Ana SayfaYazarlarRuhumuzdaki şeytan (15) Mao’ya inanma ihtiyacı

Ruhumuzdaki şeytan (15) Mao’ya inanma ihtiyacı

 

[21 Temmuz 2019] Marksizmin sosyalist toplum teorisine Mao’nun alabildiğine olumsuz ilâvelerini ilk defa otuz yıl önce yazmıştım (Bir Dönem Kapanırken); sonra Taraf’ta yazdım; son günlerde bir kere daha yazdım (15-16 Temmuz 2019). Saf ve doğru (daha doğrusu, o andaki lidere göre saf ve doğru) bir Marksizmden (gene lidere göre) en küçük “sapma”nın revizyonizm anlamına gelmesinin sonuçlarına işaret ettim. İsmi var cismi yok bir burjuvazinin, revizyonizmin şahsında saklanıyor kabul edilmesinin, zıddında, bitmez tükenmez bir sınıf mücadelesine, proletarya diktatörlüğüne ve şeytan taşlama törenlerine yol açtığını anlatmaya çalıştım. 

 

Geçerken, bu öyle sert çekirdekli bir örgü ve kurgu ki, dedim, Marksizm dışı kaynaklardan türetilen bekacılıklar yanında çok hafif, çok episodik, çok sathî kalır.

 

Bir nokta eksik kaldı: Kişiye tapma kültleri nasıl teşekkül eder? Bilinç nasıl teslim edilir? İnsanlar ne zaman, hangi dürtüler ve düşünüş tarzlarıyla, “ben nasıl onun kadar bilebilirim?” demeye başlar? Şu veya bu liderin yanılmazlığı efsanesi nasıl doğar? Tam da hatâlarının giderek çoğaldığı apaçık ortadayken, yanılmazlık inancı nasıl büsbütün katılaşır, zırhlara bürünür, daha yüksek ve giderek daha yüksek noktalara ulaşır?

 

Tarihte hiç var mı böyle bir şey? Her zaman tek ve yüzde yüz doğru liderler? Atatürk? Napolyon? Sezar? Lenin? Stalin? Hitler? Büyük İskender?

 

Geçenlerde bir arkadaşım, daha önce duymadığım bir anekdot anlattı. Osmanlı tarihçileri arasında bir tartışma var, Edirne’nin fethine dair. 1361 mi, 1362 mi? Bazı kaynaklarda öyle diyor, bazı kaynaklarda böyle. Tabii çok basit bir açıklaması da olabilir — aslında (hudut boylarında çok sık görüldüğü gibi) o iki yıl içinde birkaç kez gidip geldiği, el değiştirdiği, bir o tarafa bir bu tarafa geçtiği, dolayısıyla bir kısım gözlemci ve kronikçilerin 1361’i, diğerlerinin 1362’yi kaydettiği şeklinde. Geçelim. Edirne’nin fethi sorununu çözmenin peşinde değilim şuracıkta. Beni, bu konunun açıldığı bir kongre oturumunda, katılanlardan birinin ne dediği ilgilendiriyor (mealen): “İnalcık 1361 diyorsa 1361 olmalı. Ben Halil İnalcık’a inanırım.”

 

Üç yıl önce 100 yaşında kaybettiğimiz İnalcık’ın, böyle bir tavırda zerrece dahli olmadığını, bilmem izaha gerek var mı? Sonuna kadar ampirik ve ampiristti rahmetli Halil Hoca. Tabii sevilmekten ve hayranları olmasından hoşlanırdı. Ama iş bilime geldiğinde, öğrencilerine herhangi bir otoriteye körü körüne bağlılığı değil, sadece kanıtlara bakmayı ve kanıtları ellerinden geldiğince yorumlamayı salık verirdi.

 

Buna karşılık Mao’nun, kendi kişi kültünü yararlı bir politik enstrüman olarak gördüğü ve oportünistçe kullandığını çok iyi biliyoruz. Edgar Snow ile bir konuşmasında, belki Kruşçev kendi etrafında bir kişiye tapma kültü oluşturamadığı için devrildi demişti. Bu, önemli bir dersti onun için. Her ne kadar Tienanmen meydanında onbinlerin “Ulu Önder Başkan Mao! Çok yaşa, çok yaşa, bin yaşa!” diye bağırmasından hoşlanmıyor gibi yapsa da, pratikte bu kayıtsız şartsız bağlılığı, kâh Liu Şaoşi ve Deng Şiaoping gibi “parti içindeki burjuva yolcuları”nı, kâh bir ara resmî halefi konumuna tırmanmayı başaran Lin Biao’yu altetmede karşı durulmaz bir koçbaşı gibi kullanıyordu. 

  

Bu muazzam prestij sayesindedir ki Çin’i, 1966-76 arasının Büyük Proleter Kültür Devrimi kaosuna sürükleyebilmişti.Bunun için doğrudan doğruya Çin Komünist Partisi’nin iç hukukunu ayaklar altına alması gerekti. Yıllar içinde özel bir liderlik deformasyonu peydahlamıştı: hiçbir yenilgiyi, şu veya bu ölçekte altta kalmayı içine sindiremiyordu. Bir, 1958-1961 yıllarındaki Büyük İleri Atılım’ın başarısıslığını ve bu başarısızlıktan (gayet haklı olarak) şahsen sorumlu tutulmasını hazmedememişti. İki, bu yüzden bir de Sekizinci Kongre’den çıkan Merkez Komitesi ve Politbüroda,  ütopik, ultra-radikal fikirleriyle ciddî surette azınlıkta kalmayı hazmedememişti. Nitekim karşılığında, seçilmiş üst organlara alternatif bir “Kültür Devrimi karargâhı” kurdu ve Kızıl Muhafizları sokağa döküp Liu ve Deng gibi düşman bellediklerine saldırttı; ortalıkta sosyalist legalite diye bir şey bırakmadı.

 

Yıllar geçti; Mao öldü ve Dokuzuncu Kongre’nin seçtiği Politbüro Daimî Komitesi, Kültür Devrimi’ni saniyesinde tamamlanmış ilân edip durdurma kararı aldı. Diğer iç çalkantılar da biraz durulduktan sonra, bu sefer Deng Şiaoping önderliğinde, yıllar sürecek bir iç muhasebe başladı. O tartışmalar sırasında şöyle demişti, partinin Mao’nun peşinden gidip de her nasılsa fırtınadan sağ çıkmayı başaran kıdemli kadrolarından biri:

“Geçmişte o kadar çok konuda hep haklı çıkmıştı ki… Tereddütlüydüm ama bu sefer de bir bildiği vardır deyip yanında yer aldım, Kültür Devrimi kararlarını onayladım.

”  

İşte bilinci teslim etmek diye bunu kastediyorum. ÇKP önderliğinin yarısı böyle yaptı… ve sonu Çin için felâket oldu.

 

 

 

 

- Advertisment -