Geçtiğimiz haftalarda birdenbire alevlenen Türk-Yunan ilişkilerindeki kriz hala devam ediyor. “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözü Yunanistan Başbakanı tarafından hafif alaylı bir ifade ile ve Türkçe olarak “Dayılanma” şeklinde cevaplandırılmış, ancak ülkemizde sık sık görülenden farklı olarak konu bu defa birkaç gün sonra gündemden düşmemiştir. Doğrusu Bodrum’da bulunduğum için etrafta bir kriz atmosferine ve savaş hazırlığına şahit olmadığıma, kruvaziyer gemileri başta olmak üzere Yunan adaları ile Bodrum arasında gidiş gelişlerin etkilenmediğine şahitlik edebilirim. Hatta, geçenlerde günü birliğine gittiğim Kos adasında da bir kriz atmosferine, vize sorunu nedeniyle sayıları bir hayli azalmış Türk turistlerine karşı olumsuz bir tavır takınıldığına rastlamadım. Bu her zaman öyle olmamıştır. 1974 yılındaki Kıbrıs harekâtında Türkiye’deki büyük şehirlerde birkaç gün boyunca karartmalar olduğunu, Yunanistan ile savaş ihtimalinin çok yakınından geçtiğimizi, benzer bir tecrübenin 1976 yılında Ege kıta sahanlığında araştırmalar yapmaya gönderilen bir Türk gemisinden dolayı çıkan kriz sırasında da yaşandığını şahsen hatırlarım. İlginç olanı Yunanistan’ın Midilli ve Sisam’a geçtiğimiz günlerde gönderilen zırhlı taşımacılar da heyecan yaratmadı. TV’lerde konuşanlar bir çaresizlik dile getirmekten başka bir şey yapamadı. Pek ciddiye alınmayan birkaç savaş ve fütuhat çığırtkanı dışında Yunanistan’la sorunların müzakere edilmesinden başka çıkış yolu olmadığını söylemekten öteye gitmediler.
Türkiye ile Yunanistan arasında bu tür krizler devrevi olarak çıkmakta ancak genelde çıktıkları gibi sorunlar çözülmeden kısa zamanda sönmektedirler. 6 Haziran tarihli yazımda Türk-Yunan ilişkilerinde karşılaştığımız sorunların bir analizini yapmıştım. Burada onları ayrıntılarıyla hatırlatmaya gerek yok. Sadece bu sorunların bana göre ne olduklarına, herhangi bir önem sırası belirtmeksizin başlıklarla yer vereceğim. Daha fazlasını görmek isteyenler o yazıya göz atabilirler.
İhtilaf konularını şu şekilde sıralayabiliriz:
- Ege adalarının silahsızlandırılması;
- Adaların aidiyeti;
- Hava sahası;
- Kıta sahanlığı;
- Doğu Akdeniz;
- Azınlıklar;
Bu sorunların çözümü ancak müzakere veya bu müzakereler netice vermiyorsa tahkim yoluna gidilmesiyle mümkün olabilir. Bunların büyük çoğunluğu en az 50 yıllık bir geçmişe sahip olmalarına rağmen çözümleri konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Tabii en önemli güçlük Yunanistan’ın tek sorunun kıta sahanlığı hudutlarının belirlenmesi olduğunu, adaların aidiyeti sorununun 1923 Lozan Barış ve 1947 Paris Antlaşmalarında çözüldüğünü, Türkiye’nin o Antlaşmalarla kurulmuş olan düzeni değiştirmeye kalktığını, bunun da kendisi için kabul edilmez olduğunu söylemekte olmasından kaynaklanmaktadır. Yani iki taraf sorunların listesi üzerinde dahi anlaşamamaktadır. Bilindiği üzere, Yunanistan iktidarımızın her sözünü de kendisini tehdit ettiği iddiasıyla aleyhimize kullanmakta ve maalesef bunda da ciddi bir şekilde başarılı olmaktadır.
