Ana SayfaYazarlarAir France İstanbul’da

Air France İstanbul’da

 

Delikanlı gözünü ekrandan alamıyordu… Rengârenk formalar, inanılmaz bir ışık cümbüşü… Parkenin üzerinde balet adımları kadar zarif, yumuşacık sıçramalarla oradan oraya adeta tüy gibi uçan, sonra birden çekiç kadar güçlü ve ani vuruşlarla smaç yapıveren insanüstü sporcular… Evet, basketbol denen oyunun üst düzey örneklerini daha önce de seyretme şansı olmuştu ama bu bambaşka bir şeydi. Dünyanın en iyilerini buluşturan, izleyeni mest eden çok özel bir karşılaşma…

 

Arkadaşı Yann getirmişti video kasedi… “NBA All-Star Game” (NBA’de her yıl Doğu ve Batı karmalarını karşı karşıya getiren, kadroları izleyici oylarıyla seçilen maç) yazısını ekranda gördükten sonra her saniyeyi adeta hafızalarına işler gibi, nefes bile almadan izlemişlerdi. Geri alıp bir daha… Bir daha…

 

Delikanlı o gün kararını verdi: “Ben bunu yapmak istiyorum işte!.. Günün birinde bu adamlar gibi olmak, bu ışıklar altında oynayıp alkışlanmak istiyorum.”

 

Takvimler 1987 yılını gösteriyordu. Bahar gelip kapıya dayanmış, arkadaşlarla mahallede, açık sahalarda geçirilen saatler artmıştı. Yaşı 11-12 olan her çocuk gibi, o da bazen büyüklerinden gelen “İleride ne olmayı düşünüyorsun?” sorularıyla sıkıştırılıyor, doğru dürüst bir cevap bulamamanın sıkıntısıyla incecik boynunu bükerek sessizliğe gömülüyordu. Ta ki, Yann ile beraber seyrettikleri o video kasede kadar!

 

Futbol topunun peşinden koşarak geçen çocukluk yılları, içinde bir ateş yakmaya yetmemiş, tam tersine “Sen kötü oynuyorsun, yeteneksizsin” bağırış çağırışı arasında sıkça takımın kalesine sürgüne gönderilmişti. Ama basketbolla tanışınca işler değişti. Uzun boyu, çöp gibi ince ama her yere yetişen kolları işe yaramaya başlamıştı. Pota olmadığı için, mahallede bir duvarın üst kısımlarında bir yere kömürle çizdikleri daireyle yaratmış oldukları “basket”, daha ziyade futbol maçlarında dikiş tutturamamış bizim delikanlı gibi çocukların hedefiydi.

 

Orada, o duvarın önünde dökülen terler, oyunun kurallarını bile tam olarak bilmeden hoplayıp zıplayan o sıska çocuğu amatör kulüp Venissieux Parilly’ye taşıdı. Lyon’un göçmenlerle dolup taşan kenar mahallelerinden birinde oturuyorlardı ve gidip gidebileceği en iyi yer burasıydı. İlk gün antrenör sordu:

–          Adın ne?

–          Alain… Alain Digbeu.

–          Nerelisin?

–          Macon’da doğdum, Dijon’a yakın. Ama küçüklüğümden beri burada oturuyoruz.

–          Annen baban?

–          Fildişi’nden göç etmişler…

 

Sonra bir çırpıda babasının Fildişi Sahili’nde milli takıma kadar yükselmiş bir basketbolcu olduğunu, annesinin de gençliğinde hentbol oynadığını anlattı. Pek de gerek yoktu aslında bu sözlere… Genlerinden gelen atletik kabiliyet, parkeye adımını attığı anda anlaşılabiliyordu. Kısa sürede takımın en iyi blokçusu olarak sivrildi.

 

Alain genç takım yaşına geldiğinde, biraz da eşin dostun yardımıyla, şehrin en büyük basketbol kulübü olan Asvel Villeurbanne’ın seçmelerine katılmak için bir şans elde etti. O gün gözü gibi baktığı, en kıymetli spor malzemeleriyle donattı kendini… NBA forması, James Worthy’nin adını taşıyan Adidas ayakkabılar… Seçmeyi yapacak antrenörleri etkileyecekti sözümona…

 

Fakat heyecan ve onun bütün kaslarına enjekte ettiği gerginlik, bizim sıska oğlanı en basit atışları bile yapamaz hale getirmişti. Kaçırdıkça kaçırıyor, boynunda düdüğüyle kenarda bir heykel gibi dikilen antrenörün, her dakika dudağını biraz daha büktüğünü görüyordu. Hayatının fırsatı uçup gitmek üzereydi…

 

Tam yeni bir şut atmaya hazırlanırken, “Dur!” dedi antrenör, “smaç yapabiliyor musun?”

