Ana SayfaManşetDiktatörcülük oynamak

Diktatörcülük oynamak

Tarihin en berbat dönemlerinin yüzleri, hatırlatıcıları diktatörler… Ama kimse kendi diktatörünü onlarla eş tutmuyor. Faşizm, diktatörlük birçok insan için geçmişte kalmış, “hayalet bir tehdit”. Ama hayaletler de ürkütür bazen. Hele ete kemiğe bürünürse…

Tanrı dünyayı altı günde, diktatör faşisti beş günde yarattı” desem, dizi dizi inci “güzel sözler”e, eforsuz aforizmalara aday olur belki. Lâkin bu vecizeyi epey önce izlediğim bir filmden esinlenerek uydurdum.

Yeri geldi, o film de yeniden, yerli yerince oturdu zihnime… Alman yönetmen Dennis Gansel’in 2008 yapımı “Die Welle (kelime anlamı ‘Dalga’ ama filme bizde ‘Tehlikeli Oyun’ adı yakıştırılmış)”, bir Alman Lisesi’nde geçiyor. Film 1967’de Kaliforniya Palo Alto’da Ron Jones adındaki bir tarih öğretmeninin lise ikinci sınıf öğrencileriyle yaptığı “bir haftalık deney/proje”den yola çıkmış. Gerçek bir hayat öyküsü yani…

68’li ruhu taşıyan Jones, yarım asır önce Cubberley Lisesi’nde “Karşılaştırmalı Çağdaş Tarih” dersinin öğretmeni. “Nazi Almanyası” ünitesinde, öğrencilerini “bir tür Hitler Gençliği sınıfı” oluşturmaya teşvik ediyor. Simülasyonunun amacı onları faşizmin gerçekleriyle tanıştırmak… Ama “Üçüncü Dalga (Hâre)” deneyinin kısa sürede ortaya çıkan vahim sonuçları üzerine projeyi bitiriyor. O proje ise romanlara, tiyatro oyunlarına, filmlere ilham veriyor.

Bir haftalığına otokrasi

Gansel’in filmi de gerçekten yaşanan bu olayın adım adım kurgusuyla ilerliyor. Öğrenciler “bir haftalık proje dersi” çerçevesinde, “Anarşizm” ya da“Otokrasi” başlıklı derslerden birisini seçecek. Filmin beyzbol şapkalı, punk-rock tişörtlü öğretmeni Rainer Wenger (Jürgen Vogel) aykırı, özgürlükçü, sempatik bir adam… Yaşadığı “Tekne Ev”in posta kutusunda “Fuck Bush” sticker’ı var. (¹) Gönlü o derste Anarşizm’i işlemekten yana. Ama gecikiyor ve o konuyu standart, kuralcı meslektaşına kaptırıyor.

Müdüre gidip “Yahu ben hayatım boyunca tüm 1 Mayıs’lara katıldım, beş yıl Kreuzberg’deki en berbat evde yaşadım, Anarşizm’e en çok ben uygunum” diye itiraz etmesi de sonucu değiştirmiyor. Öğrencileriyle istemeye istemeye, bir hafta boyunca Otokrasi Projesi’ni yürütecek.

İlk gün… “Dersimiz otokrasi… Yerinizde olsam ben Anarşizm Dersi’ni seçerdim” diye başladığı projeye ilgi sıfır. Öğrenciler dersi konusu nedeniyle değil, diğer dersin sorumlusunu “uyuz” buldukları için seçmişler zaten. Wenger “Otokrasi nedir?”e aldığı tek tük cevaplarla “biri veya birilerinin kitlelere hükmetmesi”ne ulaşıyor ite kaka.

Yakından bildiğimiz şekliyle, o minvalde devam ediyor: “Otokraside iktidarı, yönetimi elinde bulunduran kişi o kadar güçlüdür ki kanunları bile istediği gibi, kendi buyruğuyla değiştirebilir, keyfince uygulatabilir.” Esneklikle ilgisi olmayan diktatörlüğün, eğip bükmeye yakından ilgisi, sadece yargıda değil sözcülerinde, medyasında da geçerli.

“Bana ne, ben Türküm”

Öğretmenin “Aklınıza gelen bir örnek var mı?” sorusunun karşılığı da sessizlik… “Hadi… Aklınıza herhangi bir diktatörlük gelmesi lazım” diye ısrar edince, mesele Nazi dönemine geliyor tabii. O geçmişin, kendi ülkelerinin tarihiyle bir ilgisi olmadığını çağrıştıran bir hoşnutsuzlukla “Olamaz, yine mi o mevzu?” homurdanmaları duyuluyor sınıfta.

