Ana SayfaYazarlarSon hafta için özet ve birkaç soru

Son hafta için özet ve birkaç soru

Kör topal 140 yıldır uygulaya geldiğimiz parlamenter sistemden hayli farklı olan başkanlığa doğru meyledeceksek, konu boğuntuya getirilmeden ve yurttaşlar alelacele taraflaşmaya itilmeden, katılımcı bir şekilde ve etraflıca tartışılsın isterdik.

 

Her mevzuda olduğu gibi, anayasa değişikliği tartışması da ne olduğunu anlayamadan apar topar hayatımıza girdi ve referanduma şunun şurasında bir hafta zaman kaldı.

 

Bu kadar önemli bir konunun enine boyuna tartışılmasına özellikle iktidarın ve parlamentonun doğru dürüst bir katkısının olduğunu ve farlılıkları bir hayli fazla olan bir toplum olarak doyurucu bir tartışma yaptığımızı, sağduyulu kimsenin kolaylıkla ileri sürebileceğini sanmıyorum. 

 

Sorunları ele alışımız…

Nedense aşağı yukarı her sorunu ele alışımız böyle oluyor.

Ya aşırı teknik hususlara boğulmuş partiler-arası münazaraların esiri oluyoruz, ya da ağırlığını cumhurbaşkanı ve iktidar kanadı teşkil etmek üzere, ikna etmekten çok empoze etmeyi esas alan, esip gürlemesi bol miting nutuklarının bombardımanına uğruyoruz.

 

Anayasa değişikliği teklifinin hazırlanması sırasında, AK Parti – MHP ikilisinde anlaşılmaz ve gizemli bir siyasal kapalılık gördük. Birkaç kişi haricinde, milletvekilleri ve parti yöneticileri mevzuya “fransız” kaldılar ve gazete sayfalarına düşen siyasal magazin unsurlarıyla yetindiler. Sonrasında ise, bana kalırsa “ikna seansları”na muhatap olmalarından öte bir şey görülmedi.

 

TBMM Anayasa Komisyonu ve genel kurul görüşmeleri ise hızlandırılmış kurs gibiydi. İç tüzüğün neredeyse bütün maddelerinin askıya alındığı, kürsü önünün ringe döndüğü, Meclis TV yayınlamıyor diye dijital yaşama uyum sağlamış uyanık bazı millletvekillerinin “korsan TV” yayınları yaptığı, neler olup bittiğine ancak bu hesap dışı yolla şahit olduğumuz bir ay yaşadık. Taslak, sınırlı değişikliklerin dışında geldiği gibi yasalaşarak TBMM’den çıktı. Geride kalan ise, milletvekillerinin kadınlı erkekli muharebeleriyle zengin küfür ve hakaret repertuarlarıydı.

 

İnanmazdık ama OHAL şartlarında halk oylamasına gidiyoruz

 

Dönem OHAL’li bir dönem.  FETÖ ve diğer bazı örgütler hedefte olsa bile, ağ geniş atılıyor ve suçlu suçsuz demeden çok sayıda insanın (önceki yıllarda fazla rastlamadığımız şekilde) canı yakılıyor. Bu furyadan gazete, televizyon, radyo, dergi, vakıf, dernek, sendika gibi sektörlerin muaf tutulmasını tabii ki bekleyemezdik. Nitekim öyle de oldu.

 

Memurlar, öğretmenler, aydınlar, gazeteciler, HDP’nin Kürt milletvekilleri ve parti yöneticileri, hukukiliği tartışmalı iddialarla tutuklandı. Referandum bunların çok rahatsızlık verdiği; içeride ve dışarıda çok konuşulduğu bir ortamda gündeme gelmişti. Bazan haklı olarak kızdığımız ama çok kez kızmalara doyamadığımız Batılılar dışarıda, memleketin yarısı da içeride “OHAL şartlarında referandum olur mu!” tepkileri verdi. Çünkü, olabildiğince özgür, eşit ve demokratik koşullarda cereyan etmesi gereken bu halk oylaması sürecinin sınırları, yer yer seçişmiş bir belediyenin yerine tayinle getirilmiş bir kaymakamın, olmadı bir valinin iki dudağının arasına sıkışıp kaldı.