 

O anda gözleri parladı. Son yıllarda hızla uzayan boyu 1.90’a erişmiş ve onun çemberle içli dışlı olmasına büyük ölçüde yardım etmişti. Hemen marifetlerini göstermeye başladı. O yaşta çift elle topu çemberin içine adeta tıkan bir çocuğa Asvel Villeurbanne’ın hayır demesi mümkün değildi.

 

                                                                          ***

 

Şimdi beş yıl ileriye sıçrayalım… Lyon’dan İstanbul’a, bugün yerinde yeller esen Abdi İpekçi Spor Salonu’na… Tarih 3 Nisan 1997; Türk basketbol tarihine, sonradan “Kara Perşembe” olarak geçecek o meşum günde Efes Pilsen takımı, yıllardır peşinden koştuğu Final Four hedefine yalnızca bir galibiyet uzaklıkta… Rakip Asvel, ilk maçta sahadan silinmiş, Fransa’daki rövanşın büyük bölümü kontrol edildiği halde, sonlarda ufak tefek hatalarla az farklı bir yenilgiye uğranılmış ve serinin kaderi İstanbul’daki üçüncü randevuya bırakılmış.

 

Abdi İpekçi tıklım tıklım. Tribünlerden güç alması beklenen Efes, açıklanamayacak kadar tutuk… Ve Final Four’a giden yola umulmadık bir engel çıkıyor: Efes’in hücumda bir numaralı opsiyonu olan Petar Naumoski’yı yavaşlatan, savunmasıyla ona göz açtırmayan, genç, uzun kollu, atletik bir oyuncu: Alain Digbeu!..

 

Maçı Asvel Villeurbanne 62-57 kazanarak, tarihinde ilk kez Avrupa’nın en iyi dört takım arasına adını yazdırıyor. Efes, vuslatı bir başka bahara ertelerken, hemen ardından başlayan karşılaşmada favori Tofaş, Koraç Kupası’nı Bursa’da Yunan temsilcisi Aris’e kaptırıyor.

“O zamanlar Efes, Avrupa’da her takımın çekindiği bir rakipti. Biz de Abdi İpekçi’de çıktığımız ilk maçta o inanılmaz gürültüden çok korkmuş, kolayca teslim olmuştuk. Zaten genç ve tecrübesiz bir takımdık. Bırakalım Avrupa’yı, kendi ülkemizde bile önemli maçları, finalleri kaybetmiştik hep… Ama o gün koçumuz Greg Beugnot, bize tribünlere kulaklarımızı tıkamamızı, sadece kendi oyunumuza odaklanmamızı söyledi. ‘Bazı rüyaları gerçekleştirmek için önce hayal etmeniz gerek’ dedi. Maç başlayınca, o gün Efes’in bildiğimiz kimliğinden uzak olduğunu gördük. Onlar da baskı altındaydı. Bu bizim her geçen dakika biraz daha inanmamızı ve direncimizin artmasını sağladı” diye hatırlıyor kendi kariyerinde de önemli bir kilometre taşı olan tam 21 yıl önceki o Nisan akşamını…

 

                                                                             ***

 

Alain Digbeu, Fransız basketbolu için önemli bir isim… 90’ların sonlarında parlayan (İlginçtir; uluslar arası alanda ilk kez ismini duyurması da yine Türkiye’de düzenlenen bir turnuvaya denk geliyor; 1996’daki Avrupa Ümitler Şampiyonası’na… O turnuvada, Fransa Milli Takımı dereceye giremiyor ama henüz 21 yaşında olan Digbeu yetenek avcılarının dikkatini çekmeyi başarıyor), ona neredeyse ikinci bir baba gibi kol-kanat geren Greg Beugnot sayesinde dönemin parıltılı takımı Asvel’in vazgeçilmezlerinden biri olan bu çocuk, 1997 yazında NBA’dan Atlanta Hawks tarafından draft ediliyor. Oyunu çok yükseklerde oynadığı için, medyanın ona uygun gördüğü isim artık “Air France”… Ne yazık ki, günün birinde NBA’de oynama düşü, hiçbir zaman gerçeğe dönüşemiyor. O zamanlarda kendisini Amerika macerası için yetersiz gören Alain, kariyerindeki bu kırılma noktasının gerçek sebebini yıllar sonra anlıyor:

 

“Andrew Vye adında Amerikalı bir menejerim vardı. Dediği dedik, otoriter bir adam. Ben zaten kuş gibiyim, çok acemi… O ne derse yapmaya hazırım. Bana Avrupa’da kalmamın, Barcelona’dan sonra Real Madrid’e gitmemin daha iyi olacağını söylüyor. Atlanta’ya gitsem bile orada yerimin garanti olmadığı fikrinde. Onun dediğini yapıyor, imzayı atıyorum. Sonradan öğreniyorum ki, ben Avrupa’da kaldıkça menejerim daha iyi para kazanıyor. Amerika’da vergiler, Avrupa’dan gelen oyuncularla yapılan kontratların düşüklüğü derken, onun adına avantajlı bir alışveriş olmuyor. Ve ben her sene biraz daha NBA hayalimden uzaklaşıyorum.”