Öğrencilerin o hâlleri, Almanya’nın bir daha herhangi bir diktatörlüğe izin vermeyecek ölçüde “aydınlanmış” olduğunu düşündürüyor seyirciye… Filmin jeneriğindeki “Rock&Roll High School”un “Tarih umurumda değil /Çünkü olmak istediğim yer orası değil” güftesi, şarkı o sahnede çalmasa da kulağımızı çınlatıyor. Öğretmenimizin üzerinde de o şarkıyı seslendiren Ramones grubunun tişörtü var zaten.   

Öğrencilerden birisi, “Almanya’da bir daha diktatör olmaz. Kesinlikle olmaz, bunun için fazla bilinçliyiz” deyince konu, “Öyle mi, ya Neo-Naziler?”e gidiyor tabiatıyla. Tartışanlar, hiç konuşmayan sınıf arkadaşları Sinan’a “Sen ne diyorsun?” gibilerinden bakınca, “Bana ne, ben Türküm” diyor. Filmin gösterim tarihi 2008 zira… Yönetmen replikleri o tarihe göre ayarlamış olmalı.

Ya uy, ya terk et…

Bu devirde öyle bir şey kesinlikle olmaz”… Sınıfından böyle cümleleri duyan öğretmen, duralıyor, düşünüyor, ara veriyor. Ve dersinde o “deney”i hayata geçirmeye başlıyor. Bir tür otokrasi draması kuruyor kafasında: “Birlikte oynayalım bakalım…”

Her diktatörlükte öncelikle bir liderin olduğunu hatırlatarak, ilk kuralları sıralıyor: “Madem bu projemizde lider benim, öncelikle saygı göstermeniz gerekir. Bu nedenle bana proje boyunca Herr Wenger diye hitap edeceksiniz. Bundan sonra ben kime söz hakkı verirsem sadece o konuşabilecek. Ayrıca benimle konuşurken ayağa kalkacak. Karşımda doğru düzgün oturacaksınız. Kurallara ya uyarsınız ya da sınıfı terk edersiniz…”

Devam ediyor anlatmaya, “Ulusal bilinç, milliyetçilik, sosyal adaletsizlik, yüksek enflasyon… Yeni liderin elini güçlendirir”… O andan başlayarak öğretmen “yüce lider”. “Ortak, benimsenen kıyafet, birlik ruhunu destekler” sözlerinin ardından tüm sınıf beyaz gömlek giymeye başlıyor. Derse kırmızı gömlekle gelen bir öğrenci dersten çıkarılıyor, giderek arkadaşları tarafından da dışlanıyor.

Beka sorunları var artık

Birlik ruhu, katı, ulvî, ortak ilkeler, faşizan dayanışma, yelpazesi geniş özdeşlik, disiplin, eylem ve gurur (kibir) yoluyla güç, cesaret veriyor öğrencilere.  Pervasızlığın da kapısını aralıyor yavaş yavaş… Pervasızlık, güç kadar kibrin de eseri. Bu hava, eskiden dışlanan, ötekileştirilen, silik öğrencileri de sarmalıyor. Bir “anlam” kazandırıyor, durgun, yalnız hayatlarına… “Terfi” ediyorlar.

Daha üçüncü derste, beyaz gömlek giyenler dışarıda da birbirini kollamaya başlıyor artık. Faşizm “çete kültürü”nü de yaratıyor. Ortak bir el işareti, semboller, selamlaşmalar… Faşizmin etkisinin, hayata yansıyan “topluluk gücü”nün, gözdağının, emrindeki “kafa sayısı”yla orantılı olmadığını orada da görüyoruz. İçlerinden biri internetten silah bile alıyor. Gruplarının adı olan  “Dalga”nın internet sitesi de iki tabancayla, yani silahlı güç simgeleriyle süslenmiş… Zira etraflarında “anarşistler, teröristler, hainler”, “yeni” hayatlarında, varlıklarında kendilerince “beka” sorunları var.

Bulu’nun Hard Power’ı

Aklımdan Prof. Dr. Melih Bulu’nun Aralık 2019’daki bir konuşmasından güncellenmiş sözleri geçiyor. Tırnak açmayı unutmadan aktarayım: “Hard Power dediğimiz, yani gücümüzün sert unsurlarını göstermemiz, öne çıkarmamız lazım. Ben bunu şey olarak vermiyorum ama… Mesela ufak bir çatışmada bizim bir roketimiz gitse… Bir gemiye vursa mesela… Herkes de görse…”

Nitekim filmde de “ufak bir çatışma”da öğrencinin edindiği silah ortaya çıkıyor, o güç gösteriliyor karşı tarafa. Hard Power yani… Bulu’nun o sözlerini, Akdeniz’deki durumu diplomasi masasından değil de kıraathane kıratında değerlendiren o örneğini, aynen onun dediği gibi, “Ben (de) şey olarak vermiyorum ama…” öyle bir şey olmasa da öyle bir şeyler var. Hem o da nihayetinde bir “öğretmen”… Derste olsun, kamuya açık yorumda olsun, şey olarak verilemeyecek şeyleri pek kullanmaması lazım. Yoksa şeyi şey anlaşılır.  