 

Propagandada eşitsizlik, vaka-i adiyeden

 

OHAL şartlarına ve uygulamalarına ilaveten, referandum sürecinde devlet ve medya imkanlarının eşitsiz kullanımından kaynaklanan bariz adaletsizlik de keza beklenmeyen bir şey değil. Devletin kanalları ve özel medyanın epey büyük bölümü, iktidardan farklı ses veren parti ve yöneticilerine (hattâ yorumculara) zaten uzunsüredir mikrofonlarını, sayfalarını ve ekranlarını kapatmıştı. Onlar da ister istemez sosyal medyaya yüklenince, bu kez ceza, yasak ve engelleme hamleleri yönünü oraya çevirdi. Ama gelin görün ki dijital devrin genç oyuncuları şimdilik muktedirlerin kolay başedebileceği bir güç gibi görünmüyor. Dolayısıyla seslerini kısmen de olsa oradan duyurmaya devam edebiliyorlar.

 

Bu mevzuda Batılı TV kanallarında en imrendiğim husus, seçim ve referandum gibi dönemlerde siyasi liderlerin (güçlü ya da zayıf olmalarına bakılmaksızın) hepsinin birlikte ortak bir programa çıkarılıp, medeni bir ortam içerisinde ve eşit konuşma süreleri verilerek tartışmalarının sağlanması. Onları izleyen seçmenler de bütün farklı görüşleri ve kafalarında yanıtını bulamadıkları soruların cevaplarını dinleme fırsatı buluyor; oy vermeyi düşündükleri parti ve liderlerin kapasitelerini böyle eşit ve rekabetçi bir ortamda tartma imkanı elde ediyor.

 

Bir zamanlar yapılırdı böyle programlar. Neden vazgeçildi anlamıyorum. AK Parti, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bu yöndeki ısrarını neden geri çeviriyor? Liderlerin gerçekleştireceği uygar tartışmalar, bu tür seçim süreçlerinin demokratik bir şekilde ve birbirini anlamaya imkan veren bir ortamda gelişmesine hizmet etmez mi? Vatandaşa örnek olmaz mı?

 

Hızını alamayanlar

 

Düşünsenize, kimileri “evet”çileri atının önüne katıp İzmir’de denize dökmek komedisine savruluyor; kimileri, hain ve teröristlerle aynı safta ilan edilen “hayır”cılara silah gösteriyor. Koca koca parti yöneticileri de ne kadar konu dışı olup geride kalmış problem varsa getirip ahalinin önüne döküyor. İddia üzerine iddia ortaya atıyor, ama gerisini getirmiyor. Referanduma götürülen konuyu vatandaşa unutturduklarının farkına bile varmıyorlar. 

 

Anlaşılan, TV’lerde Batıdaki gibi  uygar tartışma sahnelerinı görmek için daha çok bekleyeceğiz.

 

Anayasa değişikliğine Türkiye’nin geleceği bakımından inanılmaz anlam ve olağanüstü rol biçen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, AK Parti yönetiminin ve onları destekleyen köşe yazarları ile medyanın sunduğu kapsam ve derinlik öylesine göz alıcı ki, dinleyenler ve okuyanlarda ister istemez soruların da artmasına ve konudan uzaklaşma ihtimaline yol açıyor.

 

Kendime sorular

Bu hengamede mevzuyu daha fazla dağıtmadan kendime bazı sorular sorup onları yanıtlamak istiyorum. 

1-Bu referandum hakikaten acil bir ihtiyaç mıydı?

Değildi.

