Ana SayfaYazarlarRuhumuzdaki şeytan (6) burjuvazi nerede saklanıyor?

Ruhumuzdaki şeytan (6) burjuvazi nerede saklanıyor?

 

[16.6.2019] Faşizm ve Nazizmde, hattâ bir ölçüde liberal demokrasilerde de olabiliyor. Bu, söz konusu toplumların, normal hukuk ve siyaset nosyonlarının zayıflamasına yol açan ihtilâçlara ve isteri nöbetlerine kendilerini ne ölçüde kaptırdıklarına bağlı. 1950’lerin başlarında ABD’de, McCarthycilik örneğinde gördüğümüz gibi, hem olabiliyor (hiç olmaz demek mümkün değil), hem de görece olgun bir demokrasi koşullarında nisbeten kısa sürebiliyor. Biraz da ölçek meselesi. Nicel anlamda “büyük” bir toplumun bütün resmî ve sivil toplum kurumlarının ayrı ayrı özgürlük ve özerklik gelenekleri söz konusu ise, bütün o karmaşık çoğulluğu ifsâd edip sürüklemek imkânsız hale geliyor. Aklı selim doğrudan doğruya siyasetin ana mecrası içinden sesini yükseltiyor ve bir yerde, bütün o çılgınların kapı dışarı edilmesini beraberinde getiriyor. Nicel boyutları daha küçük bir ülkede, henüz zayıf bir demokrasi, anti-demokratik kurumlaşmalarla daha kolay melezleşiyor. Ana mecra içinde itiraz alışkanlığı cılızsa, hele medya tekeli koşullarında, hukuk, ahlâk ve kamuoyu alanlarında sürüklenme daha vahim noktalara varabiliyor.      

 

Ancak her halükârda, “cadı avı”nın güncellenmesi veya modernizasyonunda Marksist sosyalizmin, daha doğrusu 20. yüzyıl komünizminin apayrı bir yeri ve sorumluluğu söz konusu. Bunun zincirleme nedenleri, (a) Marksizmin bilinç unsuruna ve tarihin akışının bilinçli bir müdahaleyle değiştirilebilirliğine verdiği özel önem; (b) gene bu doğrultuda oluşturduğu özel ve çok girift, çok kapsamlı teori; (c) bu teoride, devrim, burjuvazi ve restorasyon tehlikesi (geri dönüş) kavramlarının işgal ettiği, keza çok özel yer. Nasıl açıklasam? İnsanlık, çok çok gerilerden 19. yüzyıl ortalarına, herhangi bir aşkın bilinç veya “üst akıl” planlaması olmaksızın geliyor. Kimse, şimdi toplayıcılık ve avcılıktan tarıma geçelim, şimdi bağımlı köylü toplumları kuralım, ya da (bir ara Akdeniz havzasında) köle ekonomisine yönelelim, şimdi ise kanun önünde eşitliğe, piyasaya, özel mülkiyete ve ücretli emeğe dayalı bir sistem inşa edelim… demiyor. Binlerce, derken yüzbinlerce, derken milyonlarca insanın, kendi sınırlı ufukları içinde aldığı küçük küçük kararlar, yaptığı küçük küçük işler sonucu gelişiyor hepsi. Zaman içinde, kapitalizme de kendiliğinden geçiliyor.

 

