siluetleri güzel… Daha ne olsun! “Demirkırat”ların, onları asan darbecilerin, olmadı “Kırat”ların mı peşinden gideceksin…

Hem az biraz Milli, bize özgüydü bir bakıma. Ulu Önder Atatürk’le de görünürde geçimsizlikleri olmayan, “emperyalizmle mücadele mirası”na sahip çıkan, İzmir’den yıllar sonra düşmanları, ABD’nin o fiyakalı 6. Filo’sunu İstanbul’dan denize döken gençler.

Faşizmi anlamak, parmağınla göstermek daha da kolaydı. Mussolini, Hitler filan… Ezelden, ebediyen, marka faşist. Tipine, kara gömleğine bakınca bile hissediyorsun. Biri adıyla sanıyla, diğeri daha süslü, uyduruk “nasyonalitesi”yle de olsa faşizm işte. Adını bad-ı saba da koysan, saklayamıyorsun.

Faşiste faşist dememek

Sonra yine değişti bir şeyler; sol terminolojiye sızan “Sosyal faşistler”, “Maocu Bozkurtlar”la biraz karıştı faşizm tahayyülü. İçerden… O günlerde, o bildik teşhisten, o tipik “faşo”dan sayılmasa da örtülü mesajı önemli: Bir insanın, örgütlenmenin, zihniyetin “faşist” olması için ille de faşizme, Nazizme filan gönül vermesi, liderinin Mussolini, Hitler gibi Duce, Reich olması gerekmiyor. Farklı markaları da var.

Bugün faşizme faşizm, faşiste faşist demek pek kolay değil. Gündelik münazaralarda sıklıkla telaffuz edilen faşizmin, “kavga”da kolayca söylenebilen “faşist”in adını koymak bile mesele. Seyrine baktığımda adlı adınca faşizmin, “faşist”in nihai rapora yansıması teşhisi zor hastalıklar misali sanki. Uzmanları bile tek kelimeden ibaret o tanıyı -doğrudan- koymaktan kaçınıyor gibi. “Astım” yerine “bronşiyal astım” misali.

Düzeyli tartışmalarda faşiste faşist, onu öyle eyleyen yapıya faşizm demeye, adını öyle koymaya sanki dili de varmıyor çoğu düşünür/tartışırın. Tamam, o zehirli sarmaşığın da adını hak etmesi, yapısının tanımlanması gerek de… Faşiste faşist deniyor nihayetinde. Başındaki “yarı”, “pre” gibi ekleri, öncülleri özünü ortadan kaldırmıyor. Türdeş…

Alakartı da menüde…

Ötesi… Ortaya dökülen, açılıp saçılan tezahürlerini, tırmanan o sarmaşığı “aşırı, radikal sağ popülizm”le filan tanımlamak fazla “nazik” bir değerlendirme fikrimce. Zira bünyesinde “asli faşizm”i işaret eden ne istersen var. “Faşizm” analizlerinde ille de şart olmayan gerekliler, belirtiler bile ibadullah.

“Düzen”e ortak. Perâkendeci değil toptancı… Menüsü, malzemeleri (b)asılı duruyor önümüzde: Koyu, derin milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, her türden ayrımcılık, dilde-fiilde şiddet, bekanın sancağının altında cengâverlik, bu çeşniyle devletçilik, devletlû “tarih bilinci”, otorite hevesi, yumruğunu “masa”lara vuran lider fetişizmi, ulu orta, pervasız tehdit, tahammülsüzlük, baskılar, cezalar, üstüne böyle menülerden de beslenebilen “manevi” bağnazlık, zorbalık… Hepsi mebzul. “Zahmet ettin, bu kadarına gerek yoktu…” diyeceksin neredeyse.

