Geçtiğimiz Ağustos ayı sonunda vefat eden Sovyetler Birliği’nin son Başkanı Mikhail Gorbaçov tüm Batı dünyasında Soğuk Savaşa son veren, Litvanya istisnası hariç hiçbir ülkede şiddete başvurmayan, Doğu Bloku ile Varşova Paktını barışçıl bir şekilde dağıtan, aynı zamanda kendisinden sonra gelenlerden farklı olarak kendini ve yakın çevresini zenginleştirmeyen bir kahraman olarak anılmıştı. Gorbaçov ise Fransızların “Kimse kendi ülkesinde peygamber olamaz” tabirini hatırlatırcasına kendi ülkesinde Sovyetler Birliği bir süper güç iken birdenbire ona küme düşürten, hain değilse de beceriksiz bir lider olarak görülmüştü.
Sovyetler Birliği çöktüğünde Cenevre’de görevliydim. Diplomatlarının çil yavrusu gibi dağıldığını, kimisinin Birlikten ayrılan ve bağımsızlıklarını kazanan yeni devletlerin hizmetine girdiğini, Rusya hizmetinde kalanları aniden fakirleştiğini, çocuklarının okul taksitlerini veya evlerinin kiralarını ödeyebilmek için arabalarını satmak mecburiyetinde kaldığını hatırlarım. Kendisini ABD ile eşit statüde gören bir ülkenin temsilcileri için daha onur kırıcı bir durum düşünmek mümkün değildir. Rus halkının o zaman duyduğu hayal kırıklığı ve acının bugünkü Rusya’nın liderliğine yön verdiği açıktır.
Türkiye’de ise Gorbaçov’un ölümü ilgisizlik veya Rusya’dakine benzer bir şekilde karşılanmıştır. Ülkemizi Batıdan ayrıştıran özelliklerinden birini orada da gördük. Gorbaçov’un başarısızlıklarına dikkat çekilmiş, Sovyetler Birliğinin dağılmasına sebep olduğu için eleştirilmiş, ölümü Putin’in övülmesine bir bahane teşkil etmiştir.
Aslında aydın geçinen çevrelerde bu şaşırtıcı bir tepki değildir. Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı girişilen darbe girişimi rahmetli Mümtaz Soysal tarafından sevinçle karşılanmış, “Cumhuriyet” gazetesindeki yazısı yayınlandığında darbe girişimi bastırıldığı için ortada kalmıştır. Mümtaz Soysal gibi eğitimli, dünya görmüş üstün kabiliyetli bir aydının Sovyetlerin bekasında ne gibi bir fayda gördüğünü anlamak en azından benim için mümkün değildi.
Gorbaçov Sovyet sisteminin artık sürdürülemez olduğunu, halkın hiçbir beklentisini yerine getiremediğini anlamış bir liderdi. Amacı onu çökertmek değil, ıslah etmekti. Ancak bürokratik bir yapıyla yönetilen bir ekonomiyi aniden piyasa ekonomisine çevirmek mümkün değildi. 74 yıl boyunca tüm ekonomik kararların merkezi plan sistemi içinde piyasa gerçekleri hiçe sayılarak alındığı bir sistemi modern çağa uyarlamak imkansızdı. Örneğin, o tarihlerde Sovyet sanayiindeki çarpıklıklardan dolayı orada üretilen bir otomobilin değerinin, girdilerin değerinden daha düşük olduğu yani negatif katma değer yarattığı söylenirdi. Sistem birdenbire çökünce, ülke de çöktü ve Sovyetler Birliği dağıldı. Gorbaçov kendi iradesiyle istifa etti, mütevazi bir hayata çekildi. Dışarıda makbul addedildi, Nobel Barış Ödülü başta olmak üzere bir çok farklı mükafatla taltif edildi, kendi ülkesinde ise hor görülen bir konuma geçti.