Uzun yıllardan bu yana devam etmekte olan bu sorunların çözümü mümkün olmamıştır. Türkiye’de gelmiş geçmiş hiçbir iktidar ciddi bir şekilde çözüme odaklanmamış, Türk-Yunan meselelerini iç kamuoyunun milliyetçi duygularını okşamak ve gündemi değiştirmek için kullanmışlardır. Şimdiki iktidar da farklı davranmamaktadır. Ancak bu defa, sorunları çözme niyetinin olmadığı maalesef açıkça söylenmeye kadar gidilmiştir. En yüksek ağızdan Yunanistan ile konuşacak ve müzakere edecek bir şey olmadığı, şimdiki Yunanistan hükümetinin muhatap alınmayacağı söylenmiş oldu. Bu tabii Yunanistan’ı büyük ölçüde rahatlatmış oldu. Zira en azından hava sahasının genişliği konusunda yalnız değiliz. Örneğin Yunanistan’ın öne sürdüğü ve dünyada benzeri bulunmayan 6 millik karasuyu genişliğine ilaveten toplam 10 millik hava sahası ABD başta olmak üzere başka ülkeler tarafından tanınmamaktadır. Yunanistan ile yapılacak kapsamlı bir müzakere çerçevesinde oluşturulacak bir paketin içine bu konu da dahil edilir, karşılığında da dünyada karşılık görmeyen bazı iddialarımızdan vazgeçmemiz halinde en azından kısmi bir çözüme varılabileceği düşünülebilir. Yıllar süren ancak büyük bir gizlilik içinde yürütüldükleri için içeriklerinin ne olduğu bilinmeyen “istikşafi” görüşmelerde bu tür bir ihtimalin gündeme gelip gelmediğini en azından ben bilmiyorum. Geçen hafta adalara çıkartılan ABD menşeli personel taşıyıcılarının mevcudiyetini protesto etmek için Ankara’daki Yunanistan büyükelçisi Dışişleri Bakanlığına davet edilmiştir. Yunanistan muhatabımız değilse, bu protesto kime yapılıyor acaba?
Yunanistan ile masaya oturma keyfiyeti reddedildi, ancak yaz boyunca aralıklarla da olsa havada it dalaşları, füze kilitlemeleri filan gibi krizler de kesildi. Öyle anlaşılıyor ki en azından Yunanistan’ı haklı veya haksız rahatsız eden uçuşlara ara verildi. Aynı şekilde büyük bir maliyetle tedarik edilen ve nedense adı “Abdülhamit Han” olan araştırma gemisinin bazılarının duydukları hayal kırıklığına rağmen en azından bu mevsim boyunca tartışmalı Doğu Akdeniz sularına gönderilmediği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla en azından bir süre için Yunanistan ile krizin iktidarın öncelikleri arasında olmadığı, geçtiğimiz yaz yaşadığımız heyecanlı günlerin bir saman alevi olduğu söylenebilir. Gelecek yaz ne olabileceğini, özellikle seçim atmosferinde ne gibi adımlar atılacağını zaman gösterecektir. Özetle it dalaşları yerlerini karşılıklı yapılan ağız dalaşlarına bırakmıştır. Bunlar da şüphesiz diğerlerinden daha az tehlikelidir.
Ancak dikkatler Türk-Yunan sorunlarından uzaklaştığı sırada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 20 Eylül tarihinde yaptığı konuşmada tüm üyeleri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) tanımaya davet ettiğini duyunca doğrusu hayret etmedim desem yalan olur. Böyle bir talep zaten devrilmiş olan BM öncülüğünde kurulan çözüm masasına ölümcül bir darbe indirmekte, zira BM’nin nerede ise elli yıl önce kabul ettiği, ülkemizin ve Kuzey Kıbrıs yöneticilerinin de uyduğu parametrelere tamamen ters düşmekte ve kabul edilmesi pek olası bulunmamaktadır. Talebin yine iç kamuoyuna yönelik olduğu açıktır zira ayrıca KKTC 1983 yılında ilan edildikten birkaç gün sonra BM Güvenlik Konseyinin 14-1 çoğunluğuyla aldığı 541 sayılı kararla KKTC’nin hiçbir ülke tarafından tanınmaması çağırısında bulunulmuş, ve ülkemizle dostluk ilişkileri çok ileri düzeye gelmiş olanlar dahil tüm üye devletlere KKTC’yi tanımamak için bir bahane verilmiştir. Hatta o karara karşı tek oyu kullanan Pakistan dahi KKTC’yi tanıyamamıştır. 