Halil Berktay dün yüksek kamu yararı olan bir yazı yayımladı. Umarım harcadığı çabanın kıymeti bilinir… Benim daha iyi (gerçek halimle?) anlaşılmamı ve (hiç olmazsa biraz?) sevilmemi sağlamak için büyük özveri göstermiş. Benim fikirlerim tabii ki bu ülke (ve dünya?) için son derece önemli. Ben bir laf etmiş, bir tercihi ima etmişsem tüm toplumun anında benim arkamda sıra tutma ve ülkeyi beklenmedik mecralara sürükleme ihtimali var. Berktay bunu yetkinlikle ortaya koyuyor.
Bu sabah büyük bir özgüvenle uyanmama neden olan şu satırlar örneğin… “Parlak (ama yalnız, tek başına, başkalarıyla birlikte düşünüp tartışmaya, ortak çalışmaya yatkın olmayan) bir entellektüel. Çok zeki (ama soğuk ve insana uzak bir zekâsı var). Esaslı gözlemler yapıyor ve zaman zaman çok önemsediğim fikirler geliştiriyor, özellikle Türkiye hakkında.” Ne kadar doğru…
Böylesine büyük bir entelektüel olmamın kaçınılmaz yükünü de söylüyor Berktay: “Bulmacanın büyüsüne kaptırıyor kendisini. O öyle olursa bu böyle olur, derken şu da şöyle olursa bu sefer bu böyle olur… diye kurguladıkça, hem gerçeklikten kopup bir tür metaverse’de yaşamaya başlıyor. Hem, şahsen hiçbir çözüm önerisinde bulunmaksızın, kendisini ve okuyucusunu çaresizliğe, karamsarlığa, kaçınılmazlığa, fatalizme hapsediyor… (S)öylemiyor ne istediğini. Olumsuz, yıkıcı tepkiselliğini, negativizmini yaşıyor. Hayata karşı benimsediği soğuk analitik entellektüalizm, sonuçta kısa düşüyor.”
Bir kez daha ne kadar doğru! Neyse ki Berktay benim kısa düşen etkimi alıp uzatıyor. Onun sayesinde bu sabah bütün olumsuzluklarımın omuzlarımdan kalktığı, metaverse’de (her neresiyse) rakipsiz hale geldiğim duygusuna sahibim…
Buradan Halil Berktay’a herkesin huzurunda teşekkür etmek isterim. Beni konu eden böylesine derinlikli bir tanıtım yazısı yazdığı için. Öte yandan (size inandırıcı gelmeyebilir ama) mütevazi bir yanım da var… Bir yanım ‘toplum fikirlerimi duymak istiyor’ derken, diğer bir yanım ‘kim senin fikrini ne yapsın ki, herkesin zaten kendi fikri var’ diyor. İlk yanım ‘beni dinlediğinde herkesin fikri değişecek’ (ve maazallah gidip Erdoğan’a oy verecek!) derken, ikinci yanım ‘bugüne dek kim seni dinlemiş ki’ diye çomak sokuyor. Hatta bu ikinci yanım (toplumsal tecrübesi fazla mı ne) ‘seni öylesine sevmiyorlar ki, söylediğinin tam tersini yapma ihtimalleri daha çok’ demeye getiriyor.
Dolayısıyla kendimi iyi hissetmeme karşın kafam biraz karışık. Adamın biri bir laf etmiş… Niye bu kadar önemsensin, niye üzerine program yapılsın, yazılar yazılsın… Sormadan edemiyorum. ‘Ben böyle demişim, sen de başka bir şey söyle’ diyesim geliyor. Tabii konuşulan konunun içeriği ile ilgili fikrin varsa. Velhasıl son kertede beni beğenen beğenmeyen, sevip sevmeyen herkese şunu söyleyebilirim gibi hissediyorum: ‘Size ne?’
Örneğin cumhurbaşkanlığı seçiminde son tura Erdoğan ve Yavaş kalırsa oyum Erdoğan’a gidebilir demişim. Evet, öyle… Peki, size ne? Herkes istediğine oy veremiyor mu? Hani demokrasi filan zaten bu değil miydi? Neyse ki Cüneyt Özdemir hemen anket yaptı ve halkımızın ezici şekilde Yavaş’a oy vereceğini tespit etti! Yani ortada bir tehlike yok. Halkımız benim (Berktay’ın muhteşem betimlemesiyle) ‘yıkıcı tepkiselliğimin’ değil, basiret ve dirayet sahibi fikri önderlerin (Fatih Altaylı örneğin) peşinden gidiyor.