Bulu bu aralar dersini alacak öğrenci bulamasa da, fikirlerini kayda almakta, her fırsatta -tırnak içinde- kullanmakta bu açıdan yarar var. Sözüm dağlara, taşlara… Bu vesileyle, geçmişte hiç yayın, kitap üretmeden Profesör olanları işaret eden “Kitapsız Profesör” deyimi gibi, “Tırnaksız Profesör” kavramının da akademik jargona alınmasını istirham ediyorum.

Lider fetişizminin gücü

Filme göre internette en çok aranan kelimenin Paris Hilton olduğu o dönemde diktatörlük, teknolojik, dijital gelişmelerden de faydalanıyor. Projenin daha beşinci gününe girmeden, sokaklar, vitrinler, en olmadık yerler “Dalga” sembolleri, etiketleri, grafitileriyle donatılmış. Bilgisayarlar, yazıcılar harıl harıl çalışıyor.

Lider fetişizmi ve otoriteye, o herkesten yüksek, herkese ulaşan sese tapma, “son söz”ü her zaman ona bırakma, o roldeki öğretmeni bile etkiliyor. Bir öğrencisinin evinin önünde bekleyip, “Sizin korumanız olmak istiyorum” demesi, onu biraz şaşırtıyor ama henüz “oynadıkları oyunun ciddiyetinin” yeterince farkında değil.

Hoşgörüsüzlükten nefrete, hakaretten zorbalığa yönelen süreçte sadece öğrenciler değil öğretmen de raydan çıkıyor bazı sahnelerde. (Filmin birçok sahnesi, “otorite ve itaat” konusunda ünlü Milgram Deneyi’ni de hatırlatıyor.)

Her adımda sertleşen, yüzünü, bakışını “biz”den olmayanlara sertçe çeviren “biz”cilik, “sınıfta çoğunluk biziz”le farklı fikirlere, tutumlara, yaşam biçimlerine tahammülsüzlük, giderek nefret ve düşmanlık, her tartışmayı bir tehdit, hainlik olarak algıla(t)mak, “biz”in adım adım “bizim gibi düşünmeyenler”den arınması, farklı olanların küstahça tasfiyesi, önce söylemle başlayan saldırganlık, her türden yağmayla, otoriteyle elde edilen ayrıcalıklar, “iyilik”in sadece kendi grubundaki paylaşımlarla yeniden üretilmesi… Filmin sahneleri bazen belgesel gibi.

Herkesin diktatörü kendine

Yürüyen “otokrasi”, koşmaya başlıyor. Üstelik hocanın harcıâlem “dikta”sı, pervasız bir otoriterlik, tiranlık canlandırması, koyu bir faşizm filan da değil. Hulusi Kentmen ne kadar komiserse, hoca da o kadar diktatör. Oysa diktatörler, tarihin en berbat dönemlerinin hatırlatıcıları, yüzleri… Ama kimse kendi diktatörünü onlarla eş, akraba tutmuyor.

Filmin bu mevzuda ağır miraslı bir ülkede, bir Alman Lisesi’nde geçmesi de “mana”yı koyulaştıran bir durum. Bu arada Todd Strasser’ın yazdığı Wave’in, Almanya’da müfredatta yer alan, okutulması zorunlu bir roman olduğunu öğreniyorum. Yönetmen Wenger de lisedeyken okumuş o romanı…

Oyunu bile çok tehlikeli

Faşizan popülizmin yönlendirilmesi, “kurulu düzen”in o eksendeki popüler temellerinin otorite lehine işletilmesi… Aidiyetin, kuvvetli bir iktidarın parçası olmanın gücü… Rayından çıkan “disiplin”in bazen öznesi “otorite”den çok uzakta, hoş manalarla, “Aferim”lerle anılması… Okul müdürünün bile öğretmeni hararetle övmesinin nedenlerinden bazıları.

