Çoğu kimse Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışıyla bir lider olarak ülkenin kaderini eline aldığına inanır. Ancak bana göre hem ülkenin hem de Mustafa Kemal’in kaderini değiştiren en önemli gelişme, İtilaf devletlerinin 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal edip Meclis-i Mebusan’ı dağıtmasıdır. İstanbul’da Meclisin dağıtılması, saltanat ve hilafet makamlarının meşruiyetini yok ederken, Mustafa Kemal’in 37 gün sonra Ankara’da yeni bir meclis kurmasının tüm imkân ve olanaklarını sağladı. İstanbul işgal altına alınmadığı ve İstanbul’da bir meclis olduğu sürece, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Ankara’da bir başka meclis toplaması ve bu meclisin tüm ülkenin meşru temsilcisi olarak tarih sahnesinde yer alması kolay olamazdı. Zaten BMM açılışının ikinci günü olan 24 Nisan1920’de Mustafa Kemal şöyle konuşmuştu: “Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın milli iradeye uygun olmadığını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır… Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmayı başardıktan sonra meclisimizin düzenleyeceği yasalar çerçevesinde padişahımız da yerini alacaktır.”
Lider olabilmek için, karizmatik bir kişiliğe sahip olmak, kitlelerin güven ve sevgisini kazanmak yeterli değildir. Gerçek lider, doğru zamanda, tüm nesnel ve öznel koşulları dikkate alarak en doğru kararı alabilendir. Mustafa Kemal’in “mukaddes makamı” esaretten kurtarıldıktan sonra hilafet ve saltanatın nasıl kaldırıldığını ve sonrasını hepimiz biliyoruz.
Tarihin Demirtaş’a bahşettiği fırsat
7 Haziran 2015 seçimleri HDP lideri Selahattin Demirtaş’a da, âdetâ tarihin 16 Mart 1920’de Mustafa Kemal’e sunduğu fırsatı bahşetti. Bu fırsat Kürt meselesini sivil ve demokratik siyaset zemininde çözüme kavuşturma fırsatıydı. Nasıl, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali, Mustafa Kemal’e Osmanlı yönetiminden kurtulma fırsatını altın bir tepside sunduysa, 7 Haziran 2015 seçimleri de Selahattin Demirtaş ve HDP’ye, PKK yönetiminden kurtulup Kürt meselesinde yegane insiyatif sahibi olma fırsatını verdi. O gün Selahattin Demirtaş iki şey yapmalıydı: (1) Kürt meselesinin çözümü doğrultusunda irade beyan etmiş ve bu yolda çok önemli bir eşiği geride bırakmış olan AK Parti iktidarını desteklemek. (2) PKK’nin “çözüm süreci bitmiştir, sıra devrimci halk savaşındadır” söylemini derhal boşa çıkartmak; her türlü şiddet ve silahlı eylem girişimlerine, partisinin vekillerini ve 6 milyon seçmenini arkasına alarak karşı çıkmak.
Bu iki tarihî adım, Türkiye’de Kürt meselesini çözüm yoluna koyacak ve bir damla kanın bile akmasına olanak tanımayacaktı. Ancak Selahattin Demirtaş bunu yapmadı. 7 Haziran gecesi, seçim sonuçlarına ilişkin daha ilk değerlendirmesiyle her şeyi berbat etti. Tarih ve Kürt seçmen, AK Parti ile uzlaşarak barış sürecinin kotarılması yönünde hareket etmesinin koşullarını dayatırken o, basireti bağlanmışçasına “ne içerde ve ne de dışarıda AK Parti ile işbirliği yapmayacağını” söyledi. Sonraki günlerde, bu yanlışın yangınına benzin dökercesine, bir HDP, CHP, MHP koalisyonundan söz etti. Bir insanın, bir liderin, bir partinin, bir halkın basireti bu kadar da bağlanamazdı. Ama işte bağlanmıştı. “Kemalist akıl,” Kürt ve Türk çocuklarına sadece ölümü reva gören, Kürt şehirlerini yerle bir edecek olan “devrimci halk savaşı” stratejisini hayata geçirmiş; “alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete” planı iyi tutmuştu.