Hattâ bana kalırsa, muhalefetin ne dediği bir yana, Ak Parti durup dururken kendi taraftarları arasında ciddi soruların oluşmasına yol açtı.  Halbuki 15 Temmuz darbe girişimine karşı az çok bütün Türkiye, mevcut haliyle demokrasinin, TBMM’nin, seçilmiş AK Parti iktidarının ve cumhurbaşkanının varlığı ve meşruiyetini kabul etmiş; bu kurumları ve statükoyu cankla başla savunmuştu. Büyük kitlesel ölümlere yol açan terör eylemleri toplumdan ortak tepki görüyor ve ciddi bir dayanışmayla karşılık buluyordu. Parlamentoda mutabakat zemininin eskiye göre daha genişlemesinin şartları oluşuyordu. Türkiye’nin 1980 darbesinin ürünü olan 1982 anayasasını geniş katılımlı bir mutabakat ve iyi bir hazırlık süreciyle değiştirerek köklü bir demokratikleşmeye gitmesi imkanı giderek doğuyordu. Bunun ilk adımları da hem (Cemil Çiçek döneminin 60, İsmail Kahraman döneminin 7 anayasa değişikliği maddesinin partilerce ortak hazırlandığı) Mecliste,  hem de Yenikapı mitinginde atılmıştı. Kuşkusuz (HDP’nin dışlanması; başkanları ve milletvekillerinin tutuklanması;  belediyelerine kayyum atanması ve belediye başkanlarının tutuklanması; amacının dışına çıkan başka OHAL uygulamaları; haksız ve kanıtsız tutuklamalar vb gibi) bazı olumsuz gelişmeler de vardı, ama zamanla aşılabilirdi.

Devlet Bahçeli’nin beklenmedik teklifine AK Parti hükümetinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yol verip, MHP – AK Parti ortak yapımı bir anayasa değişikliğine gidilmesi adımı, bu olumlu havayı tamamen tersine çevirdi. Toplumsal gerilim arttı.  Ekonomi diken üstünde.  Üstelik, getirilen anayasa değişikliği maddeleri içinde, Türkiye’nin birikmiş acil sorunlarını bugünden yarına çözecek herhangi bir somut madde de bulunmuyor. 17 Nisan günü “ Oh ne iyi oldu, şu dertten kurtulduk” dedirtecek herhangi bir unsuru içermiyor. Toplumdaki mevcut kamplaşmalar yetmezmiş gibi, şimdi bir de “Evetçiler-Hayırcılar” diye bir kamplaşmamız oldu.

 

2-Anayasa değişikliği geniş bir uzlaşmayla yapılamaz mıydı?

 

Bildiğim kadarıyla, zamana dayanıklı anayasaların hepsi geniş birer uzlaşmayla yapıldı.

Anayasa yapımları öyle şipşak olacak şeylerden değil. Ülkeler ne kadar büyükse, ne kadar gelişmişlerse ve toplumsal farklılıkları ne kadar çoksa, anayasalarının yapımında  da o kadar dikkat, titizlik, demokratik katılım ve müzakereye dayanan süreçlere ihtiyaç oluyor. Bu şekilde toplum kesimleri arasında birbirini anlama, karşılıklı güven sağlama ve kimsenin rahatsızlık duymayacağı kucaklayıcı anayasalar yapma imkanı doğuyor.  Üniversiteler, iş çevreleri, fikir ve inanç grupları, sanatçılar, kadınlar, gençler, sendikalar ve meslek örgütleri gibi sivil yapılanmaların bu süreçlere dahil edilmesi gerekiyor. Bu, anayasaların hem bütün kesimleri kucaklama gücünü, hem de sorunlara çözüm üretebilme kapasitesini yükseltiyor.