Teşhisten öte teşhir…  

Tanıyorsun hemen ama kendine has kisvesinden, “üniforması”ndan değil eskisi gibi. Kırdan da şehre doğru gelebilir, şehirde de peydahlanabilir, “din”dar da olabilir seküler, “modernist” de… Mihenge vurmak zor değil esasında; Kürt, göçmen, insan hakları, LGBT filan deyince o taştaki izi net. Ortada…

Proto-faşizmin, faşizan örgütlenmelerin, cereyanların, çetelerin “sosyal” medyada, hakta-hukukta, kurumlardaki, “hayat”taki yansımaları da net. Birikim bir yana, “tasarruf”ların hâli bile ortalıkta.

Tartıp, tartışıp da “Gereği-yeteri kadar değil, standart faşizm böyle olmaz” demek, o düşünceyle mücadelenin sathına ne ekler… Şüpheli. Faşizm adını öyle ya da böyle “bad-ı saba” koymayı, tarifinin etrafında dolanmayı ille de gerektirmiyor her zaman. Teşhisinden öte teşhiri önemli.

Aşırının ayarı şüpheli

Çoğu örnekte bu süreci “meyletme” olarak tanımlamak bile kifayetsiz. Özü öyle zira; eskiden öyle olmayıp da sonradan o zihniyete meylettiğini söylemek de tartışmalı.  Ülke, mevsim normallerinde “aşırı sağ” demek de çoğu kez eğreti, belirsiz. “Aşırı”nın ayarını yapacak Toplumsal Ayarlama Enstitüsü de şüpheli. Aşırının normalleşmesi diye bir şey var ortalıkta.

Düşünüyorum da… Faşizmin siluetini, “sosyal” ekranlardaki, ortalıktaki, sokaktaki “sıradan” hâlini hiç bu kadar “iyi” görmemiştim belki de. Hal böyle olunca, faşizmin de adını koymalı, ona karşı mücadelenin de… Günlük hayatta, ekranlarda, hayatın her alanında faşizme karşı mücadele. “Azı karar, çoğu (aşırısı) zarar” bu örnekte (de) işlemiyor.

“Diktatörcülük oynamak”

Pek geri çekilmeden vuran, yükselen bir dalga safahatına bakınca… Serbestiyet’te üç yıl önce yazdığım filmi, “Dalga”yı da getiriyor aklıma. (“Diktatörcülük Oynamak”, https://serbestiyet.com/featured/diktatorculuk-oynamak-51817/ )

Alman yönetmen Dennis Gansel’in 2008 yapımı Die Welle,  bir Alman lisesinde geçiyor. Film 1967’de Kaliforniya Palo Alto’da tarih öğretmeni Ron Jones’un lise ikinci sınıf öğrencileriyle yaptığı “bir haftalık deneyi/projesi”nden yola çıkmış. Gerçek bir hayat öyküsü yani…

68’li ruhu taşıyan Jones, yarım asır önce Cubberley Lisesi’nde “Karşılaştırmalı Çağdaş Tarih” dersinin öğretmeni. “Nazi Almanyası” ünitesinde öğrencilerini “bir tür Hitler Gençliği sınıfı” oluşturmaya teşvik ediyor. Simülasyonunun amacı onları faşizmin gerçekleriyle tanıştırmak… Ama “Üçüncü Dalga (Hâre)” deneyinin kısa sürede ortaya çıkan vahim sonuçları üzerine projeyi bitiriyor. O proje ise romanlara, tiyatro oyunlarına, filmlere ilham veriyor.

Bir haftalığına otokrasi

Gansel’in filmi de gerçekten yaşanan bu olayın adım adım kurgusuyla ilerliyor. Öğrenciler “bir haftalık proje dersi” çerçevesinde “Otokrasi”yi işleyecek. Filmin beyzbol şapkalı, punk-rock tişörtlü öğretmeni Rainer Wenger (Jürgen Vogel) aykırı, özgürlükçü, sempatik bir adam… Yaşadığı “Tekne Ev”in posta kutusunda “Fuck Bush” sticker’ı var.