O zaman benim gibi marjinal ve etkisiz birini bu kadar öne çıkarmanın anlamı ne? İşte bu soru uyandığımdan beri beni rahatsız ediyor… Ama galiba cevabını buldum. İnsanlar beni sevmek istiyor ama sevemiyorlar. Benim sevilebilir hale gelmem için uğraşıyorlar. Kendileri gibi olmamı istiyorlar…
Ben de öyle olmaya çalışacağım ve söz konusu ‘basiretli ve dirayetli’ laf esnafı için şu Erdoğan-Yavaş-Putin meselesini biraz açacağım.
Berktay yazısında can alıcı bir soru soruyor: “Erdoğan ile Yavaş arasındaki fark, dış politikadan ve icabında Putin’e ne kadar sert çıkabileceklerinden mi ibaret?” Bu benim çok ilgimi çekti… Çünkü ben (Kenan Taş ile olan) söyleşide ‘Türkiye’nin menfaatlerini savunmaktan’ söz ettiysem de karşımdaki kişi bundan ne anlaşılması gerektiğini sormadı. Diğer (Yıldıray Oğur ve Elif Çakır ile olan) söyleşide ise konu ‘ülke menfaatine’ de gelmedi, iki kişinin (Erdoğan/Putin veya Yavaş/Putin) ilişkilerinin zikredilmesinde kaldı.
Peki, acaba Berktay’ın sözünü ettiği ‘sert çıkma’ lafının kaynağı ne? Benim söyleşilerim değil! Erdoğan’ın ‘sert çıkma’ özelliğini olumlu bir nitelik olmaktan ziyade doğru tutumu engelleyebilecek bir zaafiyet olarak görmeye daha yatkınım. Acaba Berktay (ve muhtemelen basiret ve dirayet sahibi laf esnafının çoğu) Erdoğan’ın Putin karşısında ‘sert çıktığını’ mı sanıyor? Ama bu da doğru değil, en azından Berktay durumun tam tersine olduğunu ima etmiş. Nitekim Erdoğan’ın bırakın sert çıkmak, Putin karşısında fazlasıyla mülayim kaldığına dair çok sayıda işaret var.
Sonuç olarak Erdoğan’ı Yavaş’a tercih etme nedenim ‘sert çıkma’ (ya da çıkmama) kriteri değil. Erdoğan’ın Yavaş’a göre daha deneyimli olması da değil… (Kenan Taş ile söyleşide az çok anlatmaya çalıştığım üzere) Erdoğan/Putin görüşmesinin, muhtemel bir Yavaş/Putin görüşmesine göre daha ‘açık’ olmak zorunda olması. Çünkü Erdoğan’ın bu ‘açıklığa’ ihtiyacı var. Hem kendini fazlasıyla önemsediği için, ama hem de devlete mesafeli, onun dışında bir karar alıcı olduğunu tescil etmek için.
Evet, son altı yılda Erdoğan devletle çok iç içe gözüküyor ama bu her iki cenah için de ‘ehveni şer’ bir birliktelik. Nihayette Erdoğan dindar muhafazakâr cemaatten gelen biri… Hemen her konuda devletin ideolojik sürekliliğinin ima ettiği yaklaşımların dışında değerlendirmeleri var. Bu durum devlet ile Erdoğan arasındaki mesafeyi ‘uzatıyor’. Dolayısıyla (Bahçeli’nin çıkışlarından gayet açıklıkla takip ettiğimiz üzere) her iki cenah da ayrı iradeleri temsil ettiklerini ortaya koymaktan kaçınmıyor. Bu nedenle ülkeye ilişkin (dış politika dışında da) her türlü kararda (işbirliğine mahkûm) ama farklı iki iradenin gerilimini görüyoruz. Bu sayede toplum olarak çok daha fazla bilgileniyoruz, çok daha fazla tartışıyoruz ve muhtemelen gelecekteki kararlar üzerinde dolaylı da olsa daha fazla etkimiz oluyor. Basiretli ve dirayetli laf esnafının da teslim edeceği üzere, bu özellikler ‘demokrasi’ denen birlikte var olma biçimi bağlamında epey etkili…
Gelelim Mansur Yavaş’a… Ama hemen bir not: Bu tartışmalar Yavaş’a haksızlık ediyor ve kendisinden özür diliyorum. Çünkü hemen hiçbir konuda laf etmeyen, hangi konuda ne düşündüğünü bilmediğimiz birini (kendi isteği dışında) aktörleştirmiş oluyoruz. Ama madem bu tartışma onun adıyla başladı, kendisinden biraz daha tahammül rica edelim ve yine onun adıyla devam edelim.