Gorbaçov sonrası yıllar gerçekten eski Sovyet coğrafyası için tam bir fırtına dönemi oldu. Ekonomi çökünce kaynaklar kapanın elinde kaldı. Gorbaçov’dan sonra yönetime geçen Boris Yeltsin zamanında ilk oligarklar piyasaya çıktı. Çarpık bir özelleştirme furyası ile muazzam servetler çok kısa zamanda ve adaletsiz bir şekilde yaratıldı. O arada etkili olan hızlı enflasyon orta sınıfın oluşmasını engelledi, bir zümre insan zenginleşirken, çoğunluk gittikçe fakirleşti. 74 yıllık sosyalist rejimle alay edercesine gelir ve servet uçurumları hiçbir gelişmiş ekonomide tahammül edilmeyecek boyutlara vardı. Ancak bu arada Gorbaçov’un başlattığı Batı ile barışma politikasını Yeltsin sürdürdü, Batı kurumlarıyla bütünleşme yollarını aradı ve kısmen başarılı oldu.
Yeltsin’in 10 yıl kadar süren istikrarsızlıklarla dolu dönemi kapanıp Putin iktidara gelince Gorbaçov ve bir ölçüde Yeltsin zamanında esen hürriyet rüzgarları kısa zamanda tersine döndü. İstihbarat kökenli Putin tek adam rejimine geçti. Başlangıçta ülkeye bir derece istikrar getirdiği ve Gorbaçov ve Yeltsin’den farklı olarak Batıya gittikçe artan ölçüde kafa tuttuğu için ondan önceki dönemlerde onurları kırılan Rus milleti başını daha dik tutabileceği düşüncesiyle onu kuvvetle destekledi.
Putin’in döneminde ekonomik hayat normale dönmüş ise de eşitsizliklerin azaldığı söylenemez. Aksine, onun döneminde oligarklar servetlerine servet kattılar, ülkenin tabii kaynaklarını kendi yararlarına talan ettiler. Putin’in tek şartı ona sadakat göstermeleri, siyasete bulaşmamaları ve kendisi ile yakın çevresine pay vermeleri oldu. Bu şartı yerine getirmeyen ve Putin’e karşı siyaset yapmaya kalkan zengin işadamı Mihail Khodorkovsky’nin elinden bütün malı alındı, ülkeden çıkmasına ancak yıllarca hapiste tutulduktan sonra izin verildi. Buna karşılık ses çıkarmayan ve mesela Putin’in sözcüsü Peskov gibilerini de zengin eden oligarklar sorunsuz yaşayabildiler ve hatta servetlerinin bir kısmını ve ailelerini başta İngiltere olmak üzere Batı ülkelerine gönderebildiler. Sözcü Peskov ile Dışişleri Bakanı Lavrov dünyadaki o görevlerde olup da süperyat sahibi nadir kişiler arasındadır muhtemelen.
Bu gerçekler karşısında ülkemizdeki solcuların hala Putin’e hayranlık duymaları sadece Batı karşıtlığı ile izah edilemeyecek boyutlara vardı gibime geliyor. Bu hayranlığı dile getiren yazıları sözde muhalif ulusalcı basında okudukça hayretler içinde başımı sallıyorum.
Putin’in bir özelliği de birçok tek adam rejiminde görüldüğü üzere nerede duracağını bilmemesidir. İçeride yarattığı baskı rejimi kabul edilemez boyutlara varmış, o konumda olan başkaları gibi askeri maceralara yönelmiş durumda.
2008 yılında Gürcistan’a, 2014 yılında Ukrayna’ya saldırısının gerekçeleri kendisinden önce kaybedilmiş toprakları geri almaktı. Batının aymazlığı ve bu saldırılara çok sınırlı tepki ile sembolik yaptırımlar uygulaması Putin’i cesaretlendirdi. Üstelik Almanya’nın gaz tedarikinin anahtarını Putin’e bırakma hatası onda her istediğini yapabileceği, bunlara Batının karşı çıkmayacağı inancına yol açtı. Hitler’in de 1936-1939 döneminde aynı şeyi yaptığını, ilk başlardaki tepkisizliği yanlış okuyarak İkinci Dünya Savaşına sebep olduğunu belki hatırlamakta yarar var.
Putin de Ukrayna’yı ele geçirebileceğini, arkadan da eski Rus İmparatorluğunu ihya edeceğini düşünüyordu. Hatta bunu savaşın ilk günlerinde hiç çekinmeden açıkladı.