Sonunda Wenger, bazı ısrarlı uyarıların da etkisiyle durumun vahametinin farkına varıyor. Anlıyor ki, “Diktatörcülük oyunu” bile çok tehlikeli… “Kovboyculuk”tan bin beter. Sınıfı topluyor, kelimelerini seçerek, hafifleterek konuşuyor:

“Faşizm işte böyle bir şey. Hepimiz kendimizi en iyi hissederiz. Diğerlerinden çok daha iyi… Ve daha da kötüsü bizimle aynı fikirde olmayanları toplumumuzdan dışlarız. Onları incitiriz… Ve daha neler yapabileceğimizi bilmek bile istemiyorum. Bu oyunda çok ileri gittik, çok ileri gittim. Hepinizden özür dilerim oyun burada bitmiştir.”

Hayaletin ürkütücülüğü

Grubu dağıtma kararının ardından öğrenciler öfkeleniyor önce… Bazıları ağlıyor. Bir anda kayboluyorlar, siliniyorlar sanki.  Oyun da olsa, proje de olsa ortak, “ulvî” bir manaları vardı hayatlarının… Dostları, düşmanları, ilkeleri, ayrıcalıkları, güçleri, iktidarları, derinlerden gelen zehirli hayallerin dalgası vardı.

Film biraz “kör kör parmak gözüme”, öngörülebilir gelişmelerle ve elbette fazla hızlı, faşizme hevesli bir önkabulle ilerliyor belki. Böyle bir eleştirinin de iki yönü var. Eğer “Böyle bir şey kesinlikle olamaz” diyenler, bu itirazlarını kendilerini bu önermelerinin içine katarak, aktivist bir kararlılıkla seslendiriyorlarsa… Bu umut verici.

Tehlikeli yönü ise gerçek hayatta bariz olan şeylerin bazen flulaşabilmesi, gözden kaçırılması, “Bizde olmaz”ı… Bize de tanıdık gelen filmin, filmdeki dersin, deneyin ortaya koyduğu şeyler belki birçok seyirci için “hayalet bir tehdit”. Ama bazen hayaletler de ürkütüyor. Hele ete kemiğe bürünürse…

BİR FİLM/BİR GERÇEK

FAŞİZMDE KİTLE BAĞIŞIKLILIĞI MÜMKÜN MÜ?

Faşizmin bir ülkenin geçmişinde kalması, “aşılmış” olması, ona her koşulda, her mutasyonda bağışıklık kazandırır mı? Filmin bu örtülü sorusunun yanıtı, belki geçmişle şimdinin birbirinden uzak görünen ama “şimdi”nin diğerini bazen dışlamadığı, hatta kucakladığı denklemlerde gizli… Kathie McCarty, The Indiependent’da 18 Haziran 2020’de yayınlanan filme dair yazısında Almanya’nın bugününe de değiniyor:

“Dünyanın birçok yerinde siyasi iklim barışçıl olmaktan uzak… Almanya’nın sağcı partisi “Alternative für Deutschland (Almanya için Alternatif)” varlığını ana akım siyasete gösterdi ve şimdi gururla Federal Meclis’teki en büyük muhalefet partisi olduğunu iddia ediyor. Die Welle, görünüşteki ‘aydınlanmamızı’ yeniden değerlendirmemizi istiyor. Faşizm hiçbir zaman 20. Yüzyıl diktatörlükleriyle sınırlı kalmadı…”

“Almanya için Alternatif” partisi 2013’de kuruldu. 2017 seçimlerinde yüzde 12.6 oy alan AFD, 94 sandalye kazanarak üçüncü parti oldu. 2018’de yapılan anketlerde oy ortalaması yüzde 18’lere kadar çıktı. Partinin 2018’e kadar sözcülüğünü yapan Christian Lüth, Şubat 2020’de yaptığı “Almanya’nın durumu ne kadar kötüye giderse, insanlar AFD’ye o kadar çok oy verirler. Ne kadar fazla göçmen ve mülteci gelirse, bizim için o kadar iyi. Sonra hepsini silahla vururuz ya da gaz odalarına atarız, benim için fark etmez” mealindeki konuşmanın kaydının ortaya çıkmasıyla eylül ayında partiden kerhen ihraç edildi. Anketlerde oy oranı halen yüzde 10 civarında dolaşan “alternatif” parti konusunda pek bir sürpriz beklenmiyor ama bakalım bu yıl ne yapacak? Federal Meclis’teki “yeni projeler”i, söylemleri ne olacak? 

(¹) Filme ilham veren 1941 doğumlu Ron Jones, bu deneyi gerçekleştirdikten iki yıl sonra, 1969’da “savaş karşıtı faaliyetleri” gerekçesiyle Cubberley devlet lisesinden uzaklaştırılmış. Jones halen bir Punk-jazz grubunun üyesi, bir “ağaç ev”de yaşıyor.

- Advertisment -