Müzikte, dansta devrim bir dönem pikabın kaidesinden geçiyor. “Müzikal” yazı dizimde geçen pazar değindiğim sabit-taşınabilir türleriyle, bütçeye nispeten uygun basit, kutu, eni-boyu 45’ik plak boyutunda oyuncak benzeri modelleriyle hayata yerleşiyor kısa sürede.
Ancak insanın içine pikap-plak ve ona sınıf atlatan müzik sistemleri, o tutku nesneleri kaçınca zorlu, masraflı bir yolculuk da başlıyor. Bir dönem pikap en mütevazısında bile yeni çıkan plaklarla, portatifinde cayır cayır pilleriyle de bir harcama kalemi. O yolda ilerledikçe pikapların, müzik sistemlerinin bedeli, maliyeti katlanarak artıyor.
Hele bugünün döviz kuruyla markasıyla, kalitesiyle dandikten hallice, ilanında dürüstçe “giriş seviyesinde” yazan deck pikaplar 5-6 bin liradan başlıyor. Zira yurtdışında “Çoluk çocuğun hevesi kırılmasın, oynasın” niyetine üretilen elektronik bile bizdeki çarpım tablosuyla, döviz kuru, vergisiyle ateş pahası.
Gözün gönlün markalara, efsanelere kayarsa Türkiye’de pikap fiyatları bugün 70-100 binlerde dolaşıyor, zirvesi 800 bin liraya ulaşıyor. “Ses sistemini biraz toparlasın” diye en hesaplısına baktığın amfiler 13-15 bin liradan başlayıp, ülkemizdeki zirvesinde 2 milyona, kabin, kule speaker meselesi 15-20 binden 4.5 milyona uzanıyor.
Hepimiz 1 haneli milyoneriz
Pikap eksenli bu merakın güncel basamakları, çıktıkça bedeli tahayyül zorlayan müzik sistemleri, pikap, ön yükselticiler, güç düzenleyiciler, amfiler, kabinler, woofer-subwooferlar, Hi-Fi kulaklıklarla, hatta “Pikap Odası”nı seçme, akustiğini kurma/oluşturma yahut iyileştirme maliyetleriyle sonsuz bir yolculuk.
Az biraz hakkını vereni “milyoner” saymak, bugünün koşullarında zaten işten değil. Başımızı sokacak anadan-babadan kalma “nohut oda bakla sofamız” varsa hepimiz 1 haneli milyoneriz. Satıp savıp kurduğumuz müzik sistemiyle delice dans edebiliriz mesela.
Bizim gençliğimizde de müzik-ses sistemleri sudan ucuz değil elbet. Ama işi gücü, hevesi olan için onu bütçesine göre kurmak güncel “Banka mı soydun?” sorgusundan, doğamızda zehirli sarmaşık gibi pervasız büyüyen nepotizm ağacının dalından-meyvesinden geçmiyor.
Ötesi o dönemde bizim mahalle gençlerinin haneleri, odaları çevresinden imkânına, hevesine göre “ikinci el” edindiği ses sistemi parçalarıyla değişiyor. İyice bir pikap ya da teyp, olmadı radyolu amfi (receiver), hoparlör filan denk getirdin mi hayatın “stereo”.
Kontrabastaki parmağın “gürültüsü”
Teknolojinin her an şaşırttığı o günlerde de deck pikabı, amfisi, hoparlörleri, kutudan devâsaya ahşap, efsane kabinleri, ilave ekolayzırı, kristal iğnesi, plak, iğne temizleme malzemeleri, orijinal, analog kayıt 33’lükleri, kalitesi arttıkça bedeli yükselen mertebeler. 70’ler aynı zamanda en kaliteli, nitelikli ses sistemleri üretiminde de efsane yılların miladı.
Teknolojik gelişmeler pikabı, plağı “meraklısına özgü” yapsa da, iyi bir pikap, amfi ve kabinlerle analog plağın keyfi, CD’yi, iPod’u, dijital platformları filan hâlâ gölgede bırakıyor. Plağı kapağı, kompozisyonuyla çağıran albümünden çıkarırken başlayan, özenle silerken ritüeli de sevilesi ama meraklısını analog kaydedilen eski plakların canlı, sıcak, derinlikli, kayıpsız sesi baştan çıkarıyor esasında.
