CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ankara-Çubuk’ta bir şehidin cenaze töreninde saldırıya uğradı. Törende Savunma Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, Ankara Valisi ve Ankara Emniyet Müdürü de bulunuyordu. Alanda gerek devlet erkânını korumak ve gerek genel güvenliği sağlamak için çok sayıda polis ve jandarma vardı. Emniyet tedbirleri en üst seviyedeydi veya öyle olması gerekiyordu. O halde sormak gerek: Böyle bir ortamda nasıl oldu da Kılıçdaroğlu’na saldırılabildi? Güvenlik güçleri bunu neden önleyemedi? Sebep ihmal mi, göz yumma mı, yoksa bir istihbarat zaafı mıydı?
Denilecektir ki “Daha önce de şehit cenazelerinde olayla çıktı, iktidar temsilcileri de saldırıya uğradı.” Doğru. Şehit cenazelerinde siyasetçiler her daim zorda kaldı. Erdoğan ve diğer AK Partililer de cenazelerde protesto edildi ve yuhalandı. Bekir Bozdağ ve Taner Yıldız saldırıya uğradı. Ama o olaylarda saldırganlar hemen derdest edilmiş, saldırıya uğrayanlar hemen güvenlik çemberine alınmış ve olay yerinden uzaklaştırılmışlardı.
Oysa Kılıçdaroğlu olayında tehlike çok büyüdü, bir facianın eşiğinden dönüldü. Kılıçdaroğlu, ilk saldırının ardından bir eve sığınmak zorunda kaldı. Saldırganlar evi kuşattı. “Yakın bu evi” diye bağırıp çağırdılar. Biri bir kıvılcım yaksa o ortamda büyük bir yangının çıkması işten değildi. Hem Kılıçdaroğlu hem de evin sahipleri uzun süre büyük bir tehlike altında evde mahsur kaldı. Akabinde evden çıkarıldığında Kılıçdaroğlu’nun aracına taşlarla saldırıldı ve Kılıçdaroğlu güç belâ alandan çıkarıldı.
Hayati tehlike atlatan sadece Kılıçdaroğlu değildi. CHP Grup Başkanvekili Levent Gök de ağır bir saldırıya maruz kaldı. Bu durumda ikinci bir soru sormak lâzım: Emniyet güçlerinin muhalif grupları çarçabuk dağıtmakta pek mahir olduğunu biliyoruz. Fakat burada her nedense ellerini çabuk tutmadılar. Kılıçdaroğlu’nun ve yanındakilerinin hayatını tehdit eden grubu kısa bir sürede evden uzaklaştırmadılar. Neden? Burada bir ihmal mi, yoksa bir kasıt mı vardı?
Muhaliflik eşittir düşmanlık
Bu sorular halen cevabını bekliyor. İçişleri Bakanı bir açıklama yaptı ama söyledikleri tatminkâr olmaktan uzaktı. Zaten iktidar her kademesiyle bu saldırıyı basite indirgemeye, önemsizleştirmeye çalışıyor. Oysa Türkiye neredeyse bir uçuruma yuvarlanıyordu. Ana muhalefet liderinin linç edilmesine ramak kaldı. Nereden bakarsanız bakın, bunu hafife alamaz, sıradanlaştıramazsınız.
Zannımca, her şeyden evvel, böyle bir saldırganlığı mümkün kılan siyasi atmosferin üzerinde özellikle durmak gerek. Evet, maalesef böyle bir atmosfer var. Hattâ daha ilerisini söyleyeyim; böyle saldırıları aklından geçirenleri teşvik eden ve cesaretlendiren bir atmosfer de var.
Peki, bunun birincil müsebbibi kim? Cevap açık; iktidarın kendisi. Çünkü iktidar, bir taraftan, bütün bir muhalefeti “terör” ile ilişkilendiriyor. Muhalefeti teröristlerle işbirliği içinde olmakla suçluyor. Her muhalif sözü hainlikle damgalıyor. Muhalif aktörlerin tamamını kriminalize ediyor. Politikasına destek vermeyen ve gittiği yolu yanlış bulan toplum kesimlerine hakaretler ediyor.
Diğer taraftan ise iktidar tabanına sürekli gaz veriyor. Kuru bir hamaseti alabildiğine yükseltiyor. Dört bir tarafın düşmanlarla sarılı olduğu, düşmanların sadece dışarda değil içerde de oldukları düşüncesini her kanaldan pompalıyor. Doğrudan ve dolaylı olarak muhaliflik ile düşmanlık kavramlarını eş anlamlı olarak kullanıyor. Nihayetinde, neredeyse iktidarın oldukça dar merkez dairesinin dışında kalan herkesi bir nevi düşman olarak kodluyor.
Muhalefet tehdit eden bir İçişleri Bakanı
İktidar ve muhalefet bloklarının her birinin toplumun yarısı tarafından desteklendiği bir vasatta, muhalefeti meşru bir rakip olmaktan çıkarıp düşmanlaştırmak başlı başına vahim bir durum. Lâkin bu vahameti katmerli kılan bir başka unsur da var: İçişleri Bakanı.
Süleyman Soylu, zücaciye dükkânına girmiş fil gibi, demokratik siyasete dair ne varsa ezip geçiyor. Hakkı hukuku takmıyor, devletin hukukla irtibatını kuran son köprüleri yakıp yıkıyor. İçişleri Bakanı koltuğunda oturması hasebiyle kâğıt üstünde herkesin hayatını korumakla mükellefken, HDP Eşgenel Başkanı Pervin Buldan’ı telefonla arayıp tehdit edebiliyor. Buldan bu tehdidi kamuoyuna aktardığında da, Soylu kameraların karşısına çıkıp “Söylediklerinin eksiği var, fazlası yok” diyebiliyor.
“Valilere talimat verdim, artık şehit cenazelerinde CHP il başkanlarını protokole kabul etmeyecekler” diye racon kesebiliyor. Bununla da yetinmiyor; CHP’lilere dehşetengiz bir adres gösterebiliyor: “Onların gideceği bir adres var. O adresi de onlara göstereceğiz. Onların gideceği adres şurasıdır: PKK terör örgütü mensuplarının cenazeleri var, biz onları çok kısıtlı kaldırttırıyoruz, o leşleri. Onlara bir kişilik kontenjan orada ayırttıracağız. Sandıkta beraberlerse cenazede de beraber olacaklar.”
Kimse güvende değil
İnsanın kanını donduran ifadeler bunlar. Çünkü eğer bir ülkede İçişleri Bakanı, Meclisin ikinci ve üçüncü büyük partilerinin temsilcilerini açıktan tehdit eder ve hedef gösterirse, o ülkede hiç kimse güvende olmaz, olamaz. Eğer bir ülkede İçişleri Bakanı göğsüne gere gere muhalefet liderlerini tehdit ederse, onun izini takip eden birileri de düşman olarak mimlenmiş o liderlere saldırma hakkını kendinde görür. Kılıçdaroğlu vakasında olan da budur.
İktidar da bunu biliyor; sorumluluğunun farkında, şimdi yakayı sıyırmaya çalışıyor. Nitekim Soylu, saldırıdan sonra yaptığı toplantıda “Kimse bu saldırıdan ötürü şahsımı ya da bakanlığımı sorumlu tutmaya kalkmasın” mealinde lâflar etti. Tek başına bunu söylemek zorunda hissetmesi bile, aslında sorumlunun teşhisi adına son derece değerli. Zira inkârın içinde ikrar var.