Yavaş (Erdoğan’dan farklı olarak) bu iktidarın koalisyon ortağı olan devlet aktörlerinin doğal uzantısı. Zihniyet, ideoloji ve kimlik olarak… Arada bir yaptığı politik çıkışlarının tümü koyu bir devletçi ve Türk milliyetçisi olduğunu gösteriyor. Böyle bir kişi cumhurbaşkanı olduğunda ‘millet’ adına yaptığı eylemlerin ‘devlet’ adına olma ihtimali çok fazla (hatta burada ihtimal kelimesi bile sanki biraz sırıtıyor!). Demokrasi meraklıları için devam edersek, böyle birinin cumhurbaşkanlığında (hayatın getirdiği ve genellikle hükümranlığın ilk kısa süresinde ortaya çıkan ferahlatıcı yüzeysel adımların ötesinde) gerçekten özgürlük getirecek, kamusal alanı genişletecek, fikirsel çeşitliliği kurumsallaştıracak, kurumların özerkleşmesine kapı açacak bir irade çıkma şansı zayıf.
Ve bütün bunlar olurken, alınan kararlara ilişkin toplumun bilgilendirilme ihtiyacının da (doğal olarak ve ideolojik meşruiyet altında) asgariye inmesi herhalde bizi şaşırtmayacaktır. Bugünkü iktidardan şikâyet etmekte haklıyız… Ama Türkiye’yi biraz tanıyacak kadar ‘basiret ve dirayetimiz’ varsa, devletin toplum karşısında ‘rahatladığı’ bir ortamda bugünden çok daha kötüsünün de olabileceğini düşünebilme yeteneğimizin olması gerekir. Üstelik devleti bu yönüyle tanımamızı sağlayan bunca ‘zengin’ bir yüz yılı geride bırakırken…
Velhasıl Erdoğan ile Yavaş’ın (onun gibi birinin) son turda karşılıklı kaldığı bir seçimi en fazla isteyenler muhakkak ki bugün Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı sistemini teklif etmiş ve bürokrasi üzerinde tekel kurmaya meyletmiş olan iktidar ortaklarıdır. Düşünün… Hayati bir seçim var ve hangi aday kazanırsa kazansın aslında ‘siz’ kazanıyorsunuz!
Dolayısıyla muhalefetin bir nebze (gerçek anlamda) basiret ve dirayeti varsa, yapması gereken şey bir an önce birlikte yönetme ilkelerinde, cumhurbaşkanı adayında ve cumhurbaşkanının yürütme kadrosunda anlaşmalarıdır. Zor bir iş değil… Altı kişi oturup konuşacak ve anlaşma olmadan odayı terk etmeyecek.
Eğer Türkiye’yi, siyaseti ve bu ülkedeki aşikâr ya da arka plandaki siyasi aktörleri (mafya dahil) ciddiye alıyorsak, yapılacak şey bundan ibaret. O zaman Altılı Masa’nın adayı kim olursa olsun, bu seçimi kazanır ve aynı zamanda Meclis çoğunluğu için de büyük avantaj elde edilir.
Okuyucular kusura bakmasın, kendimi tutamadım, yine bir şeyleri bilirmişim anlarmışım gibi yazdım… Psikoloğum kötü bir çocukluk geçirmiş olabileceğimi ama hatırlamadığım için hiçbir şey öğrenmeden yaşamaya devam ettiğimi söylüyor. Muhakkak derin bir sebebi olmalı…
Aslında bilmiyor değilim: Ben de (diğer basiret ve dirayet sahibi laf esnafı gibi) sevilmek istiyorum… Berktay da uğraşmış işte, ama her nedense olmuyor.