İlk gün… “Dersimiz otokrasi”… Wenger “Otokrasi nedir?”e aldığı tek tük cevaplarla “biri veya birilerinin kitlelere hükmetmesi”ne ulaşıyor ite kaka. Yakından bildiğimiz şekliyle, o minvalde açıklamalarına devam ediyor: “Otokraside iktidarı, yönetimi elinde bulunduran kişi o kadar güçlüdür ki kanunları bile istediği gibi, kendi buyruğuyla değiştirebilir, keyfince uygulatabilir.”

“Bana ne, ben Türküm”

Öğretmenin “Aklınıza gelen bir örnek var mı?” sorusunun karşılığı da sessizlik… Israr edince, mesele Nazi dönemine geliyor tabii. O geçmişin, kendi ülkelerinin tarihiyle bir ilgisi olmadığını çağrıştıran bir hoşnutsuzlukla “Olamaz, yine mi o mevzu?” homurdanmaları duyuluyor sınıfta.

Öğrencilerin o hâlleri, Almanya’nın bir daha herhangi bir diktatörlüğe izin vermeyecek ölçüde “aydınlanmış” olduğunu düşündürüyor seyirciye… Öğrencilerden birisi, “Almanya’da bir daha diktatör olmaz. Kesinlikle olmaz, bunun için fazla bilinçliyiz” deyince konu, “Öyle mi, ya Neo-Naziler?”e gidiyor tabiatıyla.

Tartışanlar, hiç konuşmayan sınıf arkadaşları Sinan’a “Sen ne diyorsun?” gibilerinden bakınca, “Bana ne, ben Türküm” diyor. Onun tek cümlelik tepkisinin, “bana ne”sinin yorumu derin… Sayfalar doldurabilir yazmaya, tartışmaya kalksan. Ben sadece yazımın çağrıştırdığı çınlamayı ortaya bırakıyorum.

Ya uy, ya terk et…

Bu devirde öyle bir şey kesinlikle olmaz”… Sınıfından böyle cümleleri duyan öğretmen, duralıyor, düşünüyor, ara veriyor. Ve dersinde o “deney”i hayata geçirmeye başlıyor. Bir tür otokrasi draması kuruyor kafasında: “Birlikte oynayalım bakalım…”

Her diktatörlükte öncelikle bir liderin olduğunu hatırlatarak, ilk kuralları sıralıyor: “Madem bu projemizde lider benim, öncelikle saygı göstermeniz gerekir. Bu nedenle bana proje boyunca Herr Wenger diye hitap edeceksiniz. Bundan sonra ben kime söz hakkı verirsem sadece o konuşabilecek. Ayrıca benimle konuşurken ayağa kalkacak. Karşımda doğru düzgün oturacaksınız. Kurallara ya uyarsınız ya da sınıfı terk edersiniz…”

Devam ediyor anlatmaya, “Ulusal bilinç, milliyetçilik, sosyal adaletsizlik, yüksek enflasyon… Yeni liderin elini güçlendirir”… Artık “lider” olan öğretmenin “Ortak, benimsenen kıyafet, birlik ruhunu destekler” sözlerinin ardından tüm sınıf beyaz gömlek giymeye başlıyor. Derse kırmızı gömlekle gelen bir öğrenci dersten çıkarılıyor, giderek arkadaşları tarafından da dışlanıyor.

Beka sorunları var artık

Daha üçüncü derste beyaz gömlek giyenler dışarıda da birbirini kollamaya başlıyor artık. Faşizm “çete kültürü”nü de yaratıyor. Ortak bir el işareti, semboller, selamlaşmalar… Faşizmin etkisinin, hayata yansıyan “topluluk gücü”nün, gözdağının, emrindeki “kafa sayısı”yla orantılı olmadığını orada da görüyoruz. İçlerinden biri internetten silah bile alıyor. Gruplarının adı olan  “Dalga”nın internet sitesi de iki tabancayla, yani silahlı güç simgeleriyle süsleniyor nihayetinde… Zira etraflarında “anarşistler, teröristler, hainler”, “yeni” hayatlarında, varlıklarında kendilerince “beka” sorunları var.