Kurulan o sistemlerle dinlenen analog plaklarla oda artık bir konser salonu. İyice bir müzik sistemin, pikabın, amfin, kabinlerin varsa kontrbasın en pes tellerinde gezinen parmağın “gürültülü” temasını, vokalin iç geçirişini duyup “Pes” diyorsun. Müzik, icracılarından “sana sana” geliyor, işin içine seni de katıyor, etrafında dönen başka bir dünya oluyor.
Pikaba-plağa “Yüksek sadakat”
Müzikte Hi-Fi ayrı devrim. High Fidelity’nin kısaltması olan Hi-Fi sesin kaynağına, ilk kaydına, oradaki sesin doğasına “Yüksek sadakat” anlamında. İşte “sesin kaydedildiği doğal haline en yakın ve yeniden yüksek kaliteli üretiminin”, müziği nispeten kayıpsız, “canlı” dinlemenin peşindeki “Odyofil” familyası da onun sevdasında, keyfinde.
Merakı, hevesi, bağımlılığı seçtiği, o sadakati hak ettiğini düşündüğü müziği öyle dinleyebilmek. Bunun yolu da çoğunlukla pikap ve analog kayıt plaktan, tutkusu da çoğu kez cazdan, klasik müzikten geçiyor. Ki o da pikapla müzik kültürünü yakın akraba yapıyor çoğu örnekte.
Plak dinliyorsa makbuldür
Bizim kuşağa dönünce… Sadece Rock değil Blues, Caz, Klasik Müzik dinleyicileri de o günlerde pikaptan, plaktan beslenmeye muhtaç elbette. Onu uygun, hakkını veren bir müzik sistemiyle dinlemek de kültüre dair bir ipucu. Hatta sinemada kahramanın karakteri, onun inceliği/derinliği, psikolojisiyle ilgili baş okşayan, omuz sıvazlayan şık betimlemeler de o alandan, pikaptan-plaktan medet umuyor.
Plağı sevmek, tercih etmek kitabı dijitalden değil basılı okumak, elinde tutmak gibi bir duygu da veriyor belki. İkisinin de sadece kapağı, oradaki bir ayrıntı, yarattığı duygu bile okşayabiliyor insanı. Filmlerdeki, dizilerdeki “Plak dinleyen zat” tabloları da, filmi-diziyi başka yere iliştirebilen dokunuşlardan. İncelikler yüzünden…
“Muhbir hayat”ın kristal iğnesi
Francis Ford Coppola’nın “The Conversation” filminde başroldeki Harry Caul’un (Gene Hackman) evine geldiğinde pikabında çalan, lambalı profesyonel amfisi, okkalı ahşap kabinleriyle odaya yayılan caza saksafonuyla eşlik etmesi, en çarpıcı sahnelerden.
“Muhbir hayatı”nın, hırsla düğümlendiği “başkalarını dinleme işi”ne dayalı zavallı yalnızlığının neredeyse tek insânî, dokunaklı teması. Filmin son sahnelerinde kendisinin de dinlendiğini anlayınca uğradığı yıkım, yitirdiği itibar ve iktidarın perdeye yansıması da sarsıcı.
Dinleme cihazını bulmak için odasındaki her şeyi, yer döşemeleri, duvarlar dâhil -hiç atlamadan- her yeri parçaladıktan sonra o enkazın bir köşesine oturması, saksafonunu çalması efsane finallerden. (Dinleme cihazı saksafonun kutusunda, astarının altında mıydı acaba?)
Dedektif Bosch’la kafa çekmek
Bosch dizisinin mutsuz, agresif dedektifi Harry Bosch’un en tepedeki çıkma, camdan evinde Los Angeles’ın şıkır şıkır gece manzarasına karşı ana mobilyası, pikabı, amfi-kabin müzik sistemi, plak dolabı, bir kanepe. O sert polisiye dizide homurdanma üstadı Bosch’un sığındığı, bir an tedavi olduğu, cazı ve viskisiyle yatıştığı tek manzara, tek hayat orası.
