Göktaşı

Ali Rânâ Atılgan

Bir göktaşı yaklaşıyor. Bütün ayrıntılı gözlem yapan kurumların dikkatinden kaçmış. Önce, taşın yeryüzüne ne zaman çarpacağı haberi geldi. Çok yaklaşmış; ha çarptı, ha çarpacak. Nereye çarpacağı, çarptıktan sonra ne kadar geniş bir alanda etkisinin gözleneceği bilgisi ikinci sıraya yerleşmişti; şimdi ilk sırada. Haber, “medeniyet, başladığı topraklarda sona eriyor” cümlesi ile “geçti.” Evet, muazzam büyüklükteki bu taş, önce bizim buralarda bir yere vuracakmış.

 

Kimsenin kimseye izdivaç teklif edecek kadar vakti yok, kafamıza inecek bu taş altında. O kadar kısa ki süremiz, bırakın enstitü kurmayı, saatlerimizi hep birlikte ayarlamanın bir yararı yok. Herkes birbirine bakıyor; biri diğerinin birşeyler söylemesini, ya da birşeyler yapmasını bekliyor; ıssızlığın tam ortasındayız. Arsız, tümden bir yok oluş hepimizi kucaklamaya hazır. Açmayın kızarmış gözlerinizi; cama koşup, kapkara gökyüzüne bakmaya hiç uğraşmayın. Ne göreceğinizi düşünüyorsunuz? Siz aranıp dururken bitecek herşey. Gelecek yok; yani ümit yok.

 

Keşke ufacık bir kuşku olsaydı. Böyle zamanlarda kuşku gibisi var mı? Zamanı bir an olsun durduran bir şifâ, şu kuşku. Gürül gürül akan, elinizden yitip giden zamanı durdurmak için, hayata çalacağınız bir merhem. Küçükken oynadığımız “istop” oyunu gibi. Havaya atılmış topu yakalarsanız, “dur” demenize gerek yok. Hemen siz dikin topu havaya başkasının adını bağırarak.Yakalayamadınız mı topu havada; yere mi düştü top; siz koşarken topun peşi sıra, savrulur oyuncular dört bir yana. Tutar tutmaz topu, bağırırsınız: “Dur.” İşte o an gibi. Herkesin donup, size baktığı an gibi. Çaresizlik anlarında, olup bitenlerle ilgili duyacağınız şüphe zamanı durdurur. Ne kadar fazla insan şüphe duyarsa, o kadar zaman kazanır herkes. Bir kere hissedilen şüphe, muhakeme edilmek ister. Muhakemesi yapılmayan şüphe dağılmaz; uçmaz.

 

Göktaşı, bilmediğimiz, hiç şahit olmadığımız bir şiddetle geliyor üzerimize. Herkes tesiri altında; ne şüphe var etrafta, ne de muhakeme. Öyle ya, şiddet; güç, kuvvet, mukavemet gibi kavramlardan farklı olarak, önce bütün kuşkuyu yok eder. Aklımızdaki muhtelif senaryoları önce tektipleştirir, çizgiselleştiririr. Çok sevdiğim arkadaşlarımdan birinin tâbiriyle, pantolonun kenarındaki düz, ince, koyu çizgi üzerinde elinin bütün parmaklarını birleştirip, orta parmağının doğrultusunda hizâ aldırır. Yetmez. Sol eliniz böyle dururken, sağ elinizi aynı şekilde birleştirip, ufuktan gözünüzün içine, “ne yapıyorsun öyle” diyen güneşe engel olur gibi, siper aldırır. Biraz tortusu kalmışsa muhakemenin, avucunuzun içinde veya parmaklarınızın ucunda, güler misiniz, ağlar mısınız bilemem. O kadar az muhakemeden çıksa çıksa komplo kuramları çıkar çünkü. Silkinip, kendinize gelir misiniz; yoksa  rûya görür gibi, o kuramlar hakkında mı konuşursunuz, size kalmış.