Ancak hepimizin bildiği gibi savaş hiç de onun tahmin ettiği gibi gelişmedi. Gerçi ülkemizde de savaşın ilk günlerinde Türk TV’lerine ellerinde değneklerle çıkan emekli generaller hiç tereddüt etmeden savaşın 3-4 günde Rusya lehine biteceğini öngördüklerini ısrarla anlatıyorlardı. Aslında bütün dünya da savaşın o şekilde sonuçlanacağını bekliyordu. Hatta, ABD’nin Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky’ye kendisini emniyetli bir şekilde başkent Kyiv’den tahliye etmeyi teklif ettiği ve onun bu teklifi onurlu bir şekilde reddettiği o sıralarda söylenmişti.
Netice malum. Ne Putin ne bizim emekli generaller ne de hatta ABD olacakları öngörebildi. Ukrayna halkı Zelensky’nin arkasında kenetlendi, başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa, Kanada ve şimdi Almanya’nın verdiği modern silahlarla Rus ordusunu kısmi bir bozguna uğrattığını görüyoruz. Savaşın özellikle başlarında çok sık gündeme gelen Türk malı İHA/SİHA’ların da Ukrayna mukavemetinde önemli bir rol oynadığı ve Zelensky ile halkının bunlardan dolayı bize müteşekkir olduğu bilinmektedir.
Savaşın bundan sonraki aşamasını tahmin etmeye çalışmak, hele benim gibi açık kaynaklar dışında hiçbir özel bilgiye sahip olmayan bir kişi için çok fazla iddialı olur. Ancak Putin rejiminin gittikçe artan sıkıntılarla karşılaşmaya başladığını görüyoruz. Tetikçisi Çeçen lider Kadirov bile tepkisini aleni bir şekilde dile getirdi. Geçtiğimiz hafta ilan edilen “kısmi” seferberlik bu çaresizliğinin bir göstergesi olarak görülüyor. İçeride çatlak sesler artmaya başladı. Seferberlikten kaçan kaçana. Bu manzara Lenin’in 1917 ihtilallerini tetikleyen Rus ordusunun dağılmasını tarif etmek için kullandığı söylenen “ayaklarıyla oy veriyorlar” sözünü hatırlatıyor. Rus tarihini incelemiş herkes geçmişte askeri mağlubiyetlerin ülkede rejim değişikliklerine yol açtığını bilir. 1905’te Rusya’nın Japonya’ya yenilgisi, Çarlığın geçici bir süre için de olsa parlamenter rejime dönüşmesini sağlamış, daha vahim bir felaket olan Birinci Dünya Savaşında Almanya’ya karşı yenilgi ise 1917 yılındaki iki devrimi yaratmıştır. Putin’in bunları hatırladığına şüphe yoktur.
Bu nedenledir ki Batı basınında Putin’in koltuğunda ne kadar sağlam oturduğu ve giderse yerine nasıl bir rejimin kurulacağı tartışılmaya başladı. Kimisine göre, Putin’in yerine askeri ve aşırı milliyetçi bir rejim kurulacak, kimine göre ise ülke gerçek bir demokratik hukuk devletine dönüşebilecektir. Her hal ve karda, 15-16 Eylül’de Semerkant’ta yapılan Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) toplantısında kendisiyle görüşen geleneksel müttefikleri Hindistan Başbakanı Modi ile Çin lideri Şi Jinping’in Putin’e karşı mesafeli davrandıkları, savaşı eleştirdikleri, hatta Modi’nin savaşla sorun çözülemeyeceğini söyleyecek kadar ileri gittiğini, Putin’in de bu endişeleri aleni bir şekilde kaydettiğini açıkladığı basında yer aldı. Tüm yumurtalarını Putin’in sepetine koymaya alışmış iktidarımızın Putin giderse ne yapacağını düşünmeye ve bir B planı üzerinde çalışmaya başlaması belki yerinde olur.
Bilindiği üzere tarihi kişilerle ilgili değerlendirmeler zaman içinde değişebilmektedir. Bunu ülkemizde de görüyoruz. Belki de ülkeye uzun bir aradan sonra demokrasi denemesi yaşattığı için Gorbaçov’un savaş ve şiddet karşıtlığının halkı tarafından daha olumlu değerlendirildiği, buna karşılık ülkeyi askeri hezimet ve kargaşaya sürüklediği için Putin’in oturduğu tahttan indirilip lanetlendiği günleri de göreceğiz. Kesin olan bir şey varsa o da Gorbaçov’un 1990 yılında aldığı Nobel Barış Ödülünün Putin’e verilmeyeceğidir!