Tohumdan sürgüne…

Lider fetişizmi ve otoriteye, o herkesten yüksek, herkese ulaşan sese tapma, “son söz”ü her zaman ona bırakma, o roldeki öğretmeni bile etkiliyor. Ama henüz “oynadıkları oyunun ciddiyetinin” yeterince farkında değil. Hoşgörüsüzlükten nefrete, hakaretten zorbalığa yönelen süreçte sadece öğrenciler değil öğretmen de raydan çıkıyor bazı sahnelerde.

Her adımda sertleşen, yüzünü, bakışını “biz”den olmayanlara sertçe çeviren “biz”cilik, “sınıfta çoğunluk biziz”le farklı fikirlere, tutumlara, yaşam biçimlerine tahammülsüzlük, giderek nefret ve düşmanlık, her tartışmayı bir tehdit, hainlik olarak algıla(t)mak, “biz”in adım adım “bizim gibi düşünmeyenler”den arınması, farklı olanların küstahça tasfiyesi, önce söylemle başlayan saldırganlık, her türden yağmayla, otoriteyle elde edilen ayrıcalıklar, “iyilik”in sadece kendi grubundaki paylaşımlarla yeniden üretilmesi… Filmin sahneleri bazen belgesel gibi.

Oyunu bile çok tehlikeli

Sonunda Wenger durumun vahametinin farkına varıyor. Anlıyor ki “Diktatörcülük oyunu” bile çok tehlikeli… Sınıfı topluyor, kelimelerini seçerek, hafifleterek konuşuyor: “Faşizm işte böyle bir şey. Hepimiz kendimizi en iyi hissederiz. Diğerlerinden çok daha iyi…

Ve daha da kötüsü bizimle aynı fikirde olmayanları toplumumuzdan dışlarız. Onları incitiriz… Ve daha neler yapabileceğimizi bilmek bile istemiyorum. Bu oyunda çok ileri gittik, çok ileri gittim. Hepinizden özür dilerim oyun burada bitmiştir.”

Grubu dağıtma kararının ardından öğrenciler öfkeleniyor önce… Bazıları ağlıyor. Bir anda kayboluyorlar, siliniyorlar sanki.  Oyun da olsa, proje de olsa ortak, “ulvî” bir manaları vardı hayatlarının… Dostları, düşmanları, ilkeleri, ayrıcalıkları, güçleri, iktidarları, derinlerden gelen zehirli hayallerin dalgası vardı.

Hayaletin ürkütücülüğü

Film biraz “kör kör parmak gözüme”, öngörülebilir gelişmelerle ve elbette fazla hızlı, faşizme hevesli bir önkabulle ilerliyor belki. Böyle bir eleştirinin de iki yönü var. Eğer “Böyle bir şey kesinlikle olamaz” diyenler bu itirazlarını kendilerini bu önermelerinin içine katarak, birlikte, kararlılıkla seslendiriyorlarsa… Bu umut verici.

Tehlikeli yönü ise gerçek hayatta bariz olan şeylerin bazen flulaşabilmesi, gözden kaçırılması, “Bizde olmaz”ı… Bize de tanıdık gelen filmin, filmdeki dersin, deneyin ortaya koyduğu şeyler belki birçok seyirci için “hayalet bir tehdit”.

Ama bazen hayaletler de ürkütüyor. Hele ete kemiğe bürünürse… Hatırladığım filmin sahneleri arasına güncel haberler ekleniyor: “Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde sarsıcı sonuç: Aşırı sağ birçok ülkede önemli kazanımlar elde etti.” Almanya’da ise oy oranını arttıran “ırkçı AfD” ikinci parti… Adını koyanlar var artık.

- Advertisment -