 

Oysa şiddet olmadan, herşey nasıl berkemâl! Herşey normâl. Yani, bazı şeyler üzerinde anlaşırken, diğerleri üzerinde anlaşamayan, ama herşey üzerinde anlaştığını veya hiçbir şey üzerinde anlaşamadığını sanan fâniler. Demem o ki, bir topluluk hayâl edin, sanki herkes birbiriyle “evli.” Akşam anlaştığını sanıp, sabah nüansla uyanan; incir çekirdeğini dolduramayan sulardan barajlar yapan mucitler. Neyi bilmediğini bilip aramayanlar ile neyi bildiğini söylemeyip saklamanın makbul olduğunu düşünenler bir cenahta. Bilmediğini bilmeyenler ile herşeyi bilenlerin dayanılmaz ortaklığı ve bu ortaklığa pirim verenler diğer yakada. İkinci grup, şüphe duymayıp şiddet âyinine çıkanların önde gidenleri. Bir de, sizin, benim gibi sıradan insanlar. Sıradan olanların ortaklıkları için sermayedir kuşku. Şiddet değil, şüphe değil mi, güç, kuvvet, mukavemet potansiyeli taşıyan? Bu potansiyeli harekete çeviren, sıradan insanların ortak muhakeme etme yeteneği değil de, ne?

 

Kesinkes bildiğimiz ne var ki, şu âhir ömrümüzde, şüphe duymadığımız, üzerine muhakeme etmediğimiz bir gün geçsin? Geçmez. Tereddüt ettiğimiz, bize kesin gelmeyen, belirsizlik içeren olaylar, konular her dâim sarar çevremizi. Gelgelelim, eğer bir belirsizlik varsa işin içinde, o iş ile ilgili olarak beklemeyi tercih ederiz. Sanki arkamızdan biri çeker tam koşacakken. “Dur, gitme!” der gibi. Lugâtimizde bir sürü kalıp vardır. “Ortalık toz duman; hele biraz yatışsın” olabilir bir tanesi. Bir diğeri, “şu zamanda ne demeliyim, bilmiyorum; bekleyelim biraz daha” olabilir. Şu boşluğa hafızanızdakilerden birkaç tane ekebilirsiniz: [………………………………………………………….

…………………………………………………………………………………………………………………………..

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………] Beklemek, bekledikçe bir şeylerin daha açık, öngörülebilir hâle

geleceğini düşünmek insanlık tarihi kadar eski. Lâf aramızda, birileri bu ortak özelliğimizden acayip para kazanır; sonra konuşuruz üzerinde. Bir özelliği daha var bu “bekleyelim-görelim” ruh hâlinin: Birkaç kişi böyle düşündüğünde; tâbiri câizse, ortama ektiğinde; etraftakiler bunu alıyor, suluyor, büyütüyor, kendi çevrelerine ekiyor. Böylece ortamın ne kadar anlaşılamaz, ölçüp biçilemez olduğu, artan bir artışla “belirsizlik patikalarında” yayılmaya devam ediyor.

 

Bir önceki cümle silsilesinin üzerinizde yarattığı etki hoş değil, öyle mi? İnsanı umutsuzluğa davet eden bir çehresi var, değil mi? Katılmıyorum. Belirsizlik, çeşitlilikten, seçeneklerin varlığından doğar. Ayrılan yollar, bütün ayrıntıların içinden en kaba olanın; en hızlı değişenlerin içinden yavaş olanın; en kapsayıcı görünenlerin içinden farklı olanın muhakemesini ister. Sıradan insan, ister boğuşmayı tercih etsin, ister akışına bıraksın kendini, bu alternatifleri ister. Şiddet, alternatifleri alır; dilediği gibi ayıklar; düz bir yola düzer. Şiddet yanlısı olanlar için hayat bir tekerrürden ibarettir. Öylesine net, öylesine berraktır ki herşey. Cazibesine kapılır mısınız? Göktaşı gibi ansızın gelenleri, diğer şiddet türlerinden ayırabileceğinizi sanmıyorsunuz, değil mi?

 

- Advertisment -