Derken 18. ve 19. yüzyıllarda değişik bir faktör, bir bilinç unsuru sahneye çıkıyor. İnsanlığın bilgi birikiminin; sosyal bilimlerin doğuşunun; tarih, ekonomi, sosyoloji, arkeoloji ve antropoloji arasındaki yeni kesişme ve örtüşmelerin kaçınılmaz sonucu. İnsanlık, insanlık olarak bir self-consciousness, bir benlik bilinci ediniyor. Nereden geldik, nasıl geldik, nereye gidiyoruz (gidiyor olabiliriz)? Önce, normatif değil pozitif bir konumda kalınıyor. Gözlemek ve düşünmekle yetiniliyor. Aslında Hegel de, diğer 19. yüzyıl tarih felsefecileri de bu sınırların içinde. İnsanlığın o güne kadarki gelişme çizgisini kendilerince yorumlayıp, alternatif önermeksizin geleceğe doğru uzatıyorlar. Dolayısıyla kimisi ebedî bir Prusya devleti, kimisi demokrasiye doğru çizgisel bir evrim öngörüyor. Hepsi yanılıyor kuşkusuz. Çünkü insan “eksik programlanmış bir yaratık” (Ernest Gellner) ve geçmişteki davranışlarından bugünkü davranışlarını, bugünkü davranışlarından da gelecekteki koşulları ve o çerçevede hangi davranışlarda bulunacaklarını çıkarsamak olanaksız. Gene de en azından, buraya gitmemeliyiz ve öyleyse nereye gitmeliyiz noktalarına sıçramıyorlar. Amerikan ve Fransız devrimlerinin dahi böyle bir etkisi yok. Evet, bir bilinç ve irade faktörü sergiliyorlar. Ama bu, gene tarihin olağan akışı içindeki (öyle algılanan ve teorileştirilen) bir siyasal rejim değişikliği çerçevesine bağlı kalıyor.

 

İşte bu noktada Marx ve Marksizm devreye giriyor. Tarih bilincine yaklaşımı, örtük değil belirtik (explicit) biçimde pozitiften normatife dönüştürüyor. Mevcut kapitalizm ve onun kendi iç evrimi, diyor, bir, istenmeyen bir şeydir. İki, tarihin bu akışı iradî bir müdahaleyle değiştirilebilir; yerine başka ve şimdiye kadar mevcut olmayan bir alternatif (sosyalizm) geçirilebilir. Feuerbach üzerine tezlerin o çok övülen 11’incisinin gerçek anlamı bu: artık açıklamak değil değiştirmek gerekir; yani öyle herhangi bir değişiklik veya iyileştirme değil, muazzam bir mecra ve akış değişikliği gerekir. Tabii Marx elinden geleni yapıyor bu değişimi doğallaştırmak, gayri-iradî kılmak, insanlık tarihinin şimdiye kadarki gelişimin kaçınılmaz uzantısı gibi göstermek için. Bu yönüyle, diğer 19. yüzyıl tarih felsefecilerinden (pozitif gözlemcilik anlamında) farksızmış gibi durmaya (normatif pozisyonunu kamufle etmeye) çalışıyor. Kapitalizmin iç çelişmelerinin giderek keskinleşeceğini ve artık işlemez olacağını; evrensel bir sistemik krize yol açacağını; bu krizi fırsat bilen işçi sınıfının da ayaklanıp iktidarı  ele geçireceğini öne sürüyor. Buradan bir bilimsellik iddiası türetiyor. Bu yönüyle de, sosyal bilimlerin doğuşu ve kurumlaşmasının yaşandığı bir çağda, kendi düşüncesini o genel bağlama, o bilimperestlik (scientism) furyasına oturtmaya çabalıyor.    

 