 

Dünyada böyle yolları izleyerek örnek anayasalar yapıp, uzun yıllara dayanan sorunlarını, iç çatışma ve gerilimlerini başarıyla aşmış epey ülke var. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında da, bu bakımdan örnek alınması mümkün olanlar söz konusuydu. Örneğin Tunus bunlardan biriydi. Ama nedense bizde birdenbire bütün bunlardan vazgeçilip, kestirmeden gidilerek ve yüzyılı aşan parlamenter birikim bir kenara bırakılarak, “Biz bunda anlaştık; ya evet deyin, ya da hayır” gibi bir noktaya gelindi. Böyle bir anayasa yapımının, memlekete huzur, güven, istikrar, güç ve çözüm getirmesinden vazgeçtim; siyasal ve ideolojik kamplaşmayı kronikleştirmesinden, siyasal kan davasına dönüştürmesinden korkarım.  Bunun işaretleri de propaganda sürecinde yeterince verildi zaten.

 

3- Darbelerden ve anayasalarından çok çektik, ama kurtulmanın yolu başkanlık mı?

Keşke bu kadar kolay olsa!

Darbe ve bürokratik vesayet tarihimiz, parlamenter demokrasi tarihimizle neredeyse paralel bir seyir izlemiş sayılır. 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı’da, demokrasi adına padişahın yetkilerinin sınırlandırılması ve giderek meclisli bir siyasal rejime doğru evrilme yaşandı.  Padişahın yetki alanı daraldıkça “parlamento”nun yetki alanı genişledi.  Bu arada, sürece darbe tanımı içerisinde değerlendirilebilecek, başarılı ve başarısız sayısız askeri ve sivil müdahale oldu. Hele 1945 sonrasında, neredeyse sekmeden her on yılda bir darbe yaşadık. Bu dönemde de parlamentonun alanı oldukça daralırken, vesayet odaklarının ve onlara bağlı kurumların gücü ve alanı genişledi.

 

Yıllarımız böyle geçti. Bu bakımdan, darbelerden, vesayet odaklarından ve bu dönemlerin anayasa ve yasalarından kurtulma çabası son derece haklı ve demokratik bir yönelim. Lakin, bu arayış ve umudu getirip de şu 18 maddelik değişikliğe bağlamak, yeterince ikna edici olmuyor. Çünkü bizde darbe girişimleri parlamenter sistemimizin tıkanıklıkları ve krizi karşısında boy verirken, birçok Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesinde bunlar başkanlık sistemiyle yönetildikleri halde yaşanıyor. Yani, darbecileri darbe yapmaya teşvik eden şartlar sadece sistemlerle alakalı olmasa gerek. Bu nedenle başkanlık rejiminin darbelerin panzehiri olacağı yönündeki iddia ve beklenti konusunda son derece kuşkuluyum. Vesayetçi zihniyet kendini toplumdan üstün görme, kimi zaman darbeyle doğrudan iktidara gelme ya da benzeri demokrasi dışı yollar ve kurumlar aracılığıyla iktidara ortak olma durumudur. Bunları önlemenin en garantili yolu anayasa, yasa, yönetmelik, uygulama, kurallar ve kurumlarda köklü demokratikleşmeden geçiyor.  Zihniyetin değişmesi ve etkisiz hale getirilmesi, ancak büyük bir demokratikleşme reformuna bağlı. Irk, din, sınıf, kültür, bölge, cinsiyet, vb. bakımından bütün yurttaşların eşit olduğunu, hiçbir kesimin özel ayrıcalıklara sahip olamayacağını kabullenmek; bütün yasa ve uygulamalarla bunları fiilen hayata geçirmek gerekir.

 

Yetkilerin büyük ölçüde başkanda toplandığı bir sistemde darbelerin olmayacağını ummak, niyet olarak halisane, ama dünya örneklerine bakınca tartışmalı bir durum olarak görünüyor.  Parlamenter sistemin halen yürürlükte olduğu şartlarda 15 Temmuz girişimi gibi kanlı bir darbeye geçit vermeyen bir halk için en doğrusu, öyle seçmenlerin yarısının filan değil,  büyük ve anlamlı bir bölümünün gönül ferahlığıyla kabullenebileceği; hazırlık ve tartışma sürecinin ferah, demokratik ve katılımcı şekilde ele alındığı; derin bir demokratik değişim getiren;  Türkiye’yi demokrasi liginde yukarı sıçratabilecek yeni bir anayasanın usulünce yapılmasıydı.