Kürtlerin tarih boyunca elde ettiği en büyük başarı
7 Haziran seçimleri, Türkiye Kürtlerinin 100 yıllık mücadelesinde elde ettikleri en anlamlı ve en büyük başarıydı. Kürtler ilk defa bu seçimle Kürt meselesini sivil ve demokratik yollarla çözüme kavuşturma imkânını elde etti. Kürtlerin yüz yıllık mücadelesinde yeni bir evre başlamış, yeni bir dönemin kapıları aralanmış; şiddete dönme, şiddete tenezzül etme, şiddetten medet umma, teröre bulaşma dönemi kapanmıştı. Ya da kapanmış olmalıydı. Demirtaş ve ekibinin danışacağı vasat bir Kürt aklı, doğru olanı, yapılması gerekeni söylerdi. Zaten o yalın doğruyu görebilmek için, öyle derin strateji bilmeye de gerek yoktu. Biraz tarih bilgisi olup biraz da dünyadaki benzer sorunların gelişim seyrinden haberdar olanlar, Kürtlere “aman ha, aman ha, sakın ola ki şiddet tuzağına düşmeyin” derdi. Ancak HDP’yi kuşatan “Kemalist akıl,” Kürdün son yüz yılda elde etmiş olduğu en büyük siyasi başarıyı bir saatte heder etti. 6 milyondan fazla oy desteği alan, 80 milletvekili çıkartan, 102 belediyeyi elinde tutan ve ileride ana muhalefet partisi olabilme şansını yakalamış bulunan bir siyasi hareket, bir anda boşa düşmüş; Kürtlerin deyimiyle pûç olmuştu (bozulmaya,çürümeye uğramıştı).
Oysa tarihin sunduğu 16 Mart 1920 benzeri fırsat karşısında Selahattin Demirtaş’ın tek yapması gereken, Kürtleri şiddet tuzağından uzak tutmak; belediye başkanlarını, vekillerini ve seçmenlerini arkasına alarak meydanlarda barışın ve barışçı çözümün meziyetlerini anlatmaktı. PKK’nın şiddete yeltendiği ilk andan itibaren, meydanları doldurarak buna izin vermemek; seçmenleriyle polisin, askerin ve güvenlik güçlerinin etrafını örerek şiddete asla geçit vermemek olmalıydı. Demirtaş, “ben Kürt ve Türk çocuklarının ölümüne asla müsaade etmeyeceğim; kardeşi kardeşe öldürtmeyeceğim” deyip şiddet karşıtı eylemlerle meydanları inletseydi, Türkiye halklarının destek ve sempatisini daha da çok kazanacaktı.
Kürtlerin yönetimine son veren “özyönetim”
“Yeni devrimci halk savaşı” ve “özyönetim” ilanları başlamadan evvel, Kürtlerin de bu ülkede yönettikleri şehirler ve belediyeler vardı. Ne var ki “özyönetim” ve “devrimci halk savaşı,” Kürtlerin evlerini başlarına yıktırıp aslında yönetimden de uzaklaştırdı. Virane şehirler, binlerce ölü ve yüz binlerle göç, Kürt yönetimlerinin de sonunu getirdi. Kürtler tarihte ilk kez bu devletin gerçek anlamda eşit statülü vatandaşı olma, devletin sahipleri arasında yer alma imkânı elde etmişken, karanlık bir el tüm kazanımlarını heder ettirdi.
Şüphesiz şiddet sapağına yönelmek sadece Türkiye Kürtlerine kaybettirmedi; Irak ve Suriye Kürtlerini de vurdu. Bugün eğer PKK Türkiye’de şiddete dönüş yapmış olmasaydı, Suriye Kürtleri çoktan Kobani’yi Afrin ile birleştirmiş ve Akdeniz kıyılarına kadar çıkmıştı. Türkiye’nin Suriye Kürtleri konusunda karşı bir cephede yer almasını sağlayan, PKK’nin yanlış politikaları ve Türkiye’de şiddete başvurmuş olmasıdır. Başbakan Ahmet Davutoğlu 25 Ocak 2015’te, partisinin Diyarbakır İl Kongre salonunda “ Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşlerimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir” demedi mi? Dedi ve Kobani’nin IŞİD’den kurtarılması için pêşmergeye de koridor açtı.
Keşke Demirtaş ve partisi, o derin “Kemalist akla” değil de kendisine oy veren bilge Kürt köylülerine danışsaydı. Liberal Muhafazakârlığın babası Edmund Burke, “hatâlar miras değildir, savunmaya değmez” diyordu. Gel de bunu Kürt kentlerini yıkıma uğratan, Kürt ve Türk çocuklarını ölüme gönderen, Kürt halkını sürgüne mahkûm edenlere anlat. Gel de bunu “Cizre’de hatâ yaptık” deyip, Nusaybin, Yüksekova ve diğer kentlerde ısrarla aynı hatâyı tekrarlayanlara anlat. Prof. Kamuran Bedirhan “Kürt olmak zor zanaat” derdi. Meğer ne kadar da zormuş!