Fakat bunların hepsi süs, kanımca. Hedef kitlesini, sunduğu dâvânın bilimselliğine, dolayısıyla ergeç kazanılacağına ikna etmek için oluşturulmuş teorik bir avadanlık. Nitekim nesiller boyu, sosyalist ve komünist partilerin üyelerine her türlü baskı ve zulüm karşısında içsel bir inanç ve direnç kazandırmaya yarıyor. Ama sakat. Büyük yanlış ve boşluklarla malûl. Tarihsel komünizmin bütünsel çöküşünün ardından, düşünce ve uygulamadaki hatâların hepsi çok daha iyi görülebiliyor. Buna, Marx’ın toplum, kapitalizm ve devrim hakkındaki inanılmaz naïfliği de dahil. Evet, ben de bunu uzun süre göremedim, ama Marx, olanca indirgemeci ekonomizmi içinde, aslında çok naïf insanlık ve toplum hakkında. Hemen sadece devlet ve mülkiyet (ya da politik ve ekonomik iktidar) ilişkilerini görüyor; başka bir şey görmüyor. Kültürü görmüyor, örneğin; inançların derinliğini görmüyor; alışkanlıkların gücünü görmüyor; ailelerin, akrabalıkların, din ve mezheplerin, cemaatlerin, yerel ve sair alt-kimliklerin girift örüntüsünü görmüyor. Din ve kültür hakkındaki en üstten genellemelerinde olduğu gibi, görüyorum dese de görmüyor aslında. Esasen bu yüzden, normal siyasete de pek tahammül edemiyor (örneğin bugün yaşıyor olsa, Ekrem İmamoğlu’na gerici, onu aday gösteren CHP’ye de restorasyonist diye bakacağına eminim, tıpkı keskin Kemalistler gibi). Bunun yerine, toplumu kestirme ve cebrî yollardan kolayca değiştiririm sanıyor. Nasıl? (i) Ayaklanıp siyasî iktidarı ele geçiririm. (ii) Bu sayede mülkiyet ilişkilerini zorla değiştiririm. Burjuvaziyi mülksüzleştirir, toplumsal mülkiyeti tesis ederim. (iii) Piyasa yerine, bilinçli ve iradî dağıtım-bölüşüm mekanizmalarını hakim kılarım. Yeni bir toplum kurulmuş olur. Öyle zannediyor.

 

Açık konuşacak olursak, bu dümdüz ve düpedüz bir ütopya. Hem de kelimenin en dar anlamıyla. İradeciliğin, volontarizmin doruğu. Kapitalizmi olabildiğince frenleyip en vahşi yanlarını törpülemeye yönelik reformlar yerine, insanlığı zorla bambaşka bir mecraya sokma ve kapitalizmin bağrında kendiliğinden gelişmeyeceğini Marksizmin de kabul ettiği bir “sosyalist üretim tarzı”na sıçratma çabası, eşi görülmedik bir toplum mühendisliği anlamına geliyor. Buradan da çok ciddî bir burjuvazi ve revizyonizm sorunsalı vücut buluyor. Gerçi bütün devrim ideolojileri ve programlarında bir karşı-devrim korkusu var. Ama bu, daha çok bir siyasî restorasyon (cumhuriyete karşı monarşinin, Stuartların, Bourbonların veya Osmanlıların geri gelmesi) tehlikesi ile sınırlı. Marksist devrim teorisinde ise çok daha geniş boyutlara ulaşıyor. Bütün bir sosyal sınıfı ve üzerinde yükseldiği veya temsil ettiği sosyo-ekonomik sistemi yoketme projesi, deyim yerindeyse eli çok yükseltiyor. Burjuvazi tamamen yokedilemezse, binbir kılığa girebilir; parti içinde dahi yuvalanabilir; işçi sınıfının ideolojisine aykırı görüşleri sinsice yayabilir; ekonomi, politika ve/ya kültür alanlarından yeniden üreyip geri gelebilir.

 

Bu endişe, burjuvazinin (ve kapitalizmin) tanımını alabildiğine genişletiyor. En tepedeki başlık resmi, Signorelli’nin 1500 dolaylarına tarihlenen bir tablosu. Boynuzlu bir Deccal, kulağına kimbilir neler fısıldadığı Hazreti İsa’yı yoldan çıkarmaya çalışıyor. Sosyalizmin İsa Mesih’i proletarya (ve partisi). Deccali ise “burjuvazi” (ve burjuva ideolojisi). Bir kere iktidardan devrildikten sonra hâlâ yaşayan, ama ele gelmeyen, somutlanamayan, kolay teşhis edilemeyen bu burjuvazi, son tahlilde ruhumuzda saklanan şeytana dönüşüyor.

 

 

 

- Advertisment -