 

4- “Çift başlılık” ve “ istikrarsızlık” için tek panzehir başkanlık mı?

Öyle olsaydı bütün dünyada tek sistem başkanlık olurdu.

Aslında toplumsal farklılıklar her daim muhtelif sorunlar üretir ve bunlar da belirli derecelerde yönetim kademelerine yansır. Sorunsuz yönetim sistemi mümkün değildir. Yönetimlerin amacı, kendilerine yasalarca tanınmış yetkiler çerçevesinde, sorunlara demokratik ve hukuki yollardan zamanında ve kamu yararına uygun çözümler bulabilmektir. Denge ve denetleme denilen mekanizmalar, bu süreçte doğabilecek hataların, yanlışların ve eksiklerin önüne geçilmesi geliştirilmiş. Parlamenter sistemde, mecliste çoğunluğa sahip olan parti, hükümet ve başbakan ile yetkileri sınırlı ve sembolik olan cumhurbaşkanı arasında kimi zaman kriz çıktığı doğrudur. Hattâ bunun bazen uzun sürüp ekonomiyi zora soktuğu ve ülke istikrarını bozduğu da gerçektir. Nitekim Türkiye böyle durumlarda ağır bedeller de ödemiştir. Ama krizlerin ve çift başlılık denilen uyumsuzlukların arka planında yatanın sistemsel nedenler mi, yoksa politik zaaflar mı, meselâ demokratik değer, kurum ve teamüllere yeterince önem vermemek mi olduğu, doğru dürüst tartışılmamıştır.

 

Hal böyleyken, şimdi referanduma sunulan yeni sistemde meclisin birçok yetkisi epey sınırlandırılmış, denetleyici rolü sayısal ve oransal tedbirlerle zorlaştırılmış. Cumhurbaşkanına ise, partisinin meclisteki ağırlığı ve kendisinin doğrudan seçme yetkileri sonucu yargının en önemli kurumlarını dizayn etme imkanı verilmiş. Yürütme yetkisi ise eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde güçlendirilmiş ve denetim dışına alınmış durumda. Bunun iki başlılığı önleyeceği varsayılmış. Aslında denge ve denetleme terazisinin meclis kefesi büyük bir ağırlık kaybederken, ne var ne yok hepsi yürütme (yani başkanlık) kefesine konmuş. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir durum yaratılmış. 

 

Açıkcası, bu sistem iki başlılık diye şikayet edilen durumu önleyebilecek bir tedbir değil. Örneğin cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisi şayet mecliste azınlıkta kalırsa, o şikayet edilen tablo yine görülebilir. Sık sık seçimlere gitme mecburiyeti yine doğabilir ve hatta başka koşullarla birleşmesi halinde ekonomik ve siyasi krize dönüşebilir. Yani bu başkanlık sistemine geçildiğinde krizlerden kesinlikle kurtulduk diye derin nefes alacak bir durumdan söz edilemez.  Hele, yargının ve aşırı güçlendirilmiş yürütmenin bir tarafta, yasamanın öteki tarafta olduğu bu durum, bırakın krizleri, çok ciddi toplumsal kamplaşmalara dahi dönüşebilir. Tabii ki bu sorunların üstesinden gelmek demokrasi ve uzlaşma kültürünün geliştirilmesine; bu zihniyetin yasalara ve kurumların işleyişine yansıtılmasına bağlıdır. Sonuç olarak anayasa boyacı küpü değildir; “daldırdık ve çıkardık, tamam, oldu” diyemeyiz.

 

5-Dış tehdit ve teröre karşı güçlü Türkiye için tek umut başkanlık mı?

Eğer öyleyse işimiz zor demektir.