2020 yılında Ermenistan ile savaşını büyük ölçüde ülkemizden aldığı destek ile kazanan Azerbaycan da KKTC’yi değil tanımak yetkililerini ülkesine davet etmemekte, direkt uçak seferi düzenlememektedir. Şu anda birçok bakımdan bize bağımlılık derecesi bir hayli artmış olan Rusya’nın da böyle bir adım atmayacağı şimdiki halde bellidir. Hatta ondan öyle bir talepte bulunup bulunmadığımız da meçhuldür. Rusya’nın dünyanın Kıbrıs’ın tek meşru temsilcisi olarak gördüğü Rum Yönetiminin hem Ortodoks tesanütü hem mali çıkarlar nedeniyle en büyük destekçilerinden birisi olması böyle bir adımı atmasına imkan bırakmamaktadır. Hatta bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirilen Rusya’dan KKTC’ye direkt uçuşların başlaması ihtimali da zayıf görülmektedir. Rusya’da ilan edilen ve vatandaşlarının ülke dışına çıkmasını büyük ölçüde sınırlayan seferberlik zaten mevsim sonuna yaklaşmakta olduğumuz şu sıralarda turizme şüphesiz büyük bir darbe indirecek ve gündemde iseler dahi direkt uçuşların gerçekleşmemesi için ilave bir bahane teşkil edecektir.
Bu arada ABD tüm dünya gibi Kıbrıs’ın tek meşru hükümeti olarak gördüğü Rum yönetimine uyguladığı silah ambargosunu kısmen de olsa kaldırarak iktidarımıza mesaj vermektedir. Bugünkü Türkiye artık müttefik olarak değil, nerede ise hasım olarak görülmekte, komşularıyla ihtilaflarda onun değil komşuların destekleneceği açıkça beyan edilmektedir. Evvelce Türkiye’ye karşı tavır alınması halinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’in kollarına itileceği endişesi mevcuttu. Ukrayna savaşında Rusya’nın uğradığı başarısızlık bu endişeyi bertaraf etmişe benziyor. Son BM Genel Kurulu toplantısı münasebetiyle New York’ta bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bütün ısrarlı taleplere rağmen görüşmeyip ABD’nin yakın müttefiki olan Fransa, Kore ve Filipinler Cumhurbaşkanları ve Japonya ile Birleşik Krallık Başbakanlarına ikili görüşmeler için vakit ayıran Biden, Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bakış açışını gayet açık bir şekilde ifade etmiş de oluyor. Silah ambargosunu kısmen de olsa kaldıran ABD, Rusya’ya karşı ambargoları eksiksiz uygulayan Kıbrıs Rum Yönetimine destek vermekte, buna karşılık yaptırımlara karşı tavır alan ülkemize de gözdağı vermektedir.
Özetle, gerek Yunanistan ile ilişkiler olsun, gerek Kıbrıs sorunu olsun yapılan işler ve söylenen şeyler arasındaki fark herşeyin içeriye dönük olduğunu göstermektedir. Ancak bunların bir etkisi olmadığını düşünmek de doğru olmaz. Örneğin, iktidarın ABD’den 40 yeni F16, 80 adet de modernleşme kiti almak için ABD Kongresini ikna etmek amacıyla çırpındığı, hatta Kongreye heyet gönderdiği bir dönemde Yunanistan’ın tehdit edildiği iddialarına mesnet verebilecek sözlerin ve eylemlerin kendi ayağımıza kurşun sıkmak neticesini vereceği açıktır. Aynı şekilde AB’nin üyesi olan Kıbrıs’ın bölünmesinin resmi bir şekilde tanınmasını uluslararası camiadan istemenin, AB ile ilişkilerin düzelmesine katkıda bulunmayacağı açıktır. Ancak belli oluyor ki seçim öncesinde iktidar sorun çözmek yerine kamuoyunun heyecanını köpürtme yolunu tercih ediyor. Oysa, Türk-Yunan ve Kıbrıs sorunlarına makul çözümler arama yolunu denemiş olsaydı dış dünyada fena halde bozulmuş olan Türkiye algısının belki kısmen düzelmesini sağlamış olurdu. Ancak maalesef bu yolu tercih etmediği açıktır. Doğrusu buna şaşırdığımı ve başka türlü davranmasını beklediğimi söylesem yalan olur.