Caz albümlerini klasik, koleksiyonluk McIntosh MC-240 lambalı amfiyle desteklenen Marantz 6300 deck pikaba koyunca, evi analog sesin hakkını veren, odanın ortasına, dedektifin kafasına nişan alan Ohm Walsh kabinlerinin sesi doldurunca, o kasvetli, gergin Bosch da farklı bir siluet. O atmosferde Melekler Şehri’nin duruşuyla şık sakini. İşte o zaman, o an orada, onunla içesin, doya doya susasın geliyor.
Polisiye dizi Art Pepper’ın, John Coltrane’in saksafonundan Billie Holiday’e bir caz şöleni aynı zamanda. Öyle müzik sistemlerinin arşına ermese de Spotify’daki, YouTube’daki “Bosch: The Official Series Playlist”i dinlemek de kesintisiz bir keyif kaynağı.
Otomatik Portakal’ın uzaylı pikabı
Stanley Kubrick’in 1971 yapımı “A Clockwork Orange (Otomatik Portakal)” filmi pikap konusunda da “2001: A Space Odyssey”nin bilgisayarı kadar fütürist, hatta distopik. Ta o yıllarda başroldeki Alex’in (Malcolm McDowell) yatak odasında boy gösteren ve onun sofistike stilini öne çıkaran pikap, piyasadaki emsallerine göre uzaydan gelmiş gibi.
Ama 1964’de İngiltere’de el yapımı üretilen “Transcriptors hidrolik pikap” gerçek ve Kubrick onu filmine özel alıyor. Firma Hi-Fi müzik sistemleri konusunda o yıllarda efsane. O koleksiyonluk pikapların sahipleri arasında Pink Floyd üyeleri, Elton John da var.
Murakimi’nin “Pikap Odası”
Caz tutkunu yazar Haruki Murakami de ünlü odyofillerden. Bir kanepe, iki koltuk, bir sehpa, ikisi dev dört kabin (Tannoy Berkeley ve JBL), Thorens ve Luxman pikaplar, üst düzey Accuphase, Octave amfiler ve binlerce plaktan ibaret “Pikap Odası” aynı zamanda bir inziva mekânı.
Yazarın ilhamı, kitaplarına yansıyan “kaydedildiği hâline yakın”, o andaki varlığını koruyan yani analog hatıraları da o odada dört kabinden/kanaldan, her köşeden geliyor, bastırıyor olmalı. O yönüyle kurduğu mekân, her insanda olduğunu vurguladığı bir “Anı Odası” da… Dinlediği müzikler ona hatıralarını da gezdiriyor, onu analog plaklarla “ilk hâli”ni koruyan anılarına da ulaştırıyor.
Onun hikâyesinden uyarlanan “Drive My Car”ın başında ve en kritik, kilit sahnelerinden birinde boy gösteren pikap, Denon amfi, ahşap kabinler de yazara zarif bir gönderme. Zaten Murakami’nin hikâyesinde de Kino’nun “bekârken parasını zar zor ödeyip aldığı” efsane Thorens pikap, Luxman amfi, JBL hoparlörler sayfaları “Billie Holliday’in analog kayıtlı en eskilerden plakları”yla dolaşıyor.
Suzy’yle Sam’in pikaplı krallığı
Wes Anderson’ın Moonrise Kingdom (2012) ise bu mevzuda çocukluk günlerine ayarlı nostaljinin dibine vuruyor. Suzy dönemine göre kendisi gibi aykırı, farklı olduğu için ucubik sevgilisiyle (Sam) kaçarken yanına masmavi, pilli, taşınabilir Barrington pikabı alıyor. Yedek piller de on parmağında on marifet Sam’den.
Oyuncak gibi duran o pikap Klasik Müzik derslerini plaktan hatmeden kardeşinin demirbaşı aslında. Kardeşi o pikabın “görev amacı” dışında kullanılmasına asla izin vermiyor. Ama Suzy evi terk ederken onu bir-iki kalemden ibaret çeyizine katıyor. Ve “Yaş 12”nin “muzır” kâşifliği, ergenliğin (bayram) arifesi, filmde “ödünç alınan” o pikap sayesinde edilen dansla, o unutulmaz sahneyle sergileniyor.