AK Parti çevresi, dış tehditleri ve terörü bertaraf edecek güçlü bir Türkiye’nin inşasını başkanlık sistemine geçilmesinde görüyor. Bu, son derece eksik ve eksik olması nedeniyle de yanlış sonuçlar verebilecek bir düşünüş tarzı. Ülkelerin güçlenmesi, demokrasisi ve demokratik kurumları, siyasal partileri, sivil toplumu, üniversiteleri, ekonomisi, tarımı ve sanayisiyle, eğitimi ve yetişmiş insan gücüyle, sanatı ve yaratıcı enerjisiyle vb topyekün düşünülmesi gereken bir konu. Devlet gücünün tek bir noktada toparlanması yoluyla güçlü devlet olunabileceği,  terör ve tehditlerin böylelikle alt edilebileceği varsayımı, birçok bakımdan yetersiz. Öncelikle demokratik yollardan çözünlenmeyen sorunlar zamanla ülke istikrarını ve güvenliğini tehdit eden bir mahiyet kazanabilir. Bu, parlamenter sistemde de, başkanlık sisteminde de mümkündür.

 

İkincisi, dış tehdit dünya ve bölgedeki gelişmelere ve konjonktürel olaylara bağlı olarak ortaya çıkabilir. Kimi zaman da tarihten gelen sorunlarla bağlantılı olabilir. Dolayısıyla başkanlık veya parlamenter sistemle yönetiliyor olmak pek farketmez ve bu durumlarla yüzyüze gelmek her zaman mümkündür. Başkanlık modelinin böylesi durumlarla mücadele etmede daha başarılı olduğunu söylemek ise dünyadaki siyasal sistemlere bakıldığında pek ikna edici görünmüyor. Çünkü, her ikisinden de başarılı ve başarısız pek çok örnek bulunuyor. Dolayısıyla dış tehdit ve terörle karşı karşıya kalmamızın sistemimizle doğrudan bir ilgisi olduğunu söylenemez.

 

Ama şu bir gerçek ki, her iki sistemde de ortaya çıkan yönetsel zaaflar ve politik hatalar ülkeleri böylesi sorunlar karşısında güçsüz bırakabilir. Örneğin, uzun yıllardır çözmeyi beceremediğimiz Kürt sorunu şimdi bizi her yönüyle sarsan bir noktaya geldi. Dünya hakimiyeti peşinde koşan büyük emperyal güçlerin bölgesel hesaplarına dahil edilen bir konu oldu. Irak ve Suriye’de yaşananları düşünelim.  IŞİD’in ( DEAŞ veya DAİŞ) yarattığı tehdidi hatırlayalım. Mevcut sistemimiz parlamenter; ama hükümetin bu sistem nedeniyle elinden geleni yapamadığını ileri sürebilir miyiz? Devlet laisizmi ve inanç özgürlüğü sorunu bizi yıllardır çok hırpaladı. Dindar yurttaşlar yıllarca iç tehdit unsuru olarak görüldü. Bunu bahane ederek darbeler yapıldı. Halbuki konu esasen insan hakları, özgürlükler ve demokrasiyle ilgiliydi.

Dindarların destek verdiği partilerin iktidara gelmemesi; şayet geldiyse bir an önce gitmesi için neler yapıldığını en iyi AK Parti biliyor. Bunun parlamenter veya başkanlık sistemiyle bir alakası olduğu son derece şüphelidir.  Demokratik ve çoğulcu bir hayatı içimize sindirip, bu temelde yükselen ve güçlenen bir ülke olamamak bizim asıl sorunumuz. Başkanlık sistemlerinin söz konusu olduğu kimi ülkelerde de benzeri iç gerilimler yaşanıyor. Dolayısıyla farklılıklardan doğan anlaşmazlık ve krizlerin sadece başkanlık sistemiyle çözüme kavuşabileceğini ileri sürmek ülke ve dünya hakikatiyle pek bağdaşmamakta. 

- Advertisment -