 

Digbeu çocukluk hayalinin, gerçek dünyada bir uçan balon gibi elinden kaçmasıyla yıkılacak tiplerden değil. Avrupa’da olabileceğinin en iyisi olmak için çabalıyor. Üç sezon Barcelona, ardından bir yıl Real Madrid, derken Badalona… İspanya’nın Avrupa şampiyonluğu kupası kaldırmış üç köklü kulübünde geçen yıllar, efsane koç Aito Reneses ile birlikte çıraklıktan ustalık dönemine geçiş… Kazanılan kupalar, hemen peşinden gelen hayal kırıklıkları… Daha önemlisi, Lyon’un küçük bir banliyösünden çıkmış bir göçmen çocuğunun, yetenekleri sayesinde hayata tutunması… Farklı kültürlerden yeni dostlar edinmesi, zaten iyi düzeyde konuştuğu İngilizce’nin yanına İspanyolca’yı da eklemesi… Lise yıllarından beri birlikte olduğu kız arkadaşıyla evlenip, baba olması da yine bu döneme rastlıyor.

 

Digbeu’nün Fransız sporseverler için ne kadar önemli bir isim olduğunu, hangi takımlarda oynayıp, hangi şampiyonluklarda pay sahibi olduğunu google’da basit bir aramayla da öğrenebilirsiniz. O zaman neden anlatıyorum bütün bunları burada?

 

Alain, yaklaşık sekiz yıldır içimizden biri… Sizin-benim kadar Türkçe konuşuyor. İstiklal Caddesi’nde yürümeyi, Cihangir kafelerinde kitap okumayı seviyor. İlk gördüğü gün aşık olduğu, “Çocukluğumun geçtiği mahallenin çok daha büyüğü… Burada da her milletten, her renkten, her dinden insan var. Adım başı farklı dillerde konuşanları duymak mümkün” diye tarif ettiği İstanbul, artık onun yuvası olmuş durumda.

 

Güzel bir öykü var bu göçün arkasında… 2005 yazında Fransa Mili Takımı ile bir turnuvaya katılmak üzere İstanbul’a geldiklerinde, kaldıkları otelde Burcu Hanım’la tanışıyor. Turnuva kısa, adam misafir… O kısıtlı zaman diliminde Eros’un okunu kınından çıkarmaya bile zamanı olmuyor.

 

Dört yıl sonra Alain, bir başka âlemde; profesyonel kariyerinin son sezonunda ülkesine dönmüş, Strasbourg’da oynuyor. Boşanmış… İspanya’da, annesinin yanında kalan oğlunu özlüyor. 35 yaşında yalnız bir adam için, bu koşullar ve Alsace bölgesinin kış ayları hayli yıpratıcı. Erkenden kararan sokaklar ıssız ve soğuk. Mecburen evde, sosyal medya ekranlarında geçirdiği saatler artıyor ve minik bir digital tesadüf, Burcu-Alain ilişkisinin ilk kıvılcımını çakıyor. Bugün Arsen adında bir oğulları var ve yakında dünyaya gelecek kızlarının yolunu gözlüyorlar.

 

Dikkatli bir spor izleyicisi iseniz, televizyondan naklen yayınlanan basketbol maçlarında yorumculuk yapan, hâlâ her an sahaya fırlayabilecek kadar fit, yakışıklı, siyahi adamın Alain Digbeu olduğunu çok önceleri fark etmişsinizdir. 2012 yılından beri ekranlarda Fransız dostumuz… İlk başladığında İngilizce konuşuyordu. Yorumları anında çeviriyle ulaşıyordu seyirciye… Azmetti, çok çalıştı, tıkandığı noktada eski milli basketbolcu Necati Güler’den almış olduğu kitaplar yardımına koştu ve “önceden bildiğim hiçbir dile benzemiyor” dediği Türkçe’yi sonunda kıvırdı. Bunu söyleyen adamın, anadili dışında İngilizce ve İspanyolca çok iyi iletişim kurduğunu, İtalyancayı rahatça anlayabildiğini de özellikle vurgulamalıyım. Bu listeye Yunanca da eklenebilirdi belki ama Kavala macerası, gittiği kulübün finansal koşulları yüzünden yalnızca birkaç ay sürebilmiş.

 

Bir dönem Galatasaray altyapısında antrenörlük de yapan Digbeu, bugün televizyon yorumculuğunun yanısıra Avrupa’da dikkatini çeken genç yetenekleri NBA takımlarından Houston Rockets’a rapor etmekle de görevli. Bir baba olarak torpil yapmak istemiyor elbette ama, ortak dostlarımızdan duyduğum kadarıyla, Alain’in şu anda Barcelona altyapısında geleceğe hazırlanan 2001 doğumlu oğlu Tom, yarın-öbür gün Amerika kapılarını çalarsa hiç şaşırmamak gerek…

- Advertisment -