“Zaman aşk zamanı arkadaşlar”
Başbaşa, bir an için de olsa sonsuz özgürlük… O pikap olmasa, o ilk dans, o ilk buse kimbilir hangi dar yerlere sıkışacak. İki çocuk kumsaldaki pikaplarında çalan ve Françoise Harydy’nin sesiyle bizim kuşağımıza da uğrayan “Le Temps de L’amour”la el belde-omuzda “Slow Dans” yapıyor: “Zaman aşk zamanı arkadaşlar /Biz dünyanın krallarıyız.”
O ıssız koyda, filmin adındaki gibi o anlık krallıkta, onlar da kral-kraliçe… Amma velâkin büyükler de o devirde iyice büyük. O yıllarda onların pikabı, radyosu, çoğu kez sınırları çizili bir görevin yansıması. Ve Suzy ile Sam’in o koyda çaldığı hayat, uzun süren ama sonradan özetiyle hatırlanan bir rüyaya, mavi pikap da o rüyada uçup giden bir kuşa dönüşüyor.
Gelecek pazar bizim kuşağın teçhizatları üzerinden değinmeye çalıştığım yazı dizimde bir dönemin teyp-kaset imparatorluğu var. Pikap devriminin o yıllarda türü, çeşidiyle de, bütçesiyle de sınırlı dünyası, teypler, defalarca kayda olanak veren “doldurma kasetler”le aşılıyor. Ki o Halk Devrimi’nin toplumda “kitlesine özgü müzik”in ortaya çıkmasında, yayılmasında da payı -günahı sevabıyla- çok.
DİJİTALİN ÖNCÜSÜNÜN ANALOG HAYATI
Dijitalin yerine pikabı-plağı, analog kaydı-sesi merkezine alan müzik dinleyicilerinin “Bak o bile…”li cümleler kurabileceği en kuvvetli referanslarından biri Steve Jobs olmalı. Jobs Apple’ın tescillediği iPod’un mucidi olmasa da en ünlü hâmîsi. Ancak 2001’de insanların müzik dinleme alışkanlıklarında devrim yapan iPod’u tanıtırken onunla müzik dinlemenin kalitesini değil binlerce müziği “cep”te taşınmasını, kişisel bir “müzik kütüphanesi” olmasını öne çıkarıyor.
Zira “dijital müzik”e katlanamadığı, hatta “CD player”ı bile evine sokmadığı biliniyor. Jobs ölmeden bir süre önce iPod’lar, bilgisayarlar için daha sıcak, “analog”a birazcık yakın bir ses yaratmak için Neil Young’la çalışıyor. Young da analog sevdalısı, hatta dijital düşmanı… Bu konuda kitap bile yazan müzisyen Jobs için “Dijital müziğin öncüsüydü ama eve gittiğinde plak dinliyordu” diyor.
“Milimalist”liğin istisnası müzik sistemi
Jobs’un o ünlü fotoğrafı da bu özelliğinin belgesi aynı zamanda. Zamanını geçirdiği müzik/yaşam odası “milimalist”. Neredeyse hiç mobilya yok; bir Tiffany abajur, bir rahat sandalye, bir yatak, bir de Einstein’ın köşesinde Apple’ın logosu olan “Farklı düşün” posteri. O sadeden öte yaşam odasında, misafirleri için de katlanır sandalyeleri olduğu vurgulanıyor.
Jobs evinde çekilen o fotoğrafı da iki cümleyle anlatıyor zaten: “Tipik bir zamandı, bekârdım. Tek ihtiyacın bir fincan çay, bir ışık ve müzik setindi, bilirsiniz işte, bende de buydu.”
Ama evindeki sadelik, müzik sistemi, onunla kurduğu hayatı açısından öyle değil. Müziği efsane GyroDec pikap, profesyonel amfi ve kabinlerle alıyor hayatına. Sonraki yıllarda müzik sistemini, analog sese ulaşma basamaklarını yine efsane markalarla yükseltiyor. En sevdiği şarkıların başında “tüm zamanlarının kahramanı” Bob Dylan’ın “One Too Many Mornings”i var. Jobs’un o şarkıda gezinen siluetiyle bana “Az çoktur”u